MERSİN- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; 8 Temmuz 2018 tarihinde 701 sayılı KHK ile ihraç edilen KESK’e bağlı EĞİTİM-SEN Yürütme Kurul üyesi ‘Barış imzacıları’ dan Yrd. Doç. Dr Esra Ergüzeloğlu Kilim Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza Özkan’in sorularını yanıtladı.



Bize biraz kendinizden bahseder misiniz, hayata nasıl bakarsınız, nelere değer verir, neleri önemsersiniz, olmazsa yaşayamam dediğiniz şeyler nelerdir?

Kendimle ve dünya ile kurduğum ilişki çok karmaşık sayılmaz. Ailem, sevdiğim insanlar, arkadaşlarımla hayata tutunan herkes gibiyim. İşime düşkünüm. Üniversite lisans döneminden beri akademi içinde olmak, burada düşünmek, araştırmak, paylaşmak, üretmek çabasında oldum. Akademisyenliği profesyonel bir meslek olarak çok fazla önemsememek gerektiğini biliyorum.

Bir kadın olarak ekonomik bağımsızlığın önemi, kendi ayakları üzerinde durma öğretisi ile büyütüldüm. Dolayısı ile kendi geçimimi sağlayacak düzeyde bir gelir elde etmek önceleri benim için yaşamsal önemde bir konuydu. Ancak işten atılma sürecinde yaşadığım dayanışma pratikleri benim bu öğretiyi de sorgulamama da yol açtı diyebilirim. Şimdi eşinin kazancını paylaşan ve bundan hiç sıkıntı duymayan bir insan oldum. Özel yaşamımda ailem, kamusal yaşamımda ise üretimlerim ve yaşama katabildiğim olumlu işlerle varım.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle(KHK) yönetilen bir ülke konumuna geldik Yeni Türkiye’de? KHK’lerle önce akademisyenler ihraç edildi ve her yeni kararnameyle birçok kişi işini kaybetti. Siz barışı korumak adına Bu Suça Ortak Olmayacağız Bildirisini imzaladığınız için ihraç edildiniz. Bu bildirinin içeriğinden bahseder misiniz, bu bildiriyi iktidar cenahı neden bu kadar tehlikeli buldu?

Evet, eskiden bildiri metni imzalayarak kamusal fikir beyan etmek “normal” bir eylemdi. O kadar ki hangi cümlenin nasıl kurulduğu, imzalayan kişilerin politik ve kişisel tutumları gibi gerekçelerle aynı konuda aşağı yukarı aynı şeyi söyleyen alternatif metinler ortaya çıkardı ve seçer, beğenir öyle imzalardık. Akademisyen kimliğimle üniversitede ve sendikada, yurttaş olarak üyesi olduğum ya da faaliyetlerini izlediğim toplumsal kurumlarda, derneklerde bu tarz kamusal bildirilerin hazırlanmasına, oradaki fikirlerin kolektif hale gelmesine şahit olmuşumdur. Bir kelime üzerine bile ne fırtınalar kopar. Ben de bu metne önce böyle davrandım galiba. Metni ilk okuduğumda daha sakin bir anımda karar vermek için imza atmamıştım.

Kamuoyunda ikinci imzacılar olarak bilinen, Cumhurbaşkanı tarafından bu bildiriyi imzalayanların hedef gösterilerek suçlanmasından sonra bildiriyi imzalayanlardanım. Bu nedenle aslında bildiri yüzünden mi? yoksa inat ve ısrarla bildiğim gibi davrandığım için mi atıldığımı bilmiyorum. Bildiri imzaladıkları gerekçesi ile birçok meslektaşıma adli davalar ve idari soruşturmalar açılmıştı. Ben de böyle soruşturmalara konu edilmedim. Üniversiteden ilk atıldığımda da hakkımda bildiri ile ilgili herhangi bir iddia sunulmadı. Üniversiteye dava yoluyla geri döndüm ve OHAL gerekçe gösterilerek uygulanan güvenlik soruşturmalarından da geçerek OHAL döneminde yeniden göreve başladım. OHAL’in bitimine birkaç gün kala çıkarılan son KHK’da adımı gördüm.

