BÖYLE OKUMUŞTUM (4) Yemek saati gelmiş ve grup olarak yemekhaneye doğru ilerlerken, öğrenci derneğine üye öğrencilerin yemek fiyatı ile ilgili protesto ve basın açıklamasının olduğu, öğrenciler arasında konuşuluyordu. Gruptaki arkadaşların büyük bir bölümü yemekhaneye gitmekten vaz geçmişlerdi.

 

 

BÖYLE OKUMUŞTUM (4)
Yemek saati gelmiş ve grup olarak yemekhaneye doğru ilerlerken, öğrenci derneğine üye öğrencilerin yemek fiyatı ile ilgili protesto ve basın açıklamasının olduğu, öğrenciler arasında konuşuluyordu. Gruptaki arkadaşların büyük bir bölümü yemekhaneye gitmekten vaz geçmişlerdi. Hüseyin Yalçın, Ali Ertaş ve Bedri ile dört arkadaş olarak protestoya katılmak üzere yemekhaneye doğru yürüdük. Yemeklerimizi alıp masalara oturmamız istenmişti. Bizlerde boş bir masaya yemekleri bırakarak, sandalyelere oturduk. Saat on iki otuz olmuştu. Sandalye üzerine çıkan bir öğrenci, “Yemek fiyatındaki artış bizler açısından kabul edilemez bir durum. Yemek fiyatındaki zam artış oranını derhal geri çekilmesi için yemekleri yemiyor ve masalarda bırakıyoruz. Yemekhane önünden, Rektörlüğe kadar yürüyüp basın açıklamasını Rektörlük önünde yapacağız” demesiyle birlikte, alkış ve sloganlar eşliğinde kantin önündeki kortejde, yerlerimizi alarak Rektörlük önüne kadar yürüdük. Kolluk kuvvetlerinin müdahalesiyle Rektörlük önünde durdurulduk. Kolluk kuvvetlerini gören bazı öğrenciler ayrılmak zorunda kaldıysa da kitlenin yüzde doksanı kararlı bir şekilde basın açıklamasının yapılmasını beklediler. Bir öğrenci tarafından yapılan uyarı sonucunda daire oluşturduk. Kantinde konuşan öğrenci bu sefer de elindeki basın bildirisini yüksek sesle okuyor iken, sloganlar atılıyor ve alkışlarla protestomuz sürüyordu. Basın açıklaması bitmişti. Ancak önceden alınan karar gereği Rektör’ün gelmesi ve öğrencilere konu ile ilgili açıklama yapması talep ediliyordu. Protestomuz sürerken, basın metnini okuyan arkadaş, “Rektör gelinceye kadar dağılmıyor ve oturuyoruz” Uyarısı ile hepimiz oturmuş ve atılan sloganlara en gür seslerimizle eşlik ediyorduk. Kitle kararlı bir şekilde bekliyordu. Aradan üç- beş dakika geçmeden Rektör Yardımcısının geldiği ve oluşturulan öğrenci heyeti ile görüşüleceğinin duyurusu yapıldı. Rektör Yardımcısıyla görüşmeleri sürdürürken, öğrenci arkadaşlarımızın konuşmaları alkış ve sloganlarla destekleniyordu. Görüşmeler bitmiş Rektör yardımcısı alandan ayrılırken, Görüşmeci heyet içerisindeki bir öğrenci arkadaşımız (sanırım Mustafa Altıok), “Arkadaşlar! Pazartesi gününe kadar bu sorun çözülecek, en kötü ihtimal ile yapılan bu zam oranı, yüzde elli oranında geri çekilecektir. Geri çekilmemesi durumunda tepkilerimiz artarak devam edecektir. Hepinize teşekkür ediyorum. Şimdilik protesto eylemimiz sona ermiştir” denildi. Hüseyin Yalçın, Ali Ertaş ve Bedri ile birlikte fizik dersine yetişmek üzere hızlı adımlarla Merkez Amfilere kadar yürüdük. Böylece ben de üniversitedeki ilk protesto eylemine katılmıştım. Ders başlamıştı kapıyı tıklayıp ve hocadan özür dileyerek son sıralarda boş olan yerlere oturarak, dersin geriye kalan kısmını izlemeye ve dinlemeye devam ettim.
