DEMİR PARMAKLIKLARIN ARDINDAKİ HAKİKAT

Sabaha gözlerimi açınca, bir gün önceki hava raporu geldi aklıma ve pencerenin önüne vardım. Evet, akşam yeniden yağmaya başlayan kar gelmiş ama birbuçuk metrelik boşluğa pek yerleşememiş. Doğallıkla gözümü esasen penceremin demirparmaklıkları doldurdu. Salondan bakayım dedim. En azından orada bakış alanı daha genişti. Evet, zaten çıkmaz olan bir parçacık sokağı işgal etmiş arabaların üstünü mekan tutmuştu kar. Ama demirparmaklıklar orada da sabitti. Karşı apartmana kaldırdım gözlerimi, o pencerelerde de sadece demirparmaklıklar vardı. Giriş katların az üstüne bakınca uzun pencereleriyle az daha mekanın ferahlığını fark ediyorsunuz. 15-16. katlara kadar demirparmaklıklar görmüş bu gözleri kesmiyor manzara. Aklım hakiki parmaklıklara kayıyor.

Demirparmaklıkların da bir tarihi, birer ekonomi politiği var elbet. Konut diye yapıp parmaklıklara teslim edilmenin dayanılmaz ağırlığı ile kapatılmanın mekanlarını elektriklendirilmiş tellere teslim etmenin hafifliğinin aynı olduğu çabucak kafamda yerine oturuyor. Yüreğim ise bu iki ağırlıkla bir daha burkuluyor.

Geçtim ortaçağdan, şatolardan, Magosa, Sinop gibi kale zindanlarından; insanlığı kendisiyle bir kılmış kapitalist modernite ve kapitalist devletler hayatı hangi zaman aralığında bu kadar demirparmaklıkla sardı diye düşünmeden edemiyorum. Hele Türkiye’de! Oysa hikaye “on yılda demir ağlarla ördük memleketi” diye başlamıştı. 100 yıl geçmiş, hala demir ağların girmediği sayısız il, ilçe, köy, bucak var da, demirparmaklıklı evlerin, hele de “kapatılma” mekanlarının olmadığı değil il, ilçe yok, bulamazsınız! İstatistiklere göre, memlekette okuldan kat kat fazla cami olması misali, insanların konut ihtiyacını gidermekten kat kat fazla (rant konutlamayı saymıyorum), “kapatılma” mekanları kurmak revaçta!

Kapatılma mekanları, yani cezaevleri. F Tipi, H Tipi, L Tipi; envai çeşit tipte olanları sardı çoktandır etrafımızı. Bu gelişme tarzının da bir tarihi bir ekonomi politiği var. Kapitalizm artık küresel dedikleri ekonomi modeli neoliberalizm(bütün yasal- gayrı yasal çerçevesiyle birlikte) dönemiyle, dünya ve savaş modelleri Yeni dünya Düzeni ve de konumuz itibarıyla tutsak, tutsaklık tanımı(terörist, Terörle Mücadele Yasası) ve kapatılma mekan(bütün altyapısı, yasal mevzuatı ile birlikte gri renkli tecrit mekanları) modelleri zamandaştır. (Şimdi lüks konutların bir bölümünü de böyle yapıyorlar; tek kişilik!)60- 70 yılı geride bırakmak üzere de, Avrupa ve (elektrikli sandalyesiyle daha eski ve daha vahşi olan) Amerika’dan başlayarak, ülkeden ülkeye, kavgadan kavgaya(aynı temel nedenlerle uyumlu elbet) değişiklik göstererek, memleketimize ve günümüze kadar geldi.