Hükümetin “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye bu şekilde cepheden savaş açmış olmasının iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Bir kere bildirinin ortaya çıktığı dönemlerde çözüm süreci görüşmelerinin bitirilmesine ve ardından bölgede bir çeşit çatışma sürecinin başlamasına şahit olduk. Hükümet iç güvenlik yasa paketleri aracılığı ile idari amirlere çok geniş adli ve güvenlik yetkileri verdi. Bölgede ucu bucağı olmayan sokağa çıkma yasakları ve çatışma süreci başlamıştı. Sivillerin, çocukların sürecin ortasında kaldığı yönünde haberler geliyordu. Bölgedeki kamu görevlileri bakanlık talimatlarıyla çatışma bölgesinden uzaklaştırılıyordu. Hükümet, Kürt halkına karşı uyguladığı bu aşırılaştırılmış güvenlik politikalarına Batı bölgesindekilerin üstü örtülü bir destek verdiğini düşünüyordu. Bildiri bu yanılsamayı ortadan kaldıran bir etki yarattı. Aynı anda her biri farklı perspektiften binlerce akademisyen ses vererek kamuoyu vicdanının sesini dile getirmiş oldu. İktidar ise bildirinin barışçıl içeriğini görmezden gelerek onu kriminalize etme yolunu seçti. Bir anda bu akademisyenleri tek tek tehdit eden militan bir grubun ortaya çıkması ve bu militanlara karşı müsamahakâr tutum takınılmış olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Hükümet böylece bir yandan uzlaşmaya, tartışmaya açık olmayacağını, kararlı olacağını, bu konuda kendisinden başka hiçbir iradeye meşruluk tanımayacağını korku iklimi yaratarak ortaya koymuş oldu. Bir yandan da bölgede daha ılımlı bir konuma çekilmek zorunda kaldı.

İkinci neden ise bu bildiri akademi üzerinde yıllardır uygulanmak istenen neo-liberal politikalara geçişi kolaylaştıran bir araç olarak kullanılabileceğinin keşfedilmesi oldu. Politize olmuş, kendini gösterme uğraşı içindeki rektörlerin bu konuda hükümete destek vermesi ile akademinin eleştirel gücünün budanması ve piyasa ilişkilerini güçlendiren yeni bir akademiye doğru hızla yol alınması gerçekleşti. OHAL ilanı ve sonrasında rektörlerin seçilme usulünün değiştirilmesi, binlerce akademisyen ve idari personelin ihracı, istifa ya da emeklilik sürecine zorlanması ile özerk akademiye ait tüm güvenceler ortadan kalkmış oldu.

Hızla genişleyen bir ihraç çemberinin içinde bulunca kendinizi nasıl bir haleti ruhiye yaşadınız, hayatınızda neler değişti ve değişen hayata nasıl uyum sağladınız ya da sağlayabildiniz mi?

İhraç sürecine gelmeden önce rektör tarafından tamamen keyfi bir kararla kamu görevinden çıkarılmıştım. Keyfi diyorum çünkü dava açtığım dönemde mahkemede üniversitenin avukatı üniversitenin gerekçesini bu şekilde savundu. Yeniden atanmam için sunduğum çalışmalarımı denetleyen jüri rektörlük personel dairesinin bir kararı ile bozulmuş ve yeniden bir jüri oluşturulmuştu. İdari bir birim olan personel dairesinin akademik bir atama sürecinde böyle bir yetkisi bulunmuyordu. Yine de İkinci bir jüri oluşturuldu ve bu jürinin de olumlu değerlendirmesi olmasına rağmen rektörlük gerekçesiz bir şekilde kamu görevinden çıkarma konusunda ısrar etti. Yasal düzenlemelerden kaynaklanmayan bir yetki kullanılmıştı. Mahkeme rektörlüğün bu kararını iptal etti doğal olarak. Önce yürütmeyi durdurma kararının ve sonrasındaki iptal kararının üniversite tarafından uygulanmaması üzerine rektörlüğe karşı suç duyurusunda bulunmuştum. Suç duyurusu üzerine rektörlük atanmam için güvenlik soruşturması işlemini başlattı ve ardından beni tekrar göreve atadı. OHAL dönemi içinde güvenlik soruşturmasından geçerek görevine dönmüş bir akademisyen olarak 7 ay çalıştım. OHAL’in bitmesine yakın çıkan son KHK’da adımı tekrar gördüğümde bu kadar da olamaz diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu kadar açık bir keyfiyet. Ancak siyasal iktidarın militanlaşmış rektörleri için Türkiye Cumhuriyeti hukukunu askıya alan OHAL bulunmaz bir araç sağladı. Bizim Üniversitemizde FETÖ gerekçesi ile ihraç edilen tek bir araştırma görevlisi vardır sadece. Onun dışındaki ihraç edilmeler KHK, barış akademisyeni ve Eğitim Sen üyesi sol sendika üyelerinden oluşuyor. Hakkında FETÖ üyeliği söylentisi bunan kişiler arasında üst yönetime yakın kişiler vardı ama onlara hiçbir şekilde dokunulmadı.