Fizik dersi bitmiş ve İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersine yetişmek üzere Zootekni önünde bulunan amfiye grup halinde yürürken katıldığımız protesto eylemini büyük bir gururla anlatırken, kimsenin ilgisini çekmediğini fark edince de konuyu uzatmadan kapattım. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi için amfiye girdiğimizde oturacak yer bulmakta zorlandık. Grup olarak değil farklı farklı yerlerde oturarak ancak yer bulabildik. Adını hatırlayamadığım orta yaşın üzerindeki bir akademisyen mütevazı tutum ve yaklaşımla dersi anlatıyordu. Hocayı bütün öğrenciler ilgiyle dinliyordu. Dersin sonuna doğru; “Dersimden kimse sınıfta kalmayacak. Bu nedenle bugünkü gibi ilgiyle dinleyecek öğrenciler isterim” diyerek dersi bitirdi.
Dersler bitmiş, kantin bahçesine kadar yürüyüp, bahçede oturuyorduk. Üst sınıf öğrencilerinden olabileceğini düşündüğüm bir öğrenci masamıza yaklaşarak benimle tanışmak istediğini ifade edince ayağa kalkarak yer vermek istedim. “Teşekkür ederim. Arkadaşları rahatsız etmeyelim biz yan tarafta oturalım” uyarısına da uyarak arkadaşlardan ayrıldım. Yan taraftaki masada tam oturacakken henüz adını bilmediğim arkadaş “çay alıp getireyim, sonrada oturalım” diyerek kantinden aldığı iki bardak çayı, koyduğu küçük tepsi üzerinde masa üzerinde bırakıp ve elini uzatarak; “ben Cesim Soylu” ben de elimi uzatarak ve tokalaşarak “ben Ahmet Karagöz” dedim. Cesim; “seni bugünkü, yemek boykotu eyleminde gördüm. Kutluyorum. Yürekli ve cesur arkadaşlara ihtiyaç var. Bu nedenle de seninle tanışmak istedim. Üçüncü sınıf öğrencisiyim, yardımcı olabileceğim herhangi bir konu olursa çekinmeden yardım veya destek talep edebilirsin” diyordu. Cesim’e, öğrenci derneğinin faaliyetleri içerisinde görev alıp alamayacağımı, dernek binasının nerede olduğu konusunda birkaç soru sormuştum. Cesim ise öğrenci derneğinin Beyaz Evlerde olduğunu ve öğrenci derneğinin faaliyetlerinden beni haberdar edeceğini, öğrenci derneğinin faaliyetlerine aktif katılabileceğimi ve katkı koyabileceğimi özetle ifade etmişti. Zaman bir hayli ilerlemişti. Cesim’le tokalaşarak ayrıldık. Yusuf’un dersi bitmek üzereydi. Otobüs durağına vardığımda bir hayli öğrenci vardı. Zaten Yusuf’ta hala durağa gelmemişti. Sırada beklerken gelen belediye otobüsüne sırada bekleyen öğrencilerin ancak yarısı binebilmişti. Otobüsün hareketinden sonra Yusuf da gelmiş ve sıradaki yerini almıştı. Yaklaşık olarak bir on dakika kadar belediye otobüsü bekledikten sonra gelen belediye otobüsüne bindim ve yine arka sıralardaki ikili bir koltuğa oturarak yanımdaki boş yeri Yusuf’a ayırdım. Yusuf da belediye otobüsüne binerek yanımda ayırdığım boş koltuğa oturdu. Küçük Saat otobüs durağına kadar Yusuf’a yemekle ilgili yapılan boykot eylemini anlattım. İkimiz de Küçük Saat otobüs durağında indik. Asma kilidimizin tekli anahtarını çoğaltmamız gerekiyordu. Bu nedenle ilk işimiz anahtarı çoğaltmaktı. Durağın hemen karşı tarafında bulunan anahtarcıya giderek elimizdeki anahtarı çoğaltmak için anahtarcıya uzatarak verdik. Bu tür harcamalarımızı hep ortak bütçeden karşılıyorduk. Anahtarcının parasını da ortak bütçeden karşılayarak evimize doğru yürümeye başladık. Havalar sıcaktı. Yol yürürken iyice terliyorduk. Duş almamız gerekiyordu. Eve vardığımızda elimdeki yeni anahtarla asma kilidi açarak içeri girdik. Elimizdeki kitaplarımızı çalışma ve yatak odamıza bıraktıktan sonra duş almak için Alüminyum kazanla avludaki ortak kullandığımız musluktan, su alarak önce ben duş aldım. Duş alırken leğende biriken atık suyu tek başıma kaldıramayınca Yusuf’tan destek isteyerek leğende biriken atık suyu avludaki atık su giderine boşalttık. Duş alma sırası Yusuf’taydı Yusuf’ta duşunu almış ve ikimizde kırmızı halımızın üzerinde sırt üstü uzanarak