DOKUNMAYIN ONSUZLUĞUMA DOKUNMAYIN KANAYAN YÜREĞİME
Su gibi akıp giden zaman içerisinde yaşamlar tükeniyor. Geriye gidenlerin sadece hikâyeleri kalıyor. Evlatlar, anne ve babalarıyla, anne ve babalar da evlatlarıyla ilgili hikâyelerini anlatır. Hikâyeler anlatılırken kâh gülünüyor, kâh gözyaşı dökülüyor, kâh kelimeler boğazlarda düğümleniyor. Olmayacak şeyler istiyoruz, hayaller kuruyoruz yitirdiklerimiz ile ilgili…
Bir annenin dokunmayın onsuzluğuma, dokunmayın kanayan yüreğime şeklindeki feryadı ve çektiği acı ne resimlene bilinir nede romanlaştırıla bilinir. Çünkü anneler başka hisseder yitirdikleri evlatlarının acısını ve yokluklarını.
Yürekler, sevdalar, sevgiler, aşklar yaralı ve buruk. Dönüp dalarsın çocukluğuna anne, baba, kardeşler, akrabalar, komşular, arkadaşlar, düğünler, halaylar, harmanlar, evler, yokluklar, yoksulluklar, misafirler, misafirlikler ve birlikte yaşamışlıklar gelir aklımıza ve takılır kalırsınız o yaşamışlıklarda.
Ayrılıklarına can dayanmaz dediklerimizin ömürlerini yokluk ve yoksullukla mücadele ederek nasıl geçirdikleri gelir aklımıza. Sımsıkı sarılabilseydik bir saat veya bir bakış hikâyelerini uzatabilir miydik diye düşünürüz, düşünürüz, düşünürüz.
Tükeneceğini bildiğimiz ömrümüzde var olan olanaklarımızı, dostlarımızla, yoldaşlarımızla, sevdiklerimizle paylaşarak bambaşka hikâyelerin yazılmasını sağlamak mümkündü oysa.
Önce bedenler toprağa sırlanıyor. Sonrasında zaman geçtikçe de hikâyeleri unutuluyor ve hikâyelerinin yaşandığı mekânlar yok oluyor. Oysa onlar kardeş, onlar anne, baba, onlar komşu, onlar akraba, onlar arkadaş, onlar yoldaş, onlar yârimiz, yarenimiz ve onlar varoluşumuz… Yani biz yaşadıkça onları anılarıyla, gülen yüzleriyle, türküleriyle, saf, temiz, katkısız sevgileriyle, nasırlı elleri ve emekleriyle hep hatırlanmalı, anılarıyla hep yaşatıyor olmalıydık hepimiz.
Savrulan harmanda, değirmeden öğütülen buğdayda, ders niteliğindeki öğütlerinden hatırlarım babamı. Soframızdaki ekmeğin paylaşımında, başarısından, çocukluğundan, çocuklarından, eşinden, gençliğinden ve yaşayamadıklarından hatırlarım kardeşimi can Ali’mi.
Yaşıyorlarken, yokluk ve yoksulluklarıyla mutlu olmayı ilke edinmiş, paylaşmayı, dayanışmayı esas alan komşularımı, arkadaşlarımı, akrabalarımı hatırlarım. Hatırlarım elbette ağıtlarla, gözyaşlarıyla toprakta sıraladıklarımızı. Ve ancak sevdiklerimizin özlemine, yokluğuna, acılarına toprak olup, dayanmak mümkün. Yaşadığım acılara dayanmak için toprak olmayı bekleyenlerdenim bekleyenler gibi.
“Ölüler ölümü bilmez, ölüm geride kalanlar içindir” nasıl unuturuz, unuttururuz bizler için, gelecek güzel günler için, ölen ve öldürülenleri… Bir durup düşünelim yitirdiklerimizi, birlikte yaşadıklarımızı, yaşarken çektikleri acıları, kulaklarımızda çınlanan sesleri karşılıksız sevgileri nasıl unutulur, nasıl unuturuz.
Köylerimizi yaşanılabilecek alanlar haline yeniden getirebilsek, topraklarında filizlenecek bir ağacın yaprağında, uçan bir kelebeğin kanadında, akacak olan suların berraklığından, oluşturacağımız birliğimiz ve paylaşımlarımızda yetirdiklerimizi birbirimize hatırlatsak, evlerine, topraklarına, sahip çıksak ve ölümsüzleştirsek anılarını ne güzel olur değil mi?
Bayramdan bayrama mezarları başında anmak değil, anılarıyla birlikte her daim yaşamak için yapılacakların tamda yapma zamanıdır. Yapmasak, izler silinir, anılar unutulur, unuttuklarımız gibi gün gelir bizler de unutuluruz.
Acılarınızı bir bütün paylaşıyor ve sevgi ile kalın diyorum.