Devlet mafya siyaset -1-

Bu başlık Türkiye için klasik, çok bilinen bir yapısal soruna işaret ediyor. Mafya, diğer adı ile gayrı resmi devlet içinde var olan çeteler Türkiye de emeği ile geçinen insanlar için ciddi bir sorun durumundadır. Ama devleti yönetenler, Devlet bazlı iktidara hakim olan siyasetçiler için bu bir sorun değil, sadece amaçlarını gerçekleştirmek için başvurdukları bir yöntemdir.

Bu sebeple Mafya Devlet ile siyaset arasında yerini almaktadır. Devlet olabilmek, iktidarı elinde tutmak, ekonomik ve siyasi olanakları elde etmek için her zaman böyle yapılar aranmış ve bunlar etkin olarak kullanılmıştır.

20. yüzyılın başlarında 1915 Ermeni soykırımından tutalım, ideolojik muhalifler olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının bertaraf edilmesinde kadar bu çeteler kullanılmıştır. Bu ikili bir durumdur. Bu ikili durumda, siyasetçiler hem devletler diplomasisinde sorumluluk almamak, hem de siyasi ve ekonomik amacının gerçekleşmesi için bir olanak elde etmeyi amaçlarlar. Ermeni soykırımı bir tehcir(yerinden etme-zorunlu göç) kararı olarak resmi kayıtlarda yer alırken, 20 komünist grubun Karadeniz'de katledilmesi devlet kayıtlarına bile girmemiş ama topal Osman gibi bir çetenin işlediği katliam olarak kalmıştır.

  1. iki olayın gölgesinde Türkiye ulus devletinin kuruluşu şekillenir. Ama bu yanlış, eksik ve sakat bir şekillenmedir. Bu sakat şekillenme etkisini tüm yüzyıl boyunca gösterecektir. Ne yazık ki, bu sakat şekillenmeye o dönem dünyaya hakim olan iki kutuplu sistem de olanak sunmuştur. Yükselen bir güç olan Almanya birinci dünya savaşında galip olmaya çalışırken müttefiki olan ırkçı Turancı İttihat Terakki iktidarının bu katliamına ses çıkarmamıştır. Hırıstıyan kapitalist devletler iki yüzlü bir duruma kaldı ve Hitler’ in katliamlarına ilham verecek bir 20. yüzyıl utancının yaşanmasına ortak oldular.

Kapitalist kutbun karşısında yer alan ve 2 yıl önce kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) de 20 Komünist önderin Karadeniz’de boğulması olayına ses çıkarmamıştır. Bunun yanında Ankara’da yeni yeni kurulan devleti, kendi yanında tutmak yanılgısı ile maddi ve manevi olarak desteklemiştir. SSCB’nin bu desteği 1925 ve 1935 Kürt katliamlarında da sürmüştür.

  1. hükümetlerinin Kürtlere karşı yürüttüğü haksız, katliamcı ve asimile edici politikaları hep yerel çetelerden, mafya tarzı mala mülke el koyan kişilerden faydalanmıştır. El koyan, talan eden bu zorba politikalar devletin resmi hukuki prosedürü ile yürütülmüyordu. Dışa karşı; şakilere karşı mücadele, irticaya karşı laiklik veya bölgeye “medeniyet” götürme adı altında yapılırken, tastamam bir işgal, talan ve katliam faaliyetleri Topal Osman tarzı çete ve mafyalar eli ile bölge halkına karşı yürütülüyordu.

Soğuk Savaş Yılları

Bu ulus devlet inşa süreci, tek dil, tek ırk devleti olarak ikinci dünya savaşına kadar sürdü.

İkinci dünya savaşından sonra Türkiye Nato üyesi oldu. Ve Türkiye Sovyetler Birliğine karşı yürütülen soğuk savaşta Amerikan sisteminin yanında yer alınca, bu kez gladio faaliyetleri geliştirildi. Mafya ve gayrı nizami ve garı resmi güçler o zaman daha da yaygınlaştı. Üstelik maddi ve yasal dayanağa ve dıştan gelene maddi desteğe sahip oldu. Gayrı Nizamî Harp ve kontrgerilla örgütlenmeleri ile bir yandan ülkücü kamplarda komando eğitimleri başladı. Diğer yandan Komünizme karşı mücadele dernekleri mantar gibi türemeye başladı. Özellikle 60’lı yıllarda bu tarz örgütlenmeler yaygınca geliştirildi. Devrimci ve demokratlar, Kürt halkının hak ve özgürlüklerini, dil ve kültür hakkını savunan insanlar ya Kürtçülükle ya da komünistlikle suçlandı. Demirel bu işin siyasal öncülüğünü yapıyordu. 70’li yıllarda ülkücü örgütlenmeleri bu gayri nizami harbın sokak saldırganları olarak kullanıldı. Mafya bu zeminde güç kazandı. Tekçi devlet zihniyeti ile Türkiye’yi yöneten iktidarlar bu güçleri paravan olarak kullanarak siyasi ve etnik amaçlarına ulaşıyordu.

  1. kapsamda 1 Mayıs katliamı düzenlenerek işçi ve emekçiler hedef alındı. Maraş katliamı ile de Kürt ve alevi toplum korkutulup kaçırtılmak istendi. Maraş bu katliam ardından ırkçı ve faşist MHP’nin hakim olduğu bir kente döndü. 12 Eylül askeri darbesine zemin oluşması için bu gayrı nizami güçler her türlü çete, ülkücü ve kontrgerilla faaliyetleri ile el birliği çalışıldı.

