Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Türkiye’yi anti demokratik yönetmek isteyenlerin eskiden beri hayallerini süslemişti. Buna da sözüm ona Başkanlık Sistemi diye adlandırıyorlardı. Denetimden uzak, eleştiriye kapalı, özgürlükçü bakışı yasaklayan bir sistem kötü niyetli kişi ve grupların tam da aradıkları sömürü ve soygun düzenine ortam sağlıyordu.

Böyle bir ortamı her on yılda bir darbe yaparak buluyorlardı. Ama darbeler askerin vesayetinde gerçekleşiyordu. Türkçü -İslami ırkçı güçler bundan yeterince faydalanamıyordu. 2002 yılında AKP iktidar olunca, Türkiye’yi “derinden” yöneten güçler yeni bir iktidar etme, Türkiye’yi yönetme olanağına kavuştu. Bu iktidar o ana kadar neyin eksikliği vardıysa hepsine bir “çözüm” öneriyordu. Darbelere karşı demokrasi, darbe anayasasına karşı demokratik anayasa diyorlardı. Bu sebeple de toplumun demokrat, sol kesiminden de oy alabildiler.

Bir tek Kürt sorununun varlığı ve çözümü karşısında “Düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” demek durumunda kaldılar. İşte burada aslında bütün o demokrat söylemlerinin aldatmaca olduğunun ipucunu vermiş oluyorlardı. Şu bir tarihi gerçeklikti: Kürt sorunu demokrasinin temel sorunudur. Bunun içinde insani, sosyal, etnik, tarihi ve kültürel tüm sorunlar vardır. Ve bu sorun tüm iktidarların niyetlerinin ne olduğunu ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı işlevi görüyordu.

AKP iktidarının bu kötü niyetini ilk fark eden Kürt halkı adına siyaset yapan parti ve hareketler oldu. Ve buna tepki vermeye başladılar. Çünkü 90’lı yıllar boyunca acı çeken, bedel ödeyen, köyü, evi yakılıp yıkılan, en yakınlarının faili meçhul cinayetlerle katledilen, kaybedilen Kürt halkı demokrasi içinde hak ve özgürlüklerinin verilmesini, ana dilde eğitim olanaklarının yasal ve anayasal düzeyde tanınmasını istiyordu. Ama bunların hiçbirinin gerçekleştirilmesi yönünde adımlar atılmıyordu.

AKP ve başkanı Erdoğan iktidara ikinci kez geldiği bir dönemde Kürt sorununu tüm ağırlığı ile hissetmeye başladı. Rahat bir dönemde iktidar olan AKP, Kürt sorunun samimi ve ciddi anlamda ele almayınca takiye yapmaya başladı. Bu onun ideolojik fikriyatında olan bir şeydi. Kürtçe Kurs ve Kurdi tv açması bu takiyelerin ilk adımıydı. Erdoğan “Kürt sorunu yoktur”dan, “Kürt sorunu benim sorunumdur” a geldi.

Bunu Oslo görüşmeleri izledi. Eğer, genel Türkiye demokrasiniz geliştirmede ve Kürt sorunu çözmede ciddi ve bu ciddiyete uygun proğramatik davransaydı Oslo görüşmelerinde bir sonuç elde edinilebilirdi. Çünkü o döneme kadar yapılmayan bir şey yapılmıştı. Devlet yetkilileri, Norveç devletinin arabuluculuğunda, Kürt sorununun esas bileşeni PKK ile oturmuş ve görüşmeye başlamıştı. Bu bile, tek başına o güne kadar tabu haline getirilen bir “devlet tavrını” yıkıyordu. Bu görüşmelere zemin sağlamak üzere adımlar da atılıyordu. Nitekim dağdan, siyaseten 35 kişi Habur’dan giriş yaparak Kürt siyasetinin barış ve demokratik çözümde samimi ve ısrarlı olduklarını gösterdi. Ama devlet politikasını yürüten AKP bu samimiyeti gösteremedi. Sonuçta operasyon başlatarak Kürt siyasi hareketini hedef aldı ve seçilmiş belediye başkanları dahil yüzlerce siyasetçiyi hapse attı.

Bir süreç böyle kapandı. Ama 2011 yılında yapılan genel seçimde 3. Kez iktidar olunca, Erdoğan iyice iktidarını pekiştirdi ve artık onun deyimi ile “Ustalık dönemi” başlamış oldu. Bu ustalık dönemi pozitif anlamda bir ustalık olmadığı belliydi. Çok geçmeden yine en büyük sorun olan Kürt sorununa odaklandı ve “cesaretli,” adımlar attı. Çözüm sürecini başlattı.

Bu kez dolaylı ya da arabulucularla değil, doğrudan görüşmeler başlattı. Devletin tüm etkili kesimleri bu görüşmede yerini aldı. Görünürde ne kadar görüşme programı varsa devreye kondu. İçinde DTK eş başkanı dahil tüm siyasi parti ve temsilcilerinin anayasa görüşmelerine çağırdılar. Görüşme ve müzakere heyetleri oluşturuldu. Akil adamlar toplantısı yapıldı ve bunlar Türkiye’nin her bölgesinde halkla toplantılar yaptılar, raporlar oluşturdular.

