Artık Evde Kimse Yaşamıyor, Serdar Taş

Cesar Vallejo, ardımızda bıraktığımız asrın en saygın şairlerindendir, hatta kimi hatırı sayılır edebiyat otoritelerinin nazarında “en büyük” olarak takdir görür. “Sevgi bizim hakiki kaderimizdir. Hayatın anlamını bir başımıza bulamayız, onu ancak bir başkasıyla bulabiliriz,” diyen, şiddetsizliği düstur edinmiş, mistik, teolog, şair, toplumsal aktivist, karşılaştırmalı din bilgini Thomas Merton ondan, “Dante’den bu yana en evrensel şair,” diye bahseder. Maria Vargas Llosa’ya göre, “Onun şiiri zamanın ve mekânın koordinatlarını aşar ve okuru daha daimi, daha derin bir alanda konumlandırır.”

Cesar Vallejo ezilen, alt sınıftan bir ailenin on birinci çocuğu olarak sene 1882’de, “hüznün, suskunluğun diyarı”, üç bin metre rakımlı Santiago de Chuco’da eziyetli, kasvetli yaşamına merhaba der. Vallejo bir “cholo”dur, yani yarı yerli (Quechua), yarı İspanyol kökenli bir melezdir. Henüz bir çocukken açlığı, yoksulluğu, yoksunluğu tecrübe etmiş, yerlilere karşı gelişen “insan dışılaştırma”, “görmezden gelme”, “yoksulluğa mahkûm etme”, hülasa “hiçleştirme” siyasetine tanık olur. Dindar bir ailenin çocuğu olarak papaz olması ümidiyle yetiştirilmesine ve inançlı biri olmasına rağmen Katolik, ırkçı, sömürgeci, kolonize edici hâkim siyasete karşı kalemini sivriltir. Acı Çekene Saygı şiirinde Tanrı’yla aynı fikirde olmadığını dillendirecek ve onu kınayacak kadar vicdanî ve aklî bir tavır takınır.

Oldukça kapalı, şahsi, çözülmesi, nüfuz edilmesi zor bir dil takınan Vallejo, asla dilin geleneksel biçimiyle, örgüsüyle yetinmez, beylik ve alelade gramatik ifadeleri ters yüz eder, çok dilli ve çok sesli bir şiir âlemi yaratır. Onun İspanyolcası yer yer bükülmüş, kırılmış; duygusal coşkunluğuna ve meramına göre devinim kazanmış dinamik bir dildir. Yeni fiiller icat etmiş, isimleri sıfatlaştırmış, gayet zengin bir mecazlara, karşıtlıklara ve koşutluklara yer vermiştir. Asla kolay anlaşılırlık peşinde değildir Vallejo. Ancak tekmil insanlığa dokunabileceği, sarılabileceği bir dilin ardına düşmüştür. Şiirlerinde en sık geçen kelimeler madre (anne), casa (ev), dolor (acı), tristeza (hüzün), recuerdo (anı), hümanidad (insanlık) ve muerta (ölüm)dır.

Margaret S. Peden, Vallejo’nun şiirinin başka bir dile çevrilmesinin tam olarak mümkün olamayacağını, olsa olsa bunun bir “çeviri teşebbüsü” olarak kalacağını söyler. Yine bir başka eleştirmen de İspanyolcada bile okunması bunca zahmetli metinleri farklı bir dile tercüme etmeyi, “Dante’nin cehenneminde cezalandırılmak” olarak tanımlar.

Vallejo’nun Katolik Hristiyanlığa yaklaşımı oldukça karmaşık ve alelacayiptir. Katolik Kilisesi’ni tıpkı Şilili reaksiyoner düşünür Nicolas Gomez Davila gibi kıyasıya ve acımasızca eleştirir, yargılar. Öte yandan bir Kurtuluş Teologu edasıyla sınıfsızlığın, devletsizliğin sağladığı bir selametten, kurtuluştan, hürriyetten bahseder. Belki Ruben Dario misali şairi bir “küçük tanrı”olarak konumlandırmaz ama dindar söylemin ve tanrının daima yanında yöresinde gezinir.

Tanrı’nın hasta olduğu bir günde doğdum,” diyebilmektedir mesela; ya da “Günlük ekmeğimizi sun bize Senor,” demekten geri durmaz.