12 Eylül askeri darbesinden sonra ırkçı faşist ülkücülerin yanı sıra dini bir siyaset aracı olarak kullanmanın da önü açıldı. Akıncı örgütleri güç kazanmaya başladı. Büyük kentlerde ülkücü ve akıncı güçler şehri parsellediler. Devletin olanaklarını kullanarak, büyük mafyatik güç odaklarının ortaya çıkmasına yol açtılar. Bu güçler kontrgerillanın ve gladionun kirli işlerini yerine getirmelerine paralel maddi servet edinmeye, iş insanlarını haraca bağlamaya başladılar. Adeta her mafyanın sorumlu olduğu çarşı Pazar belirlendi. Bunu yaparken de din, iman, ülkü, vatan, millet kavramlarını dillerinden düşmediler. Bu güçlerin siyaseti etkilemeye başlamaları da uzun sürmedi.

90’lı yıllardaki Devlet Mafya siyaset ilişkisi hala hafızalardadır.

90’lı yıların başında eski sosyalist devletler tek tek yıkıldı. Soğuk savaş etkisini yitirdi. Emperyalist kapitalist sistem kendi içindeki gladio ve kontrgerilla yapılarını dağıttı. Bu yapılara finans desteğini de durdurdu. Türkiye’deki bu yapıların uzantıları varlığını feshetmedi. Özellikle, yeni yeni gelişen ve yaygın bir halk desteğine sahip olan Kürt Özgürlük hareketlenmelerine karşı bu yarı resmi ve gayrı meşru yapılar kullanılmaya, provokasyonlar düzenlemeye devam edildi. Gladiyo yerlileştirilerek adı JİTEM oldu. Jitem, başta ülkücü ve Akıncı faşistleri olmak üzere, korucu, hizbullahçı güçleri Kürtlere ve Türkiyeli aydınlara ve öncü devrimcilere karşı kullanmaya başladı.

Bu güçler Kürtlere karşı katliamlar düzenliyor, köyleri ve yerleşim yerlerinin yakıp yıkıyorlardı. Faili meçhul denen belli cinayetler işliyorlardı. Bunu yaparken de inanılmaz miktarda ekonomik olanaklar elde ediyorlardı. Esrar eroin kaçakçılığı, zengin işadamların haraca bağlanmaları, muhaliflerin mal ve mülklerine el konulması üstlendikleri bu kirli işin bir karşılığı olarak hükümetler tarafından teşvik ediliyorlardı. Başbakan Tansu Çiller “Bu devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır” diyerek bu kirli işleri devlet adına çevirenlere sahip çıkıyordu.

90’lı yıllarda bir yandan bunlar olurken, diğer yandan görülmemiş oranda mafya ve çetelerin mal paylaşımı konusunda anlaşmazlıkları da ortaya çıkıyordu. Hemen her gün infazlar, çatışmalar da başlamıştı. Mesela Jitem kurucularından Cem Ersever 93 yılı sonlarında infaz edildi. Bunun gibi devlet içi infazlar da başlamıştı. Devlet mafya ve siyaset iş ve ilişkisini açıklama, deşifre etme potansiyeli bulunan hemen herkes bir şeklide infaz ediliyor, ortadan kaldırılıyordu.

Susurluk kazasından sonra bu kirli ilişki yaygın bir şekilde deşifre olunca, devlet ve siyaset kendini kurtarmak için 28 Şubat kararlarına gitti. Bazı göstermelik tutuklamalar olsa da bu mafya üyeleri, yaptıklarının görev başında olanların bilgisi ve onayı temelinde yaptıklarını ileri sürmede çekinmiyorlardı.

Cumartesi Anneleri

Cumartesi Anneleri bu kirli cinayetlerin gerçekleştiği andan itibaren ortaya çıktılar. Annelerin elleri cinayetlerin işlendiği ilk günden itibaren bu hükümet destekli katillerin yakalarında oldu. Bıkmadan usanmadan her hafta Galatasaray Meydanında oturarak yakınlarının akıbetini sordular. Onlar yargı yolu ile bir sonuç elde edemeyeceklerini bildiklerinden hak aramayı hep sokakta sürdürdüler.

Adı korucu, mafya, ülkücü veya Hizbullahçı da olsa bunları ortaya çıkaran, örgütleyip teşvik edenin devlet ve devlet adına hareket eden hükümetler olduğunu her zaman ifade ettiler. Devletin 100 yıllık karanlık eylemlerine karşı anneler ve kayıp yakınları öncülüğüne toplumun vicdanı ve adalet sesi oldular.

O ses hala yankılanmaya devam ediyor.

Turkiye’de Devlet Mafya ve siyaset ilişkisinin böyle bir tarihsel arka planı vardır.

Son günlerde açıklamaları ile gündeme gelen Sedat Peker böyle bir arka planın aktörü, sebebi ve sonucu olarak konuşuyor. Onu konuşmaya iten şahsi nedeni olabilir. Ama anlattıkları tam da toplum ve halk olarak, acı çeken bedel ödeyen anneler evlatlar olarak hepimizi, tüm halklarımızı ilgilendirmektedir.

Gelecek hafta bu konuya devam edeceğiz.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Ötekilerin Gündem’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.