Ercan Kesal‘ın yakın zamanda yayımlanan ‘Cin Aynası‘ kitabı, Kesal’ın başta BirGün olmak üzere çeşitli mecralarda sinema, hayat ve hekimlik  deneyimlerini konu edinen yazılardan oluşuyordu. Ercan Kesal, Cin Aynası‘nda kendi hayatında, dünyaya memleket hallerine bakıyor; geçmişin kapanmayan yaralarını hatırlatıyor, bizi yüzleşmeye çağırıyor. Kalıcı barışın ancak hakiki bir yüzleşmeyle olabileceğine inanıyor. Hayata ve bu topraklara dair umudunu korumaya devam ediyor, inatla kalem oynatmasını da bu umuda bağlıyor.  Ercan Kesal özetle: Cin Aynası’nda bize dünyaya dayanma yollarını sunuyor, “düştüğümüz yerden kalkacağız, unutmayın!” diyor, çünkü “aslolan hayattır”.  Ercan Kesal’la  hayat, sinema, geçmiş üzerine Edebiyat haber net'ten Can Öktemer konuştuk.



Cin Aynası’nda kitap boyunca kendi anılarınızdan yola çıkarak dünyanın hallerine bakıyorsunuz. Metinleriniz bir anlamda mikro kosmos’tan makro kosmos’a bir köprü kuruyor. İnsan hikayeleri, deneyimleri arasında sandığımız kadar da bir uzak mesafe yok sanırım. Siz bu durum için ne demek istersiniz?

Hepimiz ezelden ebede bir büyük insanlık hikayesinin özneleriyiz. Jung’da tarifini bulan kolektif bilinçdışı meselesidir bu. Metin Erksan,‘’bizim insanımız bu dünyada hayatın kendileriyle birlikte başladığını zanneder‘’ derdi. Ortak bir hafızanın parçası olduğunu bilmek Erksan’ın eleştirdiği hastalıktan da kurtarır bizi.

Sadece yaşadıklarım değil, benden önce yaşananların da yer aldığı hikayeler, söylenceler, masallar, anamın anlattıkları, okuduklarım, seyrettiklerim… Hepsi, birbiriyle teyellenmek için o kadar hazır bekliyorlar ki! Sadece fark etmek ve onların kucağına bırakmak kendini. Yazarken yaptığım da bu.

Yerlilik ve evrensellik son zamanların en tartışılan kavramların başında geliyor. Başta sinema olmak üzere, hayatın bir çok alanında yerli ve milli tartışmaları giderek ateşi harlanarak devam ediyor. Bir söyleşinizde “Ben güçlü yerelliğin aslında evrensellik olduğunu düşünüyorum” demiştiniz. Son zamanlardaki bu tartışma için ne demek istersiniz?

Sinema ve edebiyat adına başıma gelenler ve gördüklerim, belki bir parça hipotez gibi gözüken bu düşüncemi daha da güçlendirdi. Yerellik folklorik olmak demek değildir.  Evrensel olmak istiyorsanız iyi, güçlü ve gerçek bir yerel olacaksınız. Üstelik her şeyi ve herkesi aynılaştıran hastalıklı bir düzenin panzehiridir de yerellik. Farklılık zenginliktir ve bu dünyaya dair hala umut etmemize sebep olur.



Uzun bir dönem Keskin’de hekimlik yaptınız. Sizin de bildiğiniz üzere doktorluğun terminolojisi evrenseldir ve anlaşılması da zor bir dili vardır. Bununla beraber Cin Aynası’nda okuduğumuz hikayelerin bir çoğunda Keskin’deki hastalarınızla, oradaki insanlarla kurduğunuz yakın bir ilişki göze çarpıyor. Siz bu dengeyi nasıl sağladınız? Taşrada hekimlik yapmanın sizin hayatınıza neler kattı?

Hekimlik zenaat değil, sanattır. İnsanı dinleme sanatıdır. Her hasta tek başına ve benzersiz dünyasıyla gelir oturur karşınıza. Hastalık yoktur, hasta vardır! Sizin nezlenizle bir başkasının nezlesi aynı olamaz. Hiç bir reçete birbirine benzemez. Ben o toprakların, bozkırın çocuğuydum zaten. Masanın bu tarafındaydım. Büyüdüm doktor oldum, masanın öbür tarafına geçtim. Artık hemşerilerimin, akrabalarımın ve arkadaşlarımın doktoruyum. Şansım, her iki tarafı da bilebilmek.