dinlenirken, diğer yandan da kirlenen elbiselerimizi nasıl yıkayıp temizleyeceğimiz konusunda görüş alışverişinde bulunuyorduk. Pazar günlerini tümüyle temizliğe ayırma kararı aldık. Kirlenen elbiselerimizi banyo ve mutfak olarak kullandığımız küçük odada, kapı arkasında bir çarşaf içinde biriktiriyorduk. Ben yemek boykotu nedeniyle hala sabah kahvaltısıyla duruyordum. Yusuf’un çayla bir şeyler hazırlayıp yiyelim önerisi kabul görünce, Yusuf, bütçeden aldığı parayla bakkaldan yumurta, zeytin ve ekmek almak üzere evden ayrılmıştı. Ben de çaydanlığa su doldurarak ve demliği de temizleyerek küçük tüpümüzün üzerine kaynatılmak üzere çaydanlığı bıraktım. Köyden getirdiğimiz salamura peynirden de bir baş peynir doğrayarak sıcak su dolu tabağa aktararak peyniri yumuşamaya bırakmıştım. Yusuf da bakkaldan aldığı zeytinleri bir tabağa boşaltarak avludaki muslukta yıkayıp sofraya bırakmıştı. Yumurtaları yağda kızartma yerine kaynatmayı tercih etmiştik. Demlenen çayı piknik tüpün üzerinden indirip üzerine soğumaması için havlu ile kapatmış ve yumurtaları pişirmek için küçük tencere içerisindeki suya bırakarak kaynatmak üzere, piknik tüpümüzün üzerine koyduk. Yaklaşık olarak on dakika sonra kaynayan yumurtaları soyup bıçakla birkaç parçaya ayırdıktan sonra soframızın vaz geçilmezi olan tuz ve pul biberi ekerek yumurtaları da sofraya bırakmıştık. Bizim için bayağı bir zengin yemeği olmuştu. Her birimiz afiyetle birer somun ekmek ve tabaklarda bulunan zeytin, peynir ve yumurtaların tamamını yiyerek bitirmiştik. Yemek bitse de çay içmeye devam ettik. Böylesi güzel bir yemekten sonra da sıra ders çalışmaya gelmişti. Her birimiz odanın ayrı bir köşesinde uzanmış yaklaşık olarak iki saat kadar ders çalışmıştık. Kendimizi ödüllendirmek üzere dışarı çıkmak istedik ancak herhangi bir planımız yoktu. Sokağın başında, Mehmet Soy’lara gitmeye karar verdik. Konuşa konuşa Mehmet gile gitmiştik. Dış kapılarını tıklattığımızda Mehmet’in küçük kardeşi olan Turaç kapıyı açarak ve tebessümle “hoş gelmişsiniz” diyerek içeriye davet etmişti, Mehmet, evlerinin çatı katında bulunan altı veya sekiz metrekarelik küçük bir odada ders çalışıyordu. Yusuf’la birlikte demir merdiveni tırmanarak Mehmet’in odasına çıktık. Mehmet çalışmayı bırakarak bizleri karşıladı. Mehmet’in küçük odasının duvarlarında kâğıtlara yazılmış ve duvara tutuşturulmuş yüzlerce not oldukça ilgi çekiciydi. Duvara yapıştırılmış notlara göz gezdirirken Mehmet “bu yöntemi denersen başarılı olursun” diye başarılı olmanın sırlarını bizlerle paylaşıyordu. Mehmet, ailedeki diğer fertlerle de ancak yemek saatinde görüşebildiğini, bunun dışındaki zamanını ders çalışarak ve kitap okuyarak geçirdiğini anlatmıştı. İkram edilmek üzere yapılan çayı içmek üzere Mehmet’le birlikte çatı kattan aşağı inmiştik. Çaylarımızı içerken diğer yandan da Mustafa amcanın köyle ilgili sorularına cevap vermeye çalışıyordum.
Çaylarımızı içmiştik. Konuşulacak çok şeyde kalmamıştı. Mustafa amcalara teşekkür ederek evimize dönmek üzere ayrıldık. Yusuf’la eve dönerken, Mustafa Amcaların, evi bizim evin yanında saray gibi değerlendirmelerde bulunuyorduk. Dış kapıdan avluya, avludan da asma kilitli kapımızı açarak içeri girdik. Nede olsa bizim evimizdi. Olanaklar sınırlıydı ancak evimize alışmış ve başka yerlere gittiğimizde de rahat edemiyorduk. Günler gelip geçiyordu. Her gün yeni insanlarla tanışıyor ve üniversite ile ilgili yeni bilgiler öğreniyordum. Oturduğumuz sokakta bizim dışımızda üniversitede okuyan kimse yoktu. Üniversiteli oluşumuz, Yusuf’un tıp fakültesinde okumuş olması, sokakta ikamet edenlerinde ilgisini çektiği dikkatlerimizden kaçmıyordu. Ev sahibimiz olan yaşlı amca ise “mezun olduktan sonra bizleri tanır mısınız?” gibi sorularla zaman zaman bizlere de takılmıyor değildi.