Mersin’de KHK’yle kaç kişi ihraç edildi, ihraç edilen diğer meslektaşlarınızla iletişiminiz var mı, birbirinize destek oluyor musunuz?

22 barış imzacısı ve ayrıca iki sendikalı arkadaşımızı tanıyorum. Dayanışma içindeyiz. Meslektaşlarım ve yöneticilerinden olduğum Eğitim Sen üyesi arkadaşlarım ile süreç içinde daha da yakınlaşarak bir arada durduk.  Sendikamız bu süreçte dayanışma aidatları ile bize destek oldu. FETÖ’den olduğu söylenen araştırma görevlisi KHK çıkarılmadan önce tutuklanmıştı. Ondan haber alamadım. Muhtemelen tutuklandığı için üniversite onun adını KHK’ya yazmak zorunda hissetti kendini.

İhraç kararına itiraz ettiniz ve yürütmeyi durdurma kararıyla görevinizin başına döndünüz, bu haberi alana kadar nasıl bir hukuksal süreç yaşadınız?

Görevden ilk atılışım “ihraç” biçiminde değildi. O zaman her yurttaşın sahip olduğu haklara sahip bir birey olarak mahkemeye başvurma ve adalet arama hakkım elimden alınmamıştı. İdari mahkemeye başvurdum ve oybirliği ile davayı kazandım. O karar bölge idare mahkemesinde de oy birliği ile onandı. Ancak dediğim gibi üniversite yargı kararını uygulamayı geciktirerek bir süre direnmişti. Sevindirici haberin başka haksız uygulamalara emsal oluşturması için naif bir beklenti oluşmuştu bende. Çok geçmeden bu beklentinin hukuk yoluyla gerçekleşmesi olanağının kalmadığını yeniden görmüş oldum.

Türkiye’deki hukuk kurumunun adalet işlevini yerine getirdiğini düşünüyor musunuz, Türkiye’nin hukuk karnesi ne durumda?

         Türkiye’de yazılı hukuk Avrupa standartlarında bir hukuktur. Ama asla yazıldığı gibi uygulanmaz. Hukukun çevresinden dolanmanın bir yolu hep bulunmuştur. Adalet sisteminin içinde bulunduğu sorunlar, yetersiz mahkeme ve yargıç sayısı, uzayan davalar, tutukluluğun uzun sürmesi ve bir cezalandırma aracına dönüşmesi,  avukatlık sisteminin piyasa ilişkilerine terk edilmesi, adli yardım gibi kurumların yetersizliği, mahkeme masrafları, katılım mekanizmalarına açık olmayan adalet sistemi, yargı dışına çıkarma ve piyasalaştırma uygulamaları öteden beri süregelen sorun alanlarıydı.

AKP iktidarı döneminde yargının İslami cemaatlere açılması, araçsallaştırılması ve siyasallaştırılması gerçekleşmişti. Anayasa reformu sonrasında kuruma alınanların konulmuş gibi bulunup tasfiye edilmesi sürecini yaşadık. Yargının yarısı FETÖ gerekçesiyle tasfiye edildi.  FETÖ yargıya hukukun hile ile felç edilmesi geleneğini getirmişti. Ergenekon davalarında kamuoyuna saçılan iddianameleri okuyanlar hatırlar. Mantık silsilesinden kurtulmuş absürt iddiaların çuval dolusu dosyalara sığdığı günler bize uzak değil.

Türkiye’de adalet dağıtımı değil, bir hizaya getirme, zor ve şiddet aracı olarak işlev gören bir adalet mekanizmasından söz edilebilir. Kemal Sunal’ın “davacı” filmi bizim adalet sistemini anlamada hala işe yarar.

Rehin amaçlı iddianamesiz tutukluluk gibi uygulamalar, başka ülkelerin pazarlık süreçlerine girmesinin yolunu bile açmakta, uluslararası krizlere dönüşebilmektedir.

Mevcut hukuk konusunda yeterli düzeyde eğitim almamış yargıçların kolayca politize olduğunu ve emir komuta zinciri içinde adalet dağıttıklarını düşünüyorum. Ayrıca yargı denetimi dışında kalan hükümet tasarrufları alanının da genişletildiği, yargıya açık müdahaleler yapıldığı, yargıçların görev güvencelerinin kalmadığını da söyleyebiliriz.

İhraç edildikten sonra maddi sıkıntıları nasıl aştınız, iş bulabildiniz mi, o günlerde neler yaşadınız?

