8 MART NEYİN MÜCADELESİDİR?

Dünyada yükselen ırkçı-faşist politikalara karşı, kadınların tüm renkleriyle sokaklarda olduğu bir 8 martı daha geride bıraktık. Meksika’da kadınlar grevde, Şili’de binlerce kadın alanlarda, Türkiye’nin birçok yerinde kadınlar farklı dillerde özgürlüğü haykırdılar. Kadınların mücadelesini evrensel kılan, gücünü birlik ve dayanışmadan almasıdır. Dayanışmanın pratiği gereği oluşturduğu bütünlük yaşamı bir bütün olarak ele almayı ve dolayısıyla bütünlüklü bir mücadele yürütmeyi ortaya koyar.

Ataerkil kapitalist sistem bütünlüklü bir mücadeleyi etkisizleştirmek için yaşamın her alanını parçalara böler. Irk, din, cinsiyet, sınıf, yaşlı, çocuk, engelli gibi doğrudan karşımıza çıkan birçok kategori ile birlikte bir de çoğu zaman farkında olmadığımız sınıflandırmaları ile karşılaşırız. Bilimi parçalara bölerek yaşamdan koparırken asıl amacı bilginin bütünlüklü ele alınmasını engelleyerek insanın sorgulama becerisini yok etmektir. Eğitim politikaları ile de bunu başarılı bir şekilde gerçekleştirir. Sosyolojik açıdan da toplumu bir kaos oluşturacak şekilde ince ince çalışılmış bir kategorize etme durumu vardır. Bütün iktidarlar kaos ortamından beslendiği için sistem bunları da erkek aklına hizmet eden erk zihniyeti ile yapar.

Bu temelde ataerkinin oluşturduğu ana iki kategori vardır ve bunun üzerinden kendini var eder: Kadın ve erkek.

Bir toplulukta, hatta iki insanın olduğu bir ortamda iktidar olma biçimine baktığımızda temel meselenin güvenlik olduğunu, ötekini kendini tehdit olarak görme ve varlığını devam ettirmenin ötekini yok etmekten geçtiği refleksine dayandığını görürüz. Bu güvenlik algısı sadece bedensel bir var oluş ile ilgili değildir. Duygusal, psikolojik ve düşünsel anlamda bir var oluşu da kapsar. Belki bu minvalde baktığımızda, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yeme-içme gibi fizyolojik ihtiyaçların birinci sırada olduğu, güvenlik ihtiyacının ikinci sırada olduğu yerde bu iki temel ihtiyacın yerini değiştirmek bile yaşam pratiğine aykırı düşmez düşüncesindeyim. İnsan beyninin olumsuzu önce algılaması, kendisi ve başkaları ile ilgili olumsuzlukları daha çok dillendirmesi ve aslında bu kadar kötü olabilmesini de kendini tehdit altında hissetmesine bağlamak ve savunma temelinde saldırıya geçmesini de bu temelde görmek yerinde bir değerlendirme olacaktır. Bu da bize insan canlısının ne kadar güçsüz ve korkak olduğu gerçeğine götürür. Doğal hayat içerisinde kendini tehdit altında gören insanın, kendini doğadan kopararak şehirleri kurması ve doğaya hükmetmesi de var olma ve var kalma çabasındandır.

Peki erkekler kadınları neden ve ne zaman varlıklarına bir tehdit olarak algılamaya başladı? Bu sorunun peşine düşmek, erkeklerin iktidar olma yolundaki nedenleri görmek biz kadınlar için meseleyi daha bütünlüklü sorgulama, anlamlandırma ve mücadele pratiğimizi örme yolunda rehber olacaktır.

İnsanın tarihsel gelişimine baktığımızda kadının yaşamsal ihtiyaçları karşılamadaki rolü; yemek pişirme, şifacılık gibi doğayla iç içe bir yaşam pratikleri olduğunu gösterir. Bu da bize; örneğin yemek pişirmenin kimya bilimi ve şifacılığın tıp bilimi ile doğrudan ilişkisini düşündüğümüzde kadının bilimsel bilginin temeline sahip olduğu gerçeğine götürür. Bugün bilimin parçalara ayrılması ve insanların faydasına değil ataerkil kapitalist sisteme hizmet etmesi kadının sahip olduğu bu bilgiyi ondan alarak kendi çıkarına kullanmasını genel olarak bu şekilde açıklayabiliriz.

Sosyolojik olarak çocukluğun tarihine baktığımızda da çocukların şahsında bizi insanlığın gerçekliğine götüren bir süreci görürüz. İlkel topluluklar içinde çocuğun yerine baktığımızda çocuk birinin mülkü değil, özgür bir kabile üyesidir. Tarım devriminden devletli toplumlara ve tek tanrılı dinlerden sanayi devrimine kadar çocukluğun tarihsel sürecine baktığımızda insanın gerçeğiyle karşılaşırız. Tüm bu yapılanmanın, kadının doğayla olan bağından aldığı gücü, ataerkinin kadınlardan alarak kendi yararına şekillendirdiğini görmek zor olmayacaktır.

Sonuç olarak, kadın doğayla barışık bir var olma halini başardığı için güçlüdür ve kadınların özgürlük mücadelesini de öz varlığa dönüş mücadelesini olarak ele almak gerekir. Bunu, sistemin önümüze koyduğu parçalanmış bir yaşam içerisinde parçalanmış bir mücadele zemininde yapmanız mümkün değildir. Kadının yaşam içerisindeki yerini bütünlüklü olarak değerlendirmesi, kendi hakikatini görmesi ve bu hakikatten aldığı güçle pratikler geliştirmesi kadın özgürlük mücadelesinin temelidir. Bu temelde alınmayan tüm mücadele biçimleri ve araçları dönüp dolaşıp ataerkil sisteme hizmet etmeye mahkumdur.

Bu hakikate, kadınların özgürlük mücadelesinde her günün 8 Mart gibi düşünerek ve bu yönde pratikler geliştirerek ulaşabiliriz. Erkek egemen iktidar bakış açısının hayatı kategorize ettiği bir yerde, biz kadınlar özümüzden aldığımız güçle karşı durmalıyız.

Gülperi FATİH

Mersin Eğitim-Sen Şube Kadın Sekreteri
Editör: Haber Merkezi