Vakit epey ilerlemişti. Yatmak istedik ancak havanın çok sıcak olması nedeniyle bir türlü uyuyamadık ve serdiğimiz yataklarımızın üzerinde adeta güreşir gibi bir müddet boğuşarak iyice yorulmuş ve terlemiştik. Bahçedeki musluğumuzda el ve yüzlerimizi yıkayarak tekrardan yatağa dönmüştük. Boğuşmadan sonra sanırım okul saatine kadar deliksiz bir uyku çekmiştik. Ancak saat zilini kurmamış ve zamanında uyanamadığımız için, ilk kez evden kahvaltı yapmadan çıkmıştık.
Ev sahibimizin güzel kızı, annesiyle merdivenlerden avluya doğru iniyorlardı. Asma kilidimizle kapıyı kilitleyinceye kadar güzel kız, annesiyle birlikte avluya inmişti. Bizler açısından dillere destan dünya güzeli Güllü ve annesi ile merhabalaşırken anne; “hasta olduğunu ve kızıyla devlet hastanesine gideceklerini” ifade ediyordu. Güllü’yle daha önce de birkaç kez merhabalaşıp karşılaşmıştık. Ancak bu sefer kısa da olsa yüz yüze konuşma fırsatımız olmuştu. Güllü ’nün güzelliğini abarttığımı düşünebilirsiniz ancak hiç de öyle değildi. Bir doksan boyu, iri gözleri, ince belini ortalayan uzun saçları ve esmer yüzüyle bakmaya doyamayacağınız bir güzelliğe sahipti.
Belediye otobüsüne binmiş üniversiteye doğru ilerlerken Yusuf’la yol boyunca konumuz Güllü idi. Güllü, merdivenlerden avluya inerken veya avludayken Güllü’ye daha rahat bakabilmek veya görmek için perdedeki deliği, perdeye zarar vermeden nasıl büyütebiliriz diye de epeyce kafa yormuştuk. Güllüyle ne benim, nede Yusuf’un bir gönül ilişkisi vardı. Ancak Güllü güzelliği ve cazibesiyle dikkatleri üstüne topluyordu. Güllüyü konuşur ve çekiştirirken belediye otobüsü üniversite içerisindeki Ziraat Bankası durağına kadar da gelmişti. Yusuf’la vedalaşarak ayrılırken anahtar sahibi olmamdan kaynaklı kendisini beklemeden eve tek başıma gideceğimi ifade ederek ayrılmıştım.
Yusuf’la ayrıldıktan sonra bölüm kantinine gittim. Kantinde yine Ünal Abiden başka kimse yoktu. Ünal Abi de her zamanki gibi güne hazırlık yapıyordu. Ünal Abiyi meşgul etmemek için, tezgâhın arkasına geçerek kendim doldurduğum çayımı yudumlarken, bölümde aynı sınıfta olduğumuz ancak henüz tanışmadığımız bir arkadaş da kantine gelmişti. Ünal Abiden çay alarak masama kadar gelen arkadaş elindeki bardağı masaya bırakarak tanışmak istediğini söyledi. Bu arkadaşımız ileride de kadim dostumuz, arkadaşımız olacak olan Kamil Ekinci idi. Kamil ile konuşurken birçok arkadaş da kantine gelmişti. Gelenler arasında Hüseyin Yalçın da vardı. Hüseyin’le aramızda sanki özel bir hukuk oluşmuş gibiydi. Merhabalaşarak üniversite dışında geçirdiğimiz günün değerlendirmesini yapıyordu. Kantin epeyce kalabalıklaşmıştı. Aynı gün Murat Ceren, Rüştü ve Gülhan arkadaşlarımızla da tanışmıştım. Grubun tamamı da kantindeydi. Bilgisayara Giriş dersine girmek üzere merkez amfilere grup olarak yürüyerek ve şakalaşarak gitmiştik. Ortak ders olması nedeniyle de amfi oldukça kalabalıktı. Grubun büyük bölümü amfideki orta sıralarda yan yana gelecek şekilde oturmuş ve keyfimiz de yerindeydi. İki saatlik Bilgisayara Giriş dersi blok olarak anlatılmış ve işlenmişti. Dersten çıkınca da grup olarak merkez amfilere yakın olan Fen Edebiyat Fakültesinin arka taraflarına giderek üniversiteyi tanımaya çalışıyorduk. Harika bir göl manzarasıyla karşılaştık. Derin vadi boyunca çam ağaçları ve çam ağaçlarının bitiminde ise baraj gölü, gölün bitiminde ise yine yeşilin her tonunun hâkim olduğu ormanlık bir alan. Öylesine güzel bir coğrafyayı ilk kez görüyordum. Uzun süre hayran hayran bakarken, Sibel Esencan, “kışın barajdaki su seviyesi yükselince görünen manzara daha da iyi görünür” diye baraj gölü ile ilgili bilgiler veriyordu. Göl manzarası harikaydı. Hiç birimiz oradan ayrılmak istemiyorduk. Ancak bölümdeki iki nolu derslikte