Herhangi bir dilde yazılabilecek en yetkin eserlerin erkeklerin elinden çıkabileceğine inanılan zamanlar... Erkeğin bir akıl ve kültür, kadının ise duygu ve içgüdü varlığı olduğuna inanılan zamanlar... Erkekte yakışıksız ve uygunsuz görülen duyguların kadına özgü olduğu kabulünün geçerli olduğu zamanlar... Kadınların, şeçilmek şöyle dursun, seçme hakkını bile kazanabilmek için nice öldüğü zamanlar... Sonra kendini kendinden kan revan, feryat figân doğuran kadınlar... Testosteron kasırgalarına kafa tutan kadınlar...

Emily Bronte kulağını ağaca yaslayıp karıncaların ayak seslerini dinliyor, belki de rüzgâr ona yaklaşmakta olandan havadisler verir. Toprağın bozkır saçlarını tarıyor Bronte. Aynı annenin ve hanenin rahmini paylaştığı kardeşleriyle beraber tepelere çıkıyor Emily Bronte; rüzgâr kadim zamanlardan sırlar fısıldasın diye kulağına... Octavia Butler'ı girdiği seradaki bitkiler yapraklarıyla selama duruyor. Yapraklar hışırdayarak konuşuyor onunla. Butler'ın ömrü yapraklanıyor sonra. Güneş yağmurlarını emiyor her bir yaprağıyla bitkiler. Robin'in annesi her ne yana baksa ömrünün kara yıkıntılarını görüyor. Kafatasının içinde olması gerektiği koordinatlardan kaymış beyni, berdevam maziyle kavgaya tutuşuyor. Robin'in iç yerinde, "Ah anne, geçmişinle bir ateşkes imzalamanı sağlayabilseydim, bu mütareke bir dinse keşke," cümlesi yankılanıyor. Eileen Chang "gelmeyesi geleneklerden", "görmeyesice göreneklerden" kaçmak için odasına dökülen ay ışığını toplayarak yeraltı odasına kapanıyor, tek kişilik bir kalabalığa dönüşüyor. "Kendi hapishanesinin amiri" kesiliyor. "Ay sabaha kadar onun huzurunda kalıyor." Sylvia Plath, yaşamına ölümünü anlatıyor ve onu ölmeye ikna ediyor. O önce ölmeden önce ölüyor, sonra da öldükten sonra yaşıyor. Plath, pençelerini dişil öfkenin bileyi taşında sivriltiyor. Çocuklarına kahvaltı hazırlamaktan ve evcimen bir yaratık olmaktan ıstıraplı Plath, kafasını bir fırına sokarak yaşamını ölümün rüyasız, kabussuz, asude ülkesine sızdırıyor. Toni Morrison, babasını kucağında uyutuyor, tarihine kendi tarihini anlatıyor. Afrika'yı, bu yeleleri yolunmuş, dişleri sökülmüş, kaburgaları abaküs gibi tane tane sayılabilen, hançeresi yırtılmış, kükreyişleri mırıltılaşmış bir aslan olan bu bahtı kara coğrafyayı bir kabile ateşi başında anlatıyor. "Akıntıyla ailesinin tedirgin hayaletlerini düşman nehirlerde karşı kıyıya taşıyor." Anna Ahmatova, "sıhhat kazanında kaynattığı memnu elyazmalarını yaralılar için bandaj yapıyor." Efkârla sürme çekilmiş gözlerinden oğul yağmurları boşanıyor. Cristina Peri Rossi'yi postallar hanesinden, eşinden, okulundan, öğrencilerinden, kitaplarından, devrimden ve yoldaşlarından çok ama çok uzaklara tekmeliyor. Rossi, uzak bir yaşamı, yakın bir ölüme yeğliyor. Sürgün, bütün ömrünü mesken tutuyor. Değil mi ki mutlu sürgünlük yoktur. Uzaklar onu hep çok yakından vuruyor. Rossi, kütüphanelerin kadını, kelimelerle mesh ve mest oluyor. Küskün Kahvenin Türküsü'nü alabilmek için bir ay üniversite yollarını yayan yapıldak kat ediyor. Aşka âşık, sevdaya sevdalı Eleanor, kadınlardam kentler ve Aşk Mahkemeleri kuruyor. Erkekler, kadınlara sevdayla, şiirle, ezgiyle bakmayı öğreniyor. Esclarmonde de Foix, bir defne dalına dönüşüp Pirenelerin nefesiyle kanatlanıyor. Kadınlar, kudurgan Katolik Kilisesi'nin "kutsal" hiddet ve şiddetini üzerine çekiyor. Furuğ, evin karasından ölümün beyazına firar ediyor. Yeryüzünün lanetlilerine masallar anlatıyor, türküler terennüm ediyor. Emily Dickinson, çekmecesinde şiir yetiştiriyor, Susan Huntington’ın rakamlara bulaşmış ellerini şiirlerle kavrıyor. Alfonsina Storni Mar del Plata’ya doğru yürüyerek okyanusun nehirle öpüştüğü o yerde ölüm uykusuna dalıyor, gece onun yorganı, deniz ebedi istirahatgâhı, ay da kandili oluyor ve Storni, rüyâsını yakamoza anlatıyor ve onun o şiirli yalnızlığından ansızın kırlangıçlar havalanıyor. Saçılan can yongalarını şiirle topluyor, güneşin örtüsünü kaldırıyor.

“Dünyanın tersine dönmeye pek hevesli olduğu zamanede kadınlar bize her şeyin doğrusunu ve olması gerekenini hatırlatıyor.

Editör: Haber Merkezi