ACI ÇEKENE SAYGI

Aynı fikirde değilim Tanrı’yla

Müntehirlerin cehenneme gideceği hususunda

Kainat’ın yaratılışına katılmaktan usandığında ruhum

İntihar edeceğim ben de denenmemiş bir yolla

Nerdeyse tekmil akıllı kalpler

İntihar edip de restini çekmiştir yeryüzüne

Ben tanrıtanımaz değilim

Babasıymış gibi Tanrı'ya küsen bir çocuğum

Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietzsche'yi

Cehenneme gönderirse

Cehennemde yanmayı yeğlerim ben de

Değil mi ki Tanrı dürüstlüğü sever

Beğenmiyorum Tanrı’nın hayal gücünü

Ben Tanrı olsam

Peygamberler göndermez

Doğrudan konuşurdum insanlarla

Ben Tanrı olsam

Hitler'i müşfik kalpli bir Yahudi olmakla cezalandırırdım

Ya da yetenekli bir ressam kılardım onu

İçindeki kötülüğü insanlara değil

Tuvallere dökerdi

Ben Tanrı olsam

Devletler olmaz olur

Gül kokulu bireyler var olurdu sadece

Atlar delişmen zamanlar koşardı

Ben Tanrı olsam

Herkesin dilediği karakter olmasını sağlardım düşünce marifetiyle

Dünya bir şiirin yaratılış sürecine dönüşürdü böylece

Ben Tanrı olsam intihar ederdim

İnsanlarla birlikte acı çekmeyi öğrenemediğim için.

Sözü Octavio Paz’a bırakalım:

“Vallejo’nun siyasi ve poetik radikalizmine rağmen geleneksel bir mizacı vardı. Şiiri tanrısız bir dil olarak değil, mucizeleri ve vahyleri olan varlık olarak algılamıştı… Temel bir bilimsel yaklaşım öğütlemesine, tanrıtanımaz ve materyalist olmasına rağmen sözcükleri ve tutkuları dinseldi. Vallejo için şiir; itiraf, geri çekilme ve ayindi. Onun şiirinde fiiller, sıfatlar ve isimler hem cezalandırıcı, hem de kurtarıcı bir işlev görür.”

1913-1917 aralığında Trujillo Üniversitesi’nde hem hukuk hem de edebiyat eğitimi görür. Yoksulluğundan ötürü “maişet gailesi”yle aynı vakitlerde madenler kenti Quiruvilca’da maden ocaklarında ve bir şeker plantasyonunda çalışır. Ayrıca sıradağlarda ikamet eden zengin bir ailenin evinde özel öğretmenlik yapar. İşte Peru’nun üst sınıflarıyla, sınıfsal uçurumla tam da bu dönemde karşılaşır. El Tungsteno romanının ilham kaynağı işte bugünlerdir. Zaruri nedenlerle kesintiye uğrayan üniversite eğitimini “El Romanticismo en la Poesia Castellana” (Kastilya/İspanyol Şiirinde Romantizm) teziyle nihayete erdirir.

Vallejo, 20’li yılların başlarıyla birlikte Yerlilerin ve emekçilerin var olma mücadelesine bir aydın olarak iştirak eder, omuz verir. Dönemin iktidarınca “kışkırtıcı” olarak itham edilerek beyhude yere, hukuksuz, mesnetsiz bir şekilde hapse atılır. Poemas Humanos’ta o dehşetli mahpusluk tecrübesini şöyle serdeder:

“Ömrümün en tehlikeli ânı/Peru mahpushanesindeki hapisliğimdir.”

1913’le birlikte kelimelerine şiirler yaratmak için hayatiyet verir. 1916’da La Reforma gazetesinde şiirleri yayımlanmaya başlar. İlk yayımlanan şiiri ise Soneto’dur (Sone). Dönemin Peru’su tıpkı ahir zamanların Peru’su gibi eşitsizliklerin âlemiydi. Vallejo mevcut hükümetin sermaye yanlısı acımasız politikalarına karşı emekçi sınıfların direniş girişimlerinden etkilendi ve kimileyin onlarla dayanışma içinde olur. 1916-17 yılları, yoğun aşk kırgınlıklarıyla melankoliye gark olduğu bir zamandır. 1918’de annesini yitirmesi Vallejo’yu daimi bir yetimlik duygusuna fırlatır. Vallejo’nun şiirinde başlıca dört mekân yer tutar: Trujilo, Lima, Paris ve İspanya.

1911’de gittiği başkent Lima, Vallejo’nun entelektüel ve duygusal gelişiminde oldukça belirleyici olur. Vallejo bir yandan Lima’de dirlik düzen kurmaya çabalarken, öte yandan da ailesiyle yakın ilişkilerini sürdürür. Lluvia (Yağmur) şiirinde Lima’dan şöyle bahseder: “Lima’da… Lima’da yağıyor/kirli suyu bir çürüyen acının/Yağıyor sızarak çatlaklarından aşkının.”