İngilizce dersinin başlamasına da az bir zaman kalmıştı. Ayağımızı sürte sürte İngilizce dersi için bölüme geldik. Ali Hoca, bir şeyler anlatıyor ve tahtaya yazıyordu ancak hiç bir şey anlamıyordum. Sadece Ali Hocaya karşı saygısızlık olmasın diye yazı tahtasına yazılanları mota mot deftere aktarıyordum. Ali Hoca, zaman zaman sınıfa sorular sorarken ben o esnada önümde duran masaya bakmayı tercih ediyordum. İngilizceyi bilmiyor, anlatılanları anlamıyor ve bu nedenle hem utanıyor hem de ders süresince sıkıntıdan adeta patlıyordum. Ali Hoca, sıra aralarında yürüyerek ders anlatırken de; oturduğum masaya yaklaştığında her seferinde tebessümle göz kırparak ya durur yâda defterime bir göz atarak geçer giderdi. Ali Hocanın, öğrenci psikolojisini iyi bildiğini ve aynı zamanda her öğrenciyle duygudaşlık ilişkilerini geliştirdiğine tanıklık ediyordum.
Utana sıkıla girmek ve dinlemek zorunda kaldığım İngilizce dersi bitmişti. Ama ben de bitmiş ve tükenmiştim. İngilizceyi iyi bilenler arasında Emine ve Hülya da vardı. Sınavlarda onlardan destek alabileceğimi veya öğrenci tabiriyle kopya çekeceğimi hep düşünerek İngilizce dersine girip çıkıyordum.
Öğle vaktiydi. Yemekhaneye gitmek için Yusuf’u ve Mehmet İspir’i bekliyordum. Aradan çok zaman geçmeden ikisi de gelmişti. Mehmet, Yusuf’a göre daha şen şakraktı. Üçümüz de şakalaşarak yemekhaneye kadar gitmiştik. Yemek menüsünde mercimek çorbası, balık, salata ve elma vardı. Gerçekten yemekler harikaydı. Tamamını afiyetle yiyerek ve elmaları yanımıza alıp bölüm kantinine doğru elmalarımızı ısıra ısıra yürüyerek gitmiştik. Yusuf, kantinde oturmadan “dersim var” diyerek yanımızdan ayrıldı. Mehmet İspir’le birlikte birer çay içerek derslerle ilgili kritik yapıyorduk. Mehmet, derslerin zorluğunu ve bu nedenle mutlaka tekrardan sınava girip Ziraat Fakültesinde bir bölüm yazacağını ifade ediyordu. Kendimce Mehmet’i ikna etmek için ne yapabilirim diye de düşünüyordum. Ama Mehmet, bayağı kararlı görünüyordu. Böyle bir karar için erken olduğu, bu nedenle zamana bırakması konusunda Mehmet’e bir takım önerilerim oluyordu. Mehmet dersine yetişmek üzere yanımdan ayrılmıştı. Öğle sonrası dersimiz yoktu. Gruptaki arkadaşların büyük bir bölümü de kantinden ayrılmışlardı. Ben eve gidip dinlenmek istiyordum. İlk kez tek başıma üniversiteden eve gidecektim. Kaybolma korkusu yaşamıyordum ama evi kolay bulabilir miyim diye de kaygılarım vardı. Belediye otobüsüne binip Çetinkaya mağazasının önünde inip yarım saat kadar mağazada oyalandım. Sonra da yürüyerek eve geldim. Evin içerisi oldukça sıcak ve havasızdı. Yürümemden kaynaklı bir hararet de vardı. Perdeyi çekip, kapı ve pencereyi açarak içeriyi havalandırdım. Yorulmuştum. Dinlenmek için halı üzerinde epeyce uzanmış ve uyuya kalmıştım. Uyandığımda hala Yusuf gelmemişti. Yusuf’un eve gelmesine bir saatten fazla zaman vardı. Gördüğümüz derslerin ve derslerde tuttuğum notları tekrar ederek Yusuf gelinceye kadar çalışmıştım. Matematik ve Botanik derslerinde gördüğümüz ilk konuları tekrarlayarak iyice öğrenmiştim. Avluya açılan demir dış kapımız açılınca, gelenin Yusuf olabileceğini düşünerek açık pencereden bakıyorken Yusuf, içeriye kadar girmişti. Yusuf da yorulup terlemişti. Bitkin bir şekilde eve gelmişti. Dinlenmek üzere Yusuf halı üzerinde uzanırken, Gaziantep’ten aldığım şiir kitaplarımı karıştırıyor ara ara şiirler okuyordum. En çok da Orhan Veli Kanık’ın şiirleri hoşuma gidiyordu. İlk ezberlediğim “Bedava” şiiriydi;
Bedava yaşıyoruz, bedava;/ Hava bedava,/ bulut bedava;/ Dere tepe bedava;/ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekânlar bedava; /Peynir ekmek değil ama acı su bedava;/ Kelle fiyatına Hürriyet, Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava.