Bellek kavramı kitabın önemli temalarından biri.  Başta sosyal medya olmak üzere, o kadar çok unutmayacağız diyoruz ki,bir süre sonra neyi unutmayacağımızı da unutuyoruz, bu çağın trajedilerinden biri de bu sanırım. Siz ne demek istersiniz bu durum için?

Metin Erksan’dan söz etmeliyim yine. ‘Çok kitap okurum diyenlere inanma doktor, hakkıyla kitap okumak dünyanın en zor işidir’’ derdi. Hatırlamak da insan acı veren zahmetli bir şeydir. Kolay değildir. ‘’Unutmayacağız’’ söylemlerini biraz karanlıkta ıslık çalmaya benzetiyorum. Kendi kendimizi inandırmaya çalıştığımız bir çeşit sızlanma sanki. Zamanın kendine ait bir şiddeti ve gücü var. Hatırladığımızda bize acı ve keder veren şeyler saklı içinde. Ama, yaralarımızın merhemi de kabuğunun altında ve ne yazık ki Mısri’nin dediği gibi, bizim dermanımız yine derdimizden başkası değil.

Bellek mekanları keza yine kitabın önemli uğrak noktalarından. Pierre Nora,  “Sürekli olarak hafızadan söz etmemizin bir tek nedeni olabilir: Artık hafıza yok” demişti. Türkiye, son yıllarda hızla kentsel dönüşüm sebebiyle bellek mekanları yıkılmakta. Bu bağlamda kitabınızda Emek Sineması’nın yıkılmasından, moloz yığınları arasından süzülen anıları not düşüyorsunuz. Siz ne düşünüyorsunuz bu durum için?



Kederleniyorum… Ama karşı çıkmak ve insan olmanın gereğini yerine getirmenin yanı sıra biraz sakince bakmayı da bilmeliyiz. Bizim hissemize de böyle bir çağda böyle bir coğrafyada yaşamak düşmüş. Coğrafya kaderdir çünkü. Ayasofyalar ya da Süleymaniyeler çağı yaşamak varken TOKİ çağına denk gelmişiz. Ama beis yok. Çocuklarımız için ümit etmeye layık bir yeryüzü için her şeye değer.

Türkiye’nin yakın tarihi bir çok travmatik olayın vuku bulduğu olaylar zinciridir bir anlamda. Bununla beraber Türkiye’nin henüz geçmişiyle bir türlü yüzleşemediği bir gerçek. Siz de “ahlak utanmayı bilmektir” yazınızda bir anlamda bu meseleyi konu ediniyorsunuz. Geçmişte yaşananlardan utanmak, biraz tarihimizi “kirletmek” hatta özür ve af dilemek bu anlamda toplumsal barış tahsisi temin edebilir mi?

Bir komşumuz vardı ve başına gelen tüm kötü şeylerin sebebini bebekken yaşadığı bir travmaya bağlardı. Annesi onu doğurduktan çok kısa bir süre sonra vefat etmiş. Kadıncağızın defin hazırlıkları yapılırken, henüz birkaç aylık olan bebek açlıktan ağlayınca ölmüş annesinin sütünü emzirmişler. Komşumuz bütün olumsuzlukların müsebbibi olarak bunu görürdü.

Teşbihte hata olmaz. Benzer düşünceler içindeyim. ‘’İyi süt kötü süt’’başlıklı yazımda da buna atfen bazı şeyler yazmıştım: ‘’Biz ölmüş annemizin sütünü mü emdik? Anadolu’nun sütünü. Göç yollarında ölen komşularımızın, kovuklarda kıstırılıp kurşunlanan köylülerin, yanmış otellerin içinde kalan kardeşlerimizin Anadolu’su. Issız dağ yamaçlarının, serin çavlanların, bozkırın Anadolu’su. Maraş’ın, Sivas’ın ve Roboski’nin.’’

Belki başımıza gelenlerin sebebi, geçmişimizle hesaplaşma cesaretini gösteremeyişimiz!



Siz bütün yazılarınızda yaşadığınız yerle kurduğunuz derin ilişkiden ve sevgiden bahsediyorsunuz. Bugün zorunlu göç, yaşanan siyasi gerilimler yüzünden; herkes bir yerlere gitmek istiyor, ev kavramı giderek anlamını yitiriyor. Bu durum için ne demek istersiniz, evimizin