İşten çıkarıldıktan sonra kredi ile aldığımız evin taksitlerini ödeyemedik. Evi satarak ailemin yanına yerleşmiştim. Ev eşyalarımı o dönem dağıtmak zorunda kalmıştım. İşe geri döndükten sonra da kiraya çıktım ve yeni eşya almak için borca girmeye cesaret edemedim. Şimdi eşimin maaşı ile yaşamaya devam ediyoruz.  Her an yeniden evsiz kalırsam diye çocuğum için zorunlu ihtiyaçlar dışında alışveriş yapmıyorum.

İhraç edildikten sonra bilimsel çalışmalarınıza devam edebildiniz mi? İhraç edildikten sonra kültürel, sanatsal faaliyetlere yönelenler oldu, siz de böyle bir durum oldu mu?

Benim çalışma alanım yönetim bilimi olduğu için toplumun içinde gözlem, araştırma, düşünme olanağı bulabiliyorum. Sistemli bir şekilde çalışabilmek için bir sürü araçtan yoksun kaldım. Akademik dergilere ulaşamadım mesela. Ben de sendika içinde çok fazla maddi kaynak gerektirmeyen konulara yöneldim. Yönetimin pratiğini deneyimleme şansı yakaladım. Daha sonraki akademik araştırmalarımda derinleştirebileceğim birçok veri biriktiriyorum.  Alanım dışında herhangi bir başka faaliyete yönelmemek için özellikle direniyorum. Köşe yazarlığı ve çeviri de yapıyorum bazen ama bunlar akademik üretimlerinden çok uzak bir yerde durmuyor.

İhraç edildikten sonra yaşadığınız zor günlerde yeterince desteklendiğinizi düşünüyor musunuz, kimler sizin yanınızdaydı bu süreçte?

Ailem, arkadaşlarım, sosyal çevrem beni hiç yalnız bırakmadı. Yan yana çalıştığım meslektaşlarımdan yaşadığım sürece profesyonelce bakanlar da oldu. Göreve geri döndüğüm dönemde de kamusal ve görünür mekânlarda yanımda durmayarak, selam vermeyerek kendilerinin aynı şiddete maruz kalmamasını garanti etmeye çalıştılar. Bir kısım çalışma arkadaşın yaşadığımız şiddeti kendi zihninde meşrulaştırarak vicdanlarını rahatlattı. Büyük bir çoğunluk ise için için üzülerek çaresiz kaldığını ifade etti.

İhraç edilen insanlarımız için neler yapılabilir, nasıl desteklenebilirler, bu konuda neler söylersiniz?

İşlerine geri dönmeleri için mücadele yürütülmelidir. Bundan başka hiçbir desteğin sürekli olamayacağı açıktır. Ayrıca ihraçların ihraç kaldıkları dönemde kayıp olan maaşlarına ek olarak onların manevi zararlarının da telafi edilmesi gerekmektedir. Bu sürecin haksız, hukuksuz, usulsüz olduğunun anlaşılması, itibarımızın iade edilmesi ve adımızın yayınlandığı Resmi Gazete’nin imha edilmesi gerekmektedir.

Üniversitelerin, akademisyenlerin Türkiye’de özgürce bilimsel çalışmalar yaptığını düşünüyor musunuz, üniversiteler gerçekten özerk mi, üniversiteler ve siyaset arasında nasıl bir ilişki söz konusu?

Rektörlerin patronaj ilişkileri atandığı bir sistemin özerkliği söz konusu olmaz. Özerklik kendi karar organları, bütçesi, personeli ile siyasi ilişkilerin çemberinden çıkabilme gücü gerektirir. Sosyal bilimler alanında toplumun içinde yaşadığı sorunlara el atmak her hangi bir bilim insanı için çok büyük riskler getirmektedir. Bu riski göze alanlar her an üniversite kurumunun dışına itilir. Araştırmaları desteklenmez ve kriminalize edilir. Sosyal bilimler alanı dışında da uluslararası yayın baskısı, niteliğe değil de niceliği destekleyen akademik teşvikler, piyasacı projeler ile akademik niteliğin gerilediği saptamasını hükümetin kendisi bile dillendirir olmuştur.

Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz kendiniz ve demokrasi, eşit bir yaşam, barış ve coğrafyamız adına?

Umudumu kaybetmiş değilim. Yeni neslin bizlere göre bilgiye daha kolay ulaştığını, uzlaşmaya açık olduğunu görüyorum. Onlara bırakacağımız mirası her şeyden daha çok önemsiyorum.

               Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz.

 

 

 

 

 
Editör: Haber Merkezi