Şunu merak etmekteyim: Felsefe neden Antik Mısır'da, Hindistan'da, Mezopotamya'da, Çin'de zuhur etmedi de M.Ö. 6. asırda İyonya'da, Batı Ege'de zuhur etti? Daha doğrusu ne oldu da İyonyalılar mitostan logosa geçme gereği duydular? İyonyalıların yerleşik inanç dizgesiyle, mitlerle yetinmezliğini sağlayan ne oldu? Antik Yunanlılar dünyayı yine dünyanın kendisiyle, logosla, akılla, kavramlarla izah etme gereğini neye istinaden duymuşlardı? Neden diğer medeniyetler mitlerle, efsanelerle, geleneksel anlatılarla yetindiler? Neden tanrıyı ya da tanrıları, aşkın süreçleri ve özneleri paranteze alamadılar? Neden dinsel anlatılardan, kurgulardan arındırılmış bir mantık örüntüsü inşa edemediler? Logosla mitosu, teolojiyle kozmolojiyi neden kesinkes ya da hatırı sayılır ölçekte birbirinden ayıramadılar Yunanlılar gibi? Antik Yunan medeniyetinde olup da diğer medeniyetlerde olmayan ya da fazlasıyla mevcut bulunan neydi? Antik Yunanlıları felsefi düşünüşe vardıran fazlalık ve fark neydi? Daha mı akıllı, zekiydiler acaba? Biyolojik yazılımları mı onları felsefi etkinliğe meyilli, istidatlı kılıyordu? Elbette hayır!

Halbuki Hint ve Mısır uygarlıkları matematik, astronomi ve geometri disiplinlerinde antik yunan'dan daha üstündü. ilginçtir, kadim mısır'da geometri, matematik ve astronomi pratik ve gündelik kaygılarla şekillenmişti. Teorik ve entelektüel kaygılardan çok pratik, pragmatik, doğal, gündelik hayata ilişkin meseleleri çözme ve örgütlenme gayesiyle gelişmişti. Nil Nehri taşıp da geri çekildiğinde ardında bataklık halinde bir tarım arazisi bırakıyordu. İşte bu bataklık vaziyetine dönüşmüş tarım arazisinin yeniden düzenlenmesi gereği Mısırlılara geometriyi buldurtmuştu. Fakat Mısırlılar geometriden hareketle geometrik yöntemlerle kanıtlanmış, sınanmış bir felsefe dizgesi geliştirme gereği duymamışlardı. Kadim Grekler haricindeki uygarlıklarda faydacılığa, işgörürlüğe dayanmayan, gündelik pratik amaçlara yönelmeyen katıksız bir merak duygusu söz konusu değildi. Antik Yunanlılar evreni bir fayda, çıkar uğruna anlamak düzleminden başka bir düzleme geçmişlerdi. Antik Yunanlılar, bilgiyle sadece araçsal, işlevsel, faydacı, finalist (sonuççu) bir ilişki kurmamışlardı. Bilginin ardına yalnızca makam, mevki, paye, itibar meramıyla değil, bir üst etkinlik, uğraş olarak, bilgiyi kendinde amaç edinerek düşmüşlerdi.

Yine Mısır'ın kahir ekseriyeti çöllerden müteşekkildi. Hal böyle olunca çöl okyanusundan oluşan bir uygarlığın diğer medeniyetlerle ilişki, irtibat içinde olması ve kültürel, düşünsel genetiğini zenginleştirmesi de imkansızlaşıyordu. Grekler ise her yanı dağlık ve etrafı denizlerle çevrili şehir devletlerinden oluşuyordu. Yunanistan’da tarıma elverişli ekilebilir arazi oldukça sınırlıydı. Bu da onları bir deniz ve ticaret medeniyeti olarak diğer kültürlerle ilişkilenmeye sevk etti. Unutmamalı ki Yunanlar Akdeniz, Ege ve Karadeniz'i kat eden nice koloni kurmuşlardı. M.Ö. 8. yüzyılla beraber kolonileşen Helenler, başkaca uygarlıklarla karşılaşarak sadece iktisadi bir teatide bulunmadılar, aynı zamanda kültürel, düşünsel, düşlemsel, edebi bir alışveriş de geliştirdiler. Bu da Yunanlılar için hem iktisaden hem de kültürel olarak hızlı bir zenginleşme ve felsefe yapmak için gerekli serbest, özgürleştirici zaman sahip aristokrat sınıfının oluşmasını sağlamıştı. Yani diğer medeniyetlere kıyasla, bilhassa Mısır'a nispetle jeopolitik bir üstünlük taşıyordu Antik Yunan.

Yine Antik Çin uygarlığı sanatta, metal işçiliğinde, tarımda ve silah imalatında öncü medeniyetlerdendi. Kadim Çin bir krala bağlılık ve sadakatini bildiren toprak beyliklerinden oluşan bir ağ şeklinde örgütlenmişti. Ancak Konfüçyüs'ün zamanlarında bu kosmos, kaosa dönüşmüştü. Toprak beylerinin ayaklanmaları ve Batı'dan göç eden aşiretlerle beraber imparatorluk, müstakil devletlere bölmüştü. Ailelerin ailelere, aşiretlerin aşiretlere saldırdığı, demir silahların artık kitlesel olarak üretildiği, her bir beyliğin bir diğeriyle güç uğruna ve aşkına savaşa tutuştuğu bir topyekün savaş hali hasıl olmuştu. Hatta bu döneme tam da bu yüzden “savaşan beylikler dönemi” de denilmektedir. İşte bu içtimai ve siyasi dağınıklık, parçalanmışlık ve hercümerç, Konfüçyüs için katalizör vazifesi görmüştü. Tartışmaları ve anlatılarından mürekkep "Seçmeler" onun ölümünden 100 yıl sonra derlenmişti.

