24 Ocak Diye Bir Gün

Bugün 24 Ocak. Dün geceden bugüne geçerken takvimi unutmuşum.

Sabah televizyon ekranından yansıyan birkaç görüntü takvime dönüşümü sağlarken birkaç kare de canımı yaktı. En çok hangisi derseniz, 1071 masalları için iktidar erkanın maile Malazgirt Ovasına çadır açmasıydı.

Devlet büyükleri, kendileri bile sıkış tepiş bir şekilde yüksekçe bir platformda oturuyor. Aşağıda binlerce insan al bayraklara sarılmış, ricali seyrediyor! İçim yandı. Bir başka otağın önünde Veliaht Prens-büyük olan, ok sanatını icra ediyor. Gencecik bir kadın bin yıl önceki Anadolu kadınlarının kıyafetleriyle bezeli, atacağı okları tek tek veriyor Prense. İçim bir daha yandı.

Ekranda bir muhalefet Milletvekili, “bu yıl da 5 milyon harcayacaklar” alt yazısı eşliğinde, Malazgirt zaferinin dokuz yüz küsur yılki törenleri için harcanan ve harcanacak paraları sayıyor ama sövmeden. Bininci yıla kadar da yapılacak israfı izah ediyor. Efendim maksat Saltanatın itibarıysa israfın lafı mı olur! Midem bulandı.

Hemen arkasından Şehir Hastanesi efsanelerinin nasıl bir kara delik olduğu haberi akıyor. Yıllık kira bedelleri ödenmeye devam ediliyormuş ve daha ne kadar süreceği belli değilmiş! İçim kaynadı, midem bir daha bulandı.

Bugün 24 Ocak; iki ünlünün öldürülme yıldönümleri. Uğur Mumcu; gazeteci, Türk ulusalcısı olarak ömrünü tamamlanmasına bile izin verilmedi. Gaffar Okkan; Diyarbakır Emniyet Müdürü, neci olduğunu bilmiyorum. Ekran alt yazısı; “Devlet görevini yapmadı”. Midem bir daha bulandı.

Konuk ve sunucu muhasebe yapıyor; Diyarbakır’ın göbeğinde teröre meydan okudu, diyor biri Gaffar için. Çocuklarla futbol topu peşinde fotoğrafını hatırlıyorum ben de. Demek, teröre meydan okuyormuş o sırada. Öldürten devletti zaten, sözcükleri dökülüyor ağzımdan, sanki ben de programdaymışım gibi. Onlar duymuyor elbet ama gerçeği unutmamak iyi geliyor bana.

Bulantım azalıyor ama içim cayır cayır. Beş gün önce Hırant’ın öldürülme yıldönümüydü. Üç gün önce de Gökhan Güneş adlı bir genç kaçırılmış, güpegündüz, işyerinin önünde. Televizyonların, ekrandakilerin hiç haberi yoktu bundan üstelik. Ya da “kulağın sağır olacak ha” diye fısıldıyordu suflörleri.

Muhabbet yumurta fiyatlarına gömülmüşken, “zararsız” bulup muhabbet tadında muhalefetle iştigal ediyorlarken onlar, midem kalktı ve koptum.

Sabahın işkencesi bitmedi ne yazık ki. Zihnime bu güne dair tarih bilgisi akmaya devam etti. Güldal Mumcu- polisin patronu(devletin de denebilir belki) Mehmet- Ağar’ın diyalogunu hatırladım: “Açıklayamam Güldal, bir tek tuğlayı çekersem bu yapı çöker”. Ağar, okul arkadaşı Güldal’a yalvarıyor; Ne olur, zorlama beni, devlet sırrı bu… Bin operasyon yaptık! Payına düşene ses çıkarma.

Ve ardından Yeşil kod adlı kontranın, katilin yani- yanında üstü başı dökük bir kadın ve kucağında çocukla, Güldal Mumcu’yu ziyareti, neredeyse görüntülü olarak gözlerimin önünden geçti. Katil baş sağlığı dilemeye gelmiş! Arsızlık da bu kadar olur.

Bu da “Turkey-Ankara”nın merkezinde bir meydan okuma demek miydi? Öyleydi muhakkak. Bir daha midem bulanıyor. İçim yanıyor, öfkem burnumda. Nerede yayıyoruz be!

Şimdi esası hatırladım hah… 24 Ocak Kararları, 12 Eylül asker postalıyla gelecek olan faşist darbesinin ekonomik programının ilan yıl dönümü! Bir daha “sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi aşmıştı” da, eski reçete, reform hükümetleri bunu çözemezdi… E, ne lazım? Şili! Gelsin tam teşekküllü askeri diktatörlük! Ölüm, kıyım, yıkım; ne lazımsa… En çok insanı çökertecek, kuru soğana muhtaç edecek yoksullaştırma, çaresizleştirme; vatan millet, din iman kardeşliği de tam tekmil hazırken.

Kırk bir yıl geçmiş! Kırk bir kere maşallah!

Acaba Malazgirt ovasına toplatılanlara soğukta döner ekmek dağıtamayacaklarına göre neyle kandırdı 24 Ocağın şahları? Yaşasın devletimiz, ordumuz, saltanatımız filan derken nasıl yoldular? Yoksa “imtiyazlı aşılar” mı vurdular? Midem fena halde bulanıyor da, keşke onu yapsalar diyorum kendi kendime… İnsanız nihayetinde… Meydana topladıkları baldırı çıplak insanlar sonuçta.

Güldal Mumcu kitabında yazmıştı. O 24 Ocak gününde olup biten için çevresi yıkılıp ağlaşırken, bir yolunu bulup kendisini odasına kapatıyor. Taşları yerli yerine koyarak tabii, zihnini boşaltacağı birkaç saat geçiriyor. Sonra ayağa kalkıp dimdik bir duruşla, herkesin önüne düşüp yeni kavgasını başlatıyor. Acaba diyorum, bu kadar mide bulantısı, bu kadar iç yangını bir tek bana özgü değil nasılsa, bütün canı yananlar, hele de bu sabah Malazgirt ovasında, muhakkak tir tir titreyen halk; ne yapıyoruz biz dese… Şimdiye kadar doldurulan zihni boşaltıp yeni bir yola girsek…

Hayal mi? Hayal gün gelir hakikat de olur.

Sahi ya… Çaresizlik ve umarsızlık deryasına itilmiş ezilenlerin tümü için, halklar için tek umut kapısı Halkların Demokratik Partisi, onca dert yüklü toplumla, tam da bu günlerde, iş aş buluşmalarına başlamıştı. Tam isabet!