O güne kadar hiç olmayan şeylerdi bular.

Erdogan “ustalık dönemi”ni artık Cumhurbaşkanı olarak yerine getiriyor ve çözüm adına yapılan tüm bunları oturduğu koltuktan yönetiyordu.

Çatışmaların durduğu, görüşmelerin devam ettiği bir esnada Paris’te 3 Kürt kadın siyasetçi devletlerin istihbarat oyunları kapsamında öldürülmesi bu yeni görüşme ve çözüm arayışlarını akamete uğratmadı ama Kürt siyasetini ciddi kaygı ve kuşkuya düşürdü. 2013 Nevrozunda iki milyon kişinin toplandığı alanda barış deklarasyonu okundu. Çözüm süreci resmen ve fili olarak başlamış oldu. Ama bunu izleyen gün ve aylarda Kürt illerinde başka şeyler olmaya başladı. Bölgede askeri hareketlilik başladı. Çatışmalı dönemde girilmeyen yerlere girildi, baraj yapımlarına ve kale gibi karakollar inşa edilmeye başlandı. Bu neyiz hazırlığı idi!

O devasa barış hazırlığı, görüşmeler ve bir döneme damgasını vuran “çözüm süreci” bu kuşku ve kaygılarla başladı. Çözümün ciddiyetinde uzak olan bu yaklaşım çok geçmeden 2014 yılında yapılan en uzun MGK toplantısında devlet “bu oyunu” ortan kaldırma kararları alarak, adına “çöktürme planı” dedikleri süreci başlattılar.

Kürt siyaseti devletteki ve devleti yöneten AKP’nin çözüm konusundaki ciddiyetsizliği erken zamanda görmüştü. Ama Kürt siyaseti devlette ve siyasette bir çözüm mantığının ve olasılığının gelişmesi ve bunun yapılabilirliğinin ortaya çıkarılması için bu sürece girdiğini belirtmek gerekir.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, bu gelişmelerden bağımsız değildi.

2016 Temmuzundaki darbe girişimi Erdoğan’a yaradı. Erdoğan bunu “tanrının bir lütfu” diyerek bu niyetini açığa vurdu. 2017’deki Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bu darbenin gölgesinde, olağanüstü gergin koşullarda gündeme geldi. Muhalif belediyelere kayyumların atandığı, on binlerce işçi ve memurun işten atıldığı, muhaliflerin açlıkla, cezaevi ile tehdit edildiği bir dönemde meydana gelen oylamanın gerçek ve adil bir oylama olduğu söylenemezdi. Ve zaten 2014 sonrası tüm uygulamalar devlet kararı ve mit uygulamaları olarak gündeme geldiğinden dolayı tüm seçim ve demokrasi oyunları bu kurgunun ürünü olma şüphesinden kendini kurtaramadı.

Bu sebeple iradi bir devlet gücü ile hayata geçirilen CB Hükümet Sistemi, çok geçmeden Türkiye’ye, tarihinin en kötü dönemini yaşattı. Ve bu sistem çok erken, iki yıl gibi bir süre içinde iflas etti.

Şimdi bu sistemin savunucuları bile bundan nasıl kurtuluruz tartışmalarını yapmaktalar.

Tam da böylesi bir kritik dönemde HDP sorumlu ve yapıcı siyasetin gereği olarak bir deklarasyon kamuoyu ile paylaştı. Bu deklarasyonda çıkış yolunu gösteren HDP yeniden demokrasiyi ve Kürt sorununun çözümünü öne sürdü.

Evet Kürt sorunu….

Yani demokrasi ve insan hakları sorunu, fikir özgürlüğü, herkesin yasa önünde eşit olarak hak, adalet, hukuk sahibi olması, ana dilde eğitim hakkı, dillere, kültürlere ve inançlara saygı sorunları… Bunlar yasal ve anayasal bir güvenceye kavuşmadan hiçbir yere varılamayacağı gün gibi açıktır.

CHP, İYİ parti, Saadet Partisi ve AKP den kopan DEVA ve GELECEK Partisi tekrar parlamenter sisteme geri dönüleceği mesajı ile yeni dönemi karşılamayı propaganda ediyorlar. Ama Türkiye’nin temel sorunlarına dönük net, güven verici bir mesajlarının olmaması kaygı vericidir. Demokratik parlamenter sisteme dönmek iyi ama Kürt sorunu etrafında düğümlenen yukarıda arz ettiğimiz toplumun, toplum ve insan olmaktan kaynaklı topluluk ve bireysel hak ve özgürlüklerine nasıl bir çözüm öneriyorlar? Bunun üzerine kafa yormaları gerekmez mi? Sadece Erdoğan karşıtlığı ve AKP muhalifliği yetmez doğal ki… Unutulmamalı, tarihi tekerrür ettirmek gericiliktir. Tarihten, toplum ve insanlık lehine dersler çıkarıp sorunları çözmek tüm ülkeleri refaha ve kalkınmaya götürür, o ülkede yaşayanları da mutlu ve onurlu birer yurttaşlar topluluğu yapar.