Aradan epey bir zaman geçmişti. Yusuf, hala gözleri kapalı bir şekilde dinleniyor ya da uyuyordu. Güneş batmış hava kısmen serinlemişti. Yusuf’a seslenerek uyanmasını sağladıktan sonra dışarı çıkarak Kıbrıs caddesine kadar sağa sola bakınarak yürüdük.
Kıbrıs Caddesi üzerinde üzüm satan, bir tablacıdan bir kilogram siyah üzüm alarak aynı şekilde sağa sola bakınarak mahalle bakkalımıza kadar gelmiştik. Bakkaldan da iki somun ekmek alarak eve döndük. Evde üzüm var, peynir var, somun ekmek var, bir de Yusuf’la ikimiz vardık. Bir hamlede hazırladığımız sofrada birer somun ekmek ve üzümün tamamını yiyerek bitirmiştik. Hayatımız artık rutinleşmişti. Bazı şeyler tekrardan ibaretti. Üniversite ile ilgili kaygılarım da bitmişti.
Evimizde telefon yoktu. Adana’ya geldiğimiz ilk gün, Adana’ya geldiğimize dair teyzemlerdeki, tek köy telefonunu arayarakanneme bilgi vermiştim. Annem, babam veya kardeşlerimin beni arama şansları yoktu. Aile fertleri ile ilgili bilgi almak veya kendimle ilgili aile fertlerime bilgi vermek için benim aramam gerekiyordu. Teyzemleri aramak üzere evden çıkmıştım. Evimize yaklaşık olarak iki yüz üç yüz metre uzaklıktaki telefon kabininin bulunduğu şalgamcıya kadar yürüdüm. Şalgamcıdan aldığım üç büyük jetonla teyzemleri arayacaktım. Ancak benden önce sıra bekleyenler vardı. Yaklaşık olarak yirmi dakika sonra sıra bana gelmişti. Numarayı çevirmiş ve telefonun karşı taraftan açılmasını bekliyordum. İkinci veya üçüncü arama sesinden sonra teyzem oğlu Kamil, alo diyerek cevap verdi. Kamil’le bir veya iki dakikalık sohbetten sonra annemi veya babamı çağırmalarını rica etmiştim. On dakika sonra tekrardan arayacağımı söyleyerek telefonu kapatmıştım. Benden sonra sıra bekleyen dört kişi vardı. Tekrardan mevcut sırada bulunanların en arkasında sıraya geçip, bekliyordum. On beş dakika sonra tekrardan telefon arama sırası bana gelmişti. Numarayı çevirerek İlk arama sesinde Kamil yine alo deyip cevap vermişti. Telefonuma annem gelmişti. Annemle yaklaşık olarak üç veya dört dakika konuştuktan sonra telefonu kapatarak eve döndüm. Yusuf, ise ders çalışıyordu. Ben de çok korktuğum Botanik dersinde, Cengiz hocanın dağıttığı ders notlarını bir kez daha tekrarladım. Latince olarak isimleri yazılı olan bitki, ağaç, meyve ve sebze isimlerini bir kâğıda yazarak oda duvarına yapıştırdım. Örneğin patatesin Latince ismi; Solanum tuberosum’du. Sınavlarda da Latince veya Türkçe isimleri verilen ağaç, meyve, bitki ve sebzelerin isimleri sorulacaktı. Çalışıp öğrenmem gerekiyordu. Evde yeteri kadar ders çalışabiliyordum. Derslere zamanında girip pür dikkat dinliyor ve not tutuyordum. Başarı benim açımdan kaçınılmaz gibi görünüyordu. Ancak Yusuf, daha planlı, programlı ve uzun süreli çalışabilirken, benim her bir saatten sonra mutlaka mola verip dinlenmem gerekiyordu. Evimizde ne televizyon, ne radyo ne de teyp vardı. Bazen fazlasıyla sıkılıyorduk. Ancak yapılacak bir şey yoktu. Mevcut koşullarla en iyisini yaşıyoruz diyerek de kendimizi avutuyorduk. Gece epeyce ilerlemişti. Yusuf, ders çalışmayı bitirmiş saklı ve gizli tuttuğu günlük defterine bir şeyler yazıyordu. Çay demlemek üzere çaydanlıkla avludan su alarak piknik tüpün üzerine bırakıp kaynamasını beklerken, sabah giyebileceğim