Çocukken oynadığımız oyunlardan birinin adıydı: "Aç Kapıyı Bezirgânbaşı"

Oyun en az sekiz kişiyle oynanır. Oyuna başlayabilmek için iki defa sayışma yapılarak iki takım lideri belirlenir. Bu liderler kendilerine bir isim bulurlar. İki takım lideri, karşılıklı el ele tutuşarak bir kapı oluştururdu. Diğer çocuklar da bu kapının önünde ark arkaya sıraya dizilir. Tekerleme söylenmeye başlar, sıraya girenler tekerleme bitinceye kadar kapıdan sorunsuz geçer. Tekerlemenin bittiği an kapı kapatılarak içinde kalan hapsedilir. Kapana kapılana, takım liderlerinin belirlediği iki isim sorulur. Tercih hangisinden yana kullanılırsa oyuncu o liderin arkasına geçer. Tüm oyuncular tek tek o kapana kısılarak bir tercih yaparlar. Kapıdan geçme işi bitince iki grup karşılıklı birbirlerini çekme yarışına girerler. Zincirden ilk kopan yenilmiş grup sayılırdı. Oynayanlar hatırlar...

Bezirgânın ne anlama geldiğini bilmezdim. Arkadaşlarımda bilmezdi... Anlamının bir önemi de yoktu zaten. Anlamadan, yargılamadan, manâlar yüklemeden sadece oynardık. Oyunlarımız tertemizdi... Bu oyunu büyüklerimizin de üstelik acımasızca oynadığını o zamanlar bilmiyorduk.

Biraz büyüyünce bezirgânların ne iş yaptığını öğrendik. Bunlar tüccardı. Mal alıp satarlardı. Malların çeşitliliği hakkında pek bilgimiz olmasa bile, taşınır taşınmaz tüm malların satılabilirliğini; satılıp alınanların sadece mal olmadığını, emek, hizmet, fikir ve sanatın da tıpkı mal gibi alınıp satılabileceğini öğrendik.

Daha da büyüyüp sorgulama yapmaya başlayınca, artık her şeyin haraç mezat alınıp satılabildiğini öğrendik. İçinde yaşadığımız toplumsal-siyasal sistem, her şey ama her şeyi alınıp satılan meta olarak dayatıyordu. Emek, yetenek, su, toprak, yiyecek, İnsan bedeni ve kanı, insanların geleceği ve ruhu… Bezirgânlardan korkmaya başladık. Bunların bir de kademeli, büyüklü küçüklü olanları vardı. Küçük bezirgânlar, yapabilecekleri başka meslekleri olmadığından, sadece az kazançlarla geçimlerini sağlarlar. Orta derecedekiler; hâli vakti yerinde, geçim dertleri bitmiş, birikimlerini büyütme derdinde olanlar. Büyük olanları ise zenginleşmiş, daha da zenginleşerek hükmedebilme derdinde olanlardı. Büyüklerden daha büyük olanlar ise zenginleşmiş; bu zenginliklerini korumak, garantiye almak ve en büyük olabilmek için siyasetle ilişiklenmiş, bir partiye kapağı atmış, küçük bezirgânları kendine kul-köle etmiş olanlarıydı. Bunlar hükmedebilenlerdi. İşte bu en büyüklerine bezirgânbaşı denilebilirdi.

Çocukken anlamını bilmeden andığımız bu kesim en büyüktü. Toplumsal statüde üst düzey, ülkelerin kaderini belirleyen ve sahibi olduğunu düşündüğü metalarını koruyup kollayabilmek adına “ Mülkün Olan Adalet Temeli”nin üstüne duvarlar örerek, kendini burada ev sahibi yapmış olduğunu da öğrendik. Yetişkinlerimiz bu bezirgân başlarını çok iyi bilirlerdi. Çünkü bu başlar; insanların, hayvanların, toprağın bile kaderini belirlerlerdi. Hatta ülkeyi dahi kendi metası, sermayesi gibi görürlerdi. Gelecek kuşak, eğitim, adalet, doğa gibi dertleri yoktu. İnsan hayatı ve gelecek alıp satarlardı. En çok onlardan korkulur, en çok onlara hürmet edilirdi. Hiç doymazlardı, isteklerinin bir sınırı da yoktu…

İnsanların kendini sattığını ve bundan kâr elde edeninin olduğunu da öğrendik. Sadece kendini ya da bedenini pazarlayanlara yoktu bir sözümüz. Sonuçta tek sermayesi kendisi üzerineydi.

Kendinin değil de başkalarının hayatlarını sermaye olarak görüp alıp satanlara, diyecek çok sözümüz var. Artık büyüdük… İnsan hayatı ve geleceği bezirgânların metası değildir. Çürük elma diye yaftalayarak, ayrıştırıp kutuplaştırarak, birbirine çekiştirtmenin eğlenceli hiç bir yanı yok. Hiç bir kuralı olmayan bu oyunu, topluca mızıkçılık yapıp bitirmek lazım…

Çocuk dürüstlüğünde ve saflığında olduğu sürece, oynanacak daha çoook oyun ve eğlence var…

Sevim ALAGÖZ

Editör: Haber Merkezi