Konfüçyüs’ün annesi, onu gururlu ve fakr u zaruret koşullarında yetiştiren vakur bir kadındı. Eğitim onun cankurtaranı olmuştu. Onca yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen muhtemelen annesinin kararlılığı ve katıksız metaneti sayesinde Konfüçyüs özel ev içi eğitim almış; tarih, şiir ve dini merasimlere dair sıkı bir müktesebat edinmişti. Başka çocuklar oyuncaklarıyla oynarken ona, çanak çömlek dizerek kutsal merasimleri yerine getirmesi öğretiliyordu. Gelenek-görenek düşkünlüğünün kaynağı buraya dayanıyor olmalı. Kadim, köklü düzen idealiyle içinde devindiği kaosa bulanmış hayat arasındaki yarılma ve uyumsuzluk onu düşündürtüyordu.

Fazla dağıtmadan felsefeyi Antik Yunan’da mümkün kılan toplumsal koşullara yeniden dönelim. İyonyalılar denizcilikle ve ticaretle iştigal eden, bu yüzden felsefi düşünüşe imkân tanıyan özgürleştirici zamana sahiplerdi. Ayrıca denizci bir halk olmaları Yunanları belirsize, bilinmeze meraklı, iştahlı hale getirmiş olmalı diyerek spekülatif bir hipotez ortaya atsam ne dersiniz? Bu arada biz "boş zaman" kavramını doğru bulmuyoruz. Boş zaman, çalışma dışı zamana işaret eden bir kavramsallaştırmadır. “Boş zaman medeniyetin direğidir," derken serbest zamanın özgürleştirici, kişinin kendini gerçekleştirmesini sağlayan zemini sağlayan bir zaman dilimi olduğunu vurgular Aylaklığa Övgü'de Russell. Verili koşullarda çalışırken geçen zaman boş zamandır bize kalırsa.

Yine Yunanlılar kent devletleri yani polisler, siteler, şehir devletleri halinde dağınık olarak örgütlenmişlerdi. Her ne kadar kadınları ve yabancıları dışlasa ve kölecil olsa da özgür yurttaşlar agoralarda doğrudan, katılımcı demokrasinin gereklerince polisin idari süreçlerine iştirak ediyordu. Kent devletleri arasındaki mücadele aynı zamanda bir etkileşim ve çoğulculuk yaratıyordu. Ortadoğu'da ise, mesela kadim Mısır'da doğu despotik devlet geleneğine yaslanan tanrı-kral yönetimi yürürlükteydi. Yunan'da ayrıca Hint'te olduğu gibi bir kast sistemi ve din adamları sınıfı, rahipler zümresi yoktu.

Ayrıca Antik Yunan şehir sitelerinde kamusal alanda kitap satılan pazarların kurulduğu bir sosyal formasyon olduğunu da hatırda tutmalı. Kitap pazarlarının kurulması demek, bilginin kamusallaşması, demokratize olması demektir. Felsefenin ancak kamusal kitap pazarları olan bir toplumda filizlenebileceğini teslim etmeliyiz sanırım. Üstelik bu durum, herhangi bir kralın bireysel tercihi, hususi bir ilgisi ya da devlet politikası da değildi. Kamusal kitap pazarları, Kadim Yunan’ın kendiliğinden ve kurumsal bir olgusuydu. Oysa Mısır’da, Babil’de, Sümer’de, Hindistan’da okuryazarlık imtiyazlı sınıfın, ruhban sınıfının, din adamları taifesinin tekelinde olduğunu biliyoruz. Kil tabletler, çivi yazısıyla yazılmış metinler, parşömen, papirüs yüzeyine nakşedilmiş metinler ya hükümdarın/prensin/kralın sarayındaki şahsi kütüphanesinde ya da dini mabetlerin kitaplığında yer almaktaydı.

Sözlerimi bitirirken bir uyarıda bulunmalıyım: Biz, felsefenin kadim Yunan'da ortaya çıktığını söylerken diğer medeniyetlerde felsefi meseleler, meşgaleler, akıl yürütmeler yoktu demiyoruz ve böylesi bir oryantalizme düşmüyoruz. Sadece mitoslardan arınmış, pratik kaygıların ötesine varmış, dünyayı dünya ötesi, aşkın süreçlerle değil de dünya içi süreçlerle, akıl yürütmelerle kavrama, bilgiyi "bir şey için" değil de kendisi için, "bilgiyi bilgi için" isteme tavrının öncelikle ve en gelişkin haliyle Antik Yunan'da neşvünema bulduğunu söylüyoruz. Yoksa diğer Uzakdoğu ve Ortadoğu medeniyetlerinin dünya kurguları, tasarımları, resimleri Antik Yunan felsefesinin fermantasyonu, doğumu için hazırlayıcı zemin oluşturmuştur. Mitoslardan, teolojiden, tanrıdan, pratik ve pragmatik kaygılardan sıyrılmış, yöntemli felsefi uğraş bildiğimiz kadarıyla ilk defa Antik Yunan'da arz-ı endam etmiştir.

Editör: Haber Merkezi