Elektrikli telli duvarlarla nasıl zengin siteleri, “basit ve yoksul” halktan izole- steril hale getiriliyorsa, bodrum katlar da, yoksulu daha yoksuldan korumak üzere demirparmaklıklara bezeniyorsa, kapılarına ekonomik gücüne ve içerideki zenginliğine göre kilitlerle, alarm sistemleriyle süsleniyorsa, cezaevleri de teknolojinin en has ürünleriyle dışarıdan ve içeriden “korunuyor”, içindekiler de diğer içindekilere karşı böyle bir “iyi niyetle” tecrite alınıyor. Parmak izi, göz retinası, insanın tükürüğü; hepsi ama hepsi birden suç aletleri kılındığı gibi, “suçlu” tecritinin de asli araçları halinde. Kapılardan, görünmez gözlerden, görünür görünmez aramalardan başka, soymalardan, “ellenmeler”den geçip bir insanı uzaktan görebiliyorsunuz. Elinizde bir telefon almacı, gözlerinizin önünde cam ve de tel örgü, komuta merkezinden dinlenerek konuşmaya çalışıyorsunuz. “Kamber Ateş nasılsın” diye konuşmayasınız diye de, hala...

Bizim memlekete 12 Faşizmi, asker postalıyla geldi. 24 Ocak kararları ile hedefi birleştirildi; memleketi ekonomik ve siyasi anarşiden ve bölücülükten arındıracaklardı! E tipiydi o zamanın mekanları ve koğuş tecrit esasına. Siyasilikle bölücük arasında fark vardı memleketin yeni yönetici katmanında da. O yüzden Amed’e ve bölgeye düşen de işkence merkezleri gibi farklılık arz etti; Amerika’nın Vietnam’a monte ettiği Saygon zindanları, Poulo Condor Adası türleri düştü! Ankara’ya daha “hallicesi” Mamak, İstanbul’a önünü bir türlü kesemedikleri direnişlerle karışan Metris düştü. Yaşanan zulümleri saymak gerekmiyor şimdi.

Heyhat! Hayat akıyor durmadan!

Egemenler sonunda baştaki “arındırma” hedefi tutturduklarını ilan edip “af” buyurduklarında takvim 1991’di. Neoliberal politikalar bütün dünyada epey yol almış, bir bonus sevinciyle karşıladıkları “sosyalizm” çökmüş, SB gibi dev bir düşmanı kaybetmişlerdi. Artık komünizm, tehlikeli olmaktan çıkmış, “terörizm” icat olmuş, “bölücülük” tavan yapıyordu. İlk çıkardıkları yasanın adı, hiç tesadüf değildi; Sansür ve Sürgün Kararnamesi! Yani 1925’in Takriri Sükun Kararnamesi güncellenmişti. Onunla uyumlu esas adım, Terörle Mücadele Yasası’nın çıkışı olacak, 12 Eylül affının sınırlarını bile çizecekti: sade solcuya idam yerine 10 yıl, Kürt bölücüye 20 yıl hapis. Tabii 10 yılı çoktan doldurmuş 146’lıklar serbest kalacak, 125’lik Kürt Memetler yatmaya devam edecekti.

Bir on yıl bu yeni durumla mücadele edilip F Tiplerine binlerce tutsak atmayı başardıklarında son noktayı koyduklarından emindiler. (Zamandaş bir olgu daha: Neoliberalizm memleket işçi sınıfını ve emekçileri parçalamış ve Yeni Dünya düzeni istilasını çok ilerletmiş, memleketin etrafını savaş meydanlarıyla çevirmişti.) Üstelik tam bir CİA işi komployla Kürt Halkı önderi Abdullah Öcalan’ı, İmralı tek kişilik cezaevini kurup içine yerleştirmeyi de başarmışlardı. Artık “bölücülük” de tehlikeli olmaktan çıkacaktı!