Kardeşi Miguel’in gençlik çağlarında ölümü büsbütün bir gam kasavet duygusuna gömülmesine sebep olur:

"Ah kardeşim, oturuyorum hânemizin sekisinde

Yokluğunun bitimsiz bir kuyu kesildiği yerde"

(A mi hermano Miguel, Cesar Vallejo)

Cesar Vallejo’nun ilk şiir kitabı olan Los Heraldos Negros (Kara Haberciler, 1918) Parnas ve Modernist bir üslupla, biçemle işlenmişti. Güvensizlik, yaşamın kırılganlığı, hayatın beyhudeliği, yaşamın tabiatından kaynaklanan sınırlılık duygusu, toplumsal baskı, eşitsizlikler ve adaletsizlikler sebebiyle bireyin varlığında içkin olan potansiyelleri gerçekleştirememesi, kuvveden fiile çıkaramaması şiirlerinde içkin olan vurgulardı.

Vallejo, 1923’te incecikten bir psikolojik roman olan Fabula Salvage’ı (Vahşi Hikâye) yayımladıktan sonra Fransa’ya doğru dönüşsüz bir sürgünlüğe revan olur. Yarım kalmış yaşantıların ve aşkların burukluğuyla, cebinde borç alınmış yüz dolarıyla, üçüncü sınıf vapur biletiyle, yağmurlu bir gününde öleceği Paris’e iltica eder Vallejo. O Paris ki Avrupa’nın entelektüel payitahtıdır. Yirminci asrın ilk yarısında Latin Amerikalı sanat ehlinin “el ombligo del mundo”sudur (dünyanın göbek bağı).

El Buen Sentido (Sağduyu) şiirinden bir kuble:

"Anne, adına Paris denilen bir yer var dünyada

Öylesine büyük ve öylesine alarga

Vallejo’nun Paris’teki sürgünlük yılları maddi ve ruhani meşakkatlerle, medcezirlerle, hercümerçlerle geçer. Paris’i sevse de asla kendini oraya ait hissetmez. Zaten belki de Paris, orada olunan ama oralı olunamayan bir kent değil midir her zaman!? Geçimliğini edinmekte ziyadesiyle güçlük çeker. Kâh çeviri yaparak ve ders vererek, kah sokaklarda topladığı şişeleri satarak var kalmaya çabalar. Kesif bir açlık içinde debelendiği günlerin sayısı hiç de az değildir. Paris’te mutlak bir yersiz-yurtsuzluk, köklenememişlik halet-i ruhiyesi içindedir. Peru’yu her daim özlemekte, bütünüyle Paris’te olamamaktadır. Tıpkı gönüllü sürgün olarak Paris’te bulunan Julio Cortazar gibi “no estar del todo” (tamamen orada olamamak) halindedir. Ve Vallejo, yağmurların, perşembelerin, yolların ve kaldırımların tanıklığında terk-i hayat eyler. Çünkü o yalnızca hayatta kaldığı bir yaşamı onursuzca bulur. Eduardo Galeano biraz da Vallejo’nun halini tercüme ediyor olmalı: “Hayatta kalmak istemiyorum, yaşamak istiyorum!”

Dostlarının ve muteber eleştirmenlerin nezdinde o, sadakati, samimiyeti, sahiciliği, sevecenliği, sadeliği, sıkılganlığı, vericiliği, bağımsızlığına düşkünlüğü, zarafeti, karamsarlığı, berdevam efkârlı ve hüzünlü oluşuyla yeryüzünü onurlandıran güzel, cânım insanlardandır. Vallejo’nun talebelerinden biri onu şöyle tarif eder: “Vallejo’nun bütün varoluşundan hüzün akardı.” Ömrünün hitamına kadar daimi bir çile, acılanma, inziva, köksüzlük, rahatsızlık, huzursuzluk içinde yaşadı. Vallejo’nun nazarında yaşamak acı çekmektir. “

Acının her an büyüdüğü”, krizin her an derinleştiği, kapitalizmin kendi yarattığı sorunlara getirdiği çözümlerin en az sorunun kendisinden daha sorunlu olduğu bir zamanede Vallejo, evrensel olanla yerel olanı meczederek insanlık durumunu ustalıkla işleyen bir öncü, avangard, modernist şairdi. İnsanlığın ancak dayanışarak deva bulacağına inanır.

UMUTTAN SÖZ ETMEK İSTİYORUM, CESAR VALLEJO

Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum. Şu anda ne bir sanatçı, ne bir insan, ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum. Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut bir dinsiz olarak çekmiyorum.

Yalnızca acı çekiyorum bugün. Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı. Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık da, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik de olmasam, tanrıtanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.

İzahsız bir acı içindeyim şu an. Öyle derin ki acım, bağlanamaz bir sebebe. Ne ola ki sebebi? Ona sebep olabilecek önemdeki o şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar!?

Benim acım tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kadın ölseydi, acım çektiğim acı olmakta diretirdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil de başka bir hayatta olsaydım, çekeceğim acı olmazdı bundan başkası. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.

Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanımın yanında nedir ki!?

Şimdiye değin evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul ilişkisi içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün, işte görün, ne babadır benim acım, ne de oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölge vermez.. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.

Editör: Haber Merkezi