elbiseleri ve okula götüreceğim ders kitaplarını da ayırmıştım. Çaydanlıkta kaynayan suyu demliğe boşaltarak çayın demlemesini bekledim. Ara ara demlenip demlenmediğini kontrol ettiğim çay da artık demlenmişti. Yusuf, mutfaktan getirdiği çay bardaklarını doldurup, bir bardak çayı bana uzatmıştı. İkimizde çayı fazlasıyla seviyorduk. Demlikteki dem ve çaydanlıktaki su bitinceye kadar hepsini içiyorduk. Sabah saat on otuzda da dersim başlayacaktı. Ancak 1980 öncesi Ziraat Fakültesi Dekanlığını yapmış Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü, Bölüm Başkanı ve aynı zamanda Toprak dersimize girecek olan Prof. Dr. Hüseyin Özbek’le tanışmak için bir gün önceden kendi kendime karar almıştım. Erkenden Toprak Bölümüne gitmem gerekiyordu. Hüseyin Hoca, Elbistanlıydı. Yusuf’la erkenden uyanarak ilk belediye otobüsüyle üniversite içerisindeki Ziraat Bankası durağına kadar gitmiştik. Yusuf, okuluna giderken ben de randevusuz Prof. Dr. Hüseyin Özbek’le görüşmek üzere Toprak bölümüne kadar gitmiştim. Toprak Bölümünün ikinci katta bulunan odasının kapısını çalarak içeri girdim. Elbistanlı olduğumu, Tarım Makinaları Bölümünü yeni kazandığımı ve kendisiyle tanışmak istediğimi ifade ettim. Önce yer göstererek oturmamı istedi. Sonrasında da nerede kaldığımı, sorun yaşayıp yaşamadığı mı, üniversite ile ilgili her hangi bir sorun yaşadığımda elinden geldiğince yardımcı olabileceğini ifade etmişti. Ha unutmadan bitki çayı da ikram etmişti. Çayımı içmiş ayağa kalkıp, Hocam ben çıkıyorum derken, “haftada bir kez yanıma uğra” diyerek beni uğurlamıştı. Hüseyin Hocanın, bu sıcak ve samimi ilgisi beni oldukça mutlu etmişti. Büyük bir keyifle bölüm kantinine gittim. Kantinde çok sayıda öğrenci vardı. Ancak hiçbirini tanımıyordum. Arkadaşların gelmesine de iki saat gibi bir zaman vardı. Kantindeki öğrenciler derse gidince Ünal Abi ile ikimiz kalmıştık. Ünal Abiyle biraz konuştuktan sonra da bölüm danışmanımız olan Prof. Dr. Fahri Deligönül’ün odasına gitme kararı almıştım. Ancak mazeretsiz bu ziyaretimin hoca tarafından nasıl karşılanacağı ile ilgili olarak kafamda bir takım sorular oluşsa da, ha cesaret deyip odasının bulunduğu kata kadar çıkıp kapıyı tıklatmıştım. “Gir” sesiyle de kapıdan içeri girdim. Merhaba diyerek adımı, soyadımı ve birinci sınıf öğrencisi olduğumu söyleyip ayakta bekliyordum. Tepeden tırnağa süzen bakışlarıyla, masasının ön tarafından bulunan sandalyeye oturmamı istemişti. Hocam, zamanınız yoksa daha sonrada gelirim derken, “hoş geldin yavrum, var mı bir sorun?” gibi birkaç cümle kullanmıştı. İyi bir ziraat mühendisi olarak fakülteyi bitirmek istediğimi ve bu konuda bana rehberlik yapmasını istemiştim. Fahri Hocanın tebessümle “tabi ki yavrum rehberlikte yaparım, yardımcı da olurum.” İfadeleri gönlümü fethetmişti. Konuştuktan bir süre sonrada çıkmak için Fahri Hocadan müsaade isteyerek tekrardan kantine gittim. İçerideki masaların birinde Hüseyin Yalçın’ın hem çay içtiğini hem de kitap okuduğunu görünce huzur içinde Hüseyin arkadaşımın yanına oturdum. Kitap okumaya ara veren Hüseyin Yalçın’a heyecanla bu gün yaptığım ziyaretleri anlatmaya başladım. Hüseyin, merakla dinliyor ve “haberim olsaydı ziyaretlere bende katılırdım.” diyor ve medeni cesaretimi tebrik ediyordu.