Hesapları hiç tutmadı elbet. Kürt milyonlar büyük bedeller ödeme pahasına sokaklardan ve sandık başlarından hiç eksik olmadı; kimliğini ve iradesini teslim etmedi! Her bir biçimiyle mücadele içinde zulümle- katliamlar dahil- cebelleşti durdu. Egemenler, durmadan artan “terörist- bölücü terörist” yakalamak ve onları kapatmak işinden başını alamaz halde, derken; yukarıda dediğim olgu bütün haşmetiyle ortaya çıktı. Demir ağlarla değil ama demir parmaklıklarla örüldü memleketin dört bir yanı! Şimdi o demir parmaklıkların ardında 300 bini aşmış tutsak var! Pandemiyi bu alanda bile “fırsata çeviren” faşist iktidar blokunun yaşattığı tecritin en olmazı var şimdi, özel olarak siyasi tutsaklara. Tecrit dediğimiz olgu hem çok geniş, çok vahşi hem. Şimdi demir parmaklıkların ardında binleri aşan siyasi hasta tutsak var ve sık sık cenazeleri çıkar oldu. Kalanları ölmeye, çürütmeye terk var! Demans hastası Aysel Tuğluk, elinde sonda torbası hastanelere sürüklenen 84 yaşında Hüseyin mca ve daha niceleri. Oralarda infazları yakılanlar, cezaları hiç bitmeyenler var! Adlarını saymam Demirparmakların ardında işkence var! Kadınlara tecavüz var! Her ikisini de yaşayan Garibe Gezer... İntiharlar var! Yine Garibe... Yoksul ailelerin, yüzlerce kilometre uzakta çocuklarını gidip göremezliği var. Çünkü bir de tutsakların ve mahkeme yerlerinin sürgünü var! İçeride de paralı elektik, paralı su, pahalı alış verişi de var. Yemekleri, şirketlere emanet edilmiş üstelik. (Hatta gözaltı merkezlerinde, sorgu yerlerinde de artık tekeller yemek işinin ticaretini ele almışlar!) Dışarıdaki yoksullaşma ve yoksunlaşmaya paralel içeride de tutsağın yoksunlaşması kadar yoksullaşması var. Bunu da eklersek; cezaevlerinde ekonomik politik baskı ve şiddetin bütünlüğünü ve tabii sermaye düzeni gibi, devlet eliyle icrasını tam görebiliriz. Cezaevleri inşaatının son yılların en kar getiren kalemi olarak yandaş sermayeyi beslediği de gerçeğin bir tarafı olarak kayıtta kalsın.

Zamanlarda cezaevlerinden yeter artık, diyen sesler, imdat çığlıkları yükselişi bu yüzden. Gültan Kışanak bir röportajında; elinizi uzatın artık, dedi. Son röportajında, cezaevindeki durumu “toplama kampından hallice” diye tarifliyor Figen Yüksekdağ. Bense çoktandır, “yargısız infazlı, hasta olanların siyasi cinayetlere uğradığı” toplama kampı diyorum. Bildiğimiz Nazi kamplarından farkları var elbet. Fakat mantığı, zihniyeti aynı. Güçleri yetseydi, sorgusuz sualsiz kullanacakları toplama kamplarından uzak durmayacaklardı muhakkak. Erdoğan’ın, “rehber kitabı Hitler’in Kavgam’ı” diyen sesi kulaklarımda şu an. Ki şimdiki zamanda, dünyanın iletişim çağında, herkesin gözlerinin içine baka baka bunu yapıyorlar.

Bugün penceremden kar yağıyor mu diye baktığımda, görüş alanımı çembere alan betonlaşmadan başka, kısıtlayan demirparmaklıklara takıldım. Ama esas bizlerden koparıp aldıkları insanlarımızın kapatıldıkları demirparmaklıkları gördüm ve göstermeye çalıştım. Orada burada onlar için direnen aileleri var. Onlar için çalışan İHD’ler gibi örgütler var, avukatlar var, siyasi partiler var. ama işte yetmiyor! Bütün toplumda görün kılınmaya ihtiyacı var ölümlü zulümlü cezaevleri yaşamının!

Yarın Newroz; gerçek anlamda memleketin dört bir yanında Newroz ateşleri yanacak, karlar eriyecek, milyonlarcamız halaya duracak! Newroz, her şartta ve ahvalde yeri ısıtacak, göğü aydınlatacak! Muhakkak ki demirparmaklıklar ardındaki bütün tutsakların kulağı ve gözü Newroz ateşlerinde, meydanlarında olacak, oralardan kendilerine yansıyacak sıcağı ve kucaklaşmayı bekleyecekler. Özgürlükten başka, demirparmaklıklar ardında bile unutulmamaktan daha güzel ne duygu vardır ki dünyada! Sevmek diyebilirsiniz de, seven de unutmaz zaten...

Hoş geldin Newroz! Büyük zaferlere aç kapıları! Demirparmaklıklar ardını da ışıtmayı, hatta demirleri kırmayı unutma...