HABER MERKEZİ- Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, liberal demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin sınırları, bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişkilerin boyutları üzerine eski bir tartışma gelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden gündeme geldi. Gelişmekte olan ülkelerde bu tartışma her zaman vardı. Türkiye seçimlere giderken bu tartışma daha da büyük bir önem kazanıyor. Ancak bu dizi gelişmiş ülkelerle sınırlı. 

Cumhuriyet'ten Ergin Yıldızoğlu'nun analize göre; Yeniden canlanan tartışmanın genel eğilimi, liberal demokrasinin geleceğinin parlak olmadığına hatta “artık bittiğine” ilişkin. Liberal demokrasinin “liberal” yanının demokratik yanıyla, “serbestliklerin” (liberty) demokrasiyle uyuşmadığına “demokrasinin serbestlikleri boğmaya başladığına” ilişkin bir korku var. ABD, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde son yıllarda finansal kriz, pandemi, iklim krizi bağlamında tanık olunan gelişmeler, kapitalist üretim tarzının ve teknolojik gelişmelerin iyice belirginleşen kimi özellikleri bu korkuyu güçlendiriyor.

DEMOKRASİ YALNIZCA BİR AN MIYDI?

Demokrasinin geleceğine ilişkin yakın tarihte izleyebildiğim en ilginç örneklerden biri Robert Kaplan’ın 1997 yılında The Atlantic dergisinde yayımlanan “Demokrasi yalnızca bir an mıydı?” başlıklı denemesiydi. O denemede Kaplan, ülkeleri demokrasiyle yönetmenin giderek zorlaşacağını savunuyordu. Kaplan’ın savını desteklemek üzere ileri sürdüğü ekonomik, toplumsal ve ekolojik gerekçeler o günden bugüne daha da belirginleşti. 

Francis Fukuyama, 1989’da National Interest dergisinde yayımlanan “Tarihin Sonu” başlıklı denemesinde, Kaplan’dan çok farklı bir savı ileri sürüyordu. Fukuyama’nın, faşizmden sonra “nihayet” komünizmin de yıkılmış olmasıyla birlikte insanlığın siyasi gelişme tarihinin de sonuna geldiğini, bundan sonra tek geçerli rejimin liberal demokrasi olduğunu savunan denemesi çok yaygın biçimde okundu tartışıldı, benimsendi. 

Demokrasi tartışması ABD’de G. W. Bush başkanlığında savunma ve dışişleri bakanlıklarına yerleşen neo-con akımın, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ertesinde ileri sürdüğü “ABD artık bir imparatorluk oldu” iddialarıyla ve Fukuyama’nın denemesindeki saptamalarla da uyumlu olarak dünyanın kimi bölgelerinin öncelikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun “demokratikleştirilmesi”, seri rejim değişiklikleri projeleri bağlamında devam etti. 

Ne ki başarısız savaşlar, İslam içinden terörist bir kanadın yükselmesi, 2007-2008 finansal krizinden sonra, “büyük durgunluk” içinde gelişen sağ popülist-yeni faşist akımlar, 2010-11 yıllarında kısa bir süre yükseldikten sonra bir sonuç alamadan gerileyen “Arap isyanları”, Gezi Parkı olayı gibi sonuçsuz demokratikleşme çabaları, tarihin Fukuyama’nın savlarını desteklememiş olduğunu düşündürüyor.

REKABETÇİ OTORİTERLİK

Şimdi, Çin’in otoriter rejimiyle dünyanın ikinci büyük kapitalist ülkesi konumuna yükselmesi, ABD ve İngiltere’de Trump ve Johnson’un, Hindistan’da Modi’nin, Türkiye’de siyasal İslamın, Macaristan’da Orban rejimlerinin pratikleri, İtalya’da bir yeni-faşist koalisyonun iktidara gelme hazırlıkları demokrasinin geleceğine ilişkin resmi şekillendiriyor. Bu resmin içinde, tartışmalar, “illiberal demokrasi”, “rekabetçi otoriterlik”, yeni ve aslında tanımlanması çok zor, “Acaba, 21. yüzyılın özellikleriyle biçimlenerek yükselen, ‘süreç olarak faşizm’ olgusu karşısında liberal demokrasi umudunu canlı tutmayı mı amaçlıyorlar?” diye düşündürten kavramlarla giderek daha da karamsar bir ton ile devam ediyor. 

"BİR KANDIRMACA"

Demokrasinin geleceğine ilişkin tartışmalarda bir ilginç yaklaşım da teknolojik gelişmelerin etkileriyle ilgiliydi. The Nation dergisinde 13 Mayıs 2014’te yayımlanan, Thomas Meaney-Yascha Monk imzalı, “Demokrasi neydi?” başlıklı deneme, son iki yüz yıldır anlatılan “Demokrasi halk için halk tarafından yönetimdir” iddialarının, bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin ışığında tam “bir kandırmaca” olduğunun ortaya çıktığını savunuyordu. Yazarlara göre bilişim teknolojilerindeki gelişmeler doğrudan demokrasiyi olanaklı kılmasına karşın, halkın karar süreçlerine katılmasına ilişkin iddiaların kofluğunu da sergiliyorlardı. “Bir zamanların konforlu huzur verici kurgusu demokrasi, artık içinde barınılamaz bir mekândı.”

GÖZETLEME KAPİTALİZMİ

Soshana Zuboff’un “Gözetleme Kapitalizmi Çağı” (The Surveillance Capitalism-2019) başlıklı kitabı da bir diğer ilginç tartışmaya ışık tutuyor. Başlangıçta özgürleştirici eşitleyici, siyasilerin yalanları saklamasını olanaksızlaştıran bir gelişme olarak sevinçle karşılanan internet ve sosyal medya platformları zamanla büyük şirketlerin elinde bir karşılık ödemeden el koydukları “büyük veri”den kâr elde eden bir kapitalizme, giderek devletlerin vatandaşlarını yakından izlemesini, manipüle etmesini kolaylaştıran, otoriter rejimleri besleyen araçlara dönüşmüşler. Bu bağlamda, seçmenin bilgilenme özgürlüğü ve oy verme süreçleri anlamsızlaşmaya başlamış. 

Bir başka çarpıcı analiz de kapitalizmin aşıldığına ilişkin. Sağ kanatta Joel Kotkin’in “Yeni feodalizm geliyor: Küresel Orta Sınıfa Bir Uyarı” (2020) başlıklı kitabı, solda Yanis Varufakis’in “Tekno feodalizm kapitalizmin yerine geçiyor” başlıklı denemesi (2022), teknolojik gelişmelerin üzerinde yeniden şekillenen egemen sınıfların feodalleştiğini dolayısıyla artık kapitalizmden çıkmaya, feodalizme benzeyen baskıcı bir düzene geçmeye başladığımızı ileri sürüyorlar. Bu savlar da ister istemez liberal demokrasinin geleceği olmadığı sonucuna varıyor.

YARIN: SÜREÇ FAŞİZME DOĞRU EVRİLİYOR.

Editör: Haber Merkezi