Hüseyin ile tanışalı dört gün olmuştu. Ancak dostluğumuzu ve arkadaşlığımızı kadim iki dostun yıllara dayanan yoldaşlığına benzetiyordum. Hüseyin, ismimle değil “Piro” diye hitap ediyordu. Hüseyin’le artık her şeyi konuşabiliyordu. Sürece ve gündeme ilişkin siyasal değerlendirmelerde bulunarak der saatine kadar beraberdik.
Ders vakti gelmişti. Teknik Resim dersi bölüm bünyesinde bulunan Teknik Resim Atölyesinde işlenmiş olmasından dolayı, bizlerde direk atölyeye gitmiştik. Masalar etrafındaki taburelere oturmaya çalışıyorduk ki, Araştırma Görevlisi olduğunu söyleyen daha önce bölüm kantininde karşılaştığımız Vahit Kirişçi dersliğe girmişti. Dersin içeriğine ilişkin bir takım bilgiler, kaynak kitap ve ders araçları ile ilgili Vahit Hoca tarafından tahtaya uzunca bir liste yazılmıştı. Bu listede yazılı olan ders araçları içinde sınırlı olan bütçemden bir pay ayırmam gerekiyordu. “Evdeki hesap çarşıya uymadı” Elimdeki her bir kuruşu bu nedenle çok dikkatli harcamalıydım. İhtiyaç ve zorunluluk olmadıkça harcama yapmamam gerekiyordu.
Gün içerisinde arkadaşlarla kantinde otururken, aynı evde kalan Ali Çelik ve diğer Ali beni evlerine davet ettiler. Derslerin bitimiyle birlikte Alilere gitmek üzere okuldan ayrıldım. Çetinkaya mağazalarının bulunduğu otobüs durağından itibaren yirmi dakika yol yürüyerek Alilerin İstiklal Mahallesinde kiraladıkları eve gitmiştik. Evin sokakla bağlantısını sağlayan koridor kapısı tam kapanmayan ahşap bir tahta kapıydı. Evin önünde bulunan yetmiş, seksen metre karelik küçük bahçenin içinde alt katı kullanılmaz durumda bulunan iki katlı Ahşap evin, ahşap merdivenlerinden yukarı çıkmış ve içeride attığımız her adımda ev çöktü çökecek derken Ali Çelik “evin sallandığına bakma ve korkma evimiz çok sağlam” diye konuşuyordu. İkinci Ali ise “ahşap evin şehidi olacağız” diyerek dalga geçiyordu. Kendi kendime bizim ev daha iyi imiş gibi de değerlendirmeler de bulunuyordum.
Ali’ler, bana bir şeyler ikram etme çabası içerisinde olduklarını görmüştüm. Alilerin oturduğu eve bakarak Alilerle ilgili edindiğim ilk izlenim, Alilerin de yoksul aile çocukları olabileceği yönündeydi. Kendi aramız da ailelerimizle ilgili konuşurken Ali Çelik; “babam POL-DER’li polis emeklisidir” demişti. Diğer Ali ise; “babam tarımla uğraşıyor” demişti. Alilerle ilgili tahminlerim dolayısıyla doğrulanmıştı. Alilerin ikisi de aynı zamanda alevi idi. Kültürel olarak birbirimize çok benziyorduk. Bu durumun ilişkilerimizin gelişmesine katkı sağlayacağına inanıyordum. Ali Çelik demlediği çayı ikram ederken, diğer Ali ise bir tabak dolusu Malatya kaysısı ve kaysı çekirdeği ikram etmişti. Alilerle epeyce konuşmuş ve vakit geçirmiştik. Yusuf’un Ali’ler de olduğuma dair bilgisi yoktu. Bu nedenle Alilerden müsaade isteyerek eve döndüm. Eve vardığımda Yusuf da evdeydi. Yusuf, “merak ettim neredeydin” sorusunu yanıtladıktan kısa bir süre sonra, akşam yemeği için birlikte bir şeyler hazırlayarak açlığımızı giderdik.
Sevgi ile kalın.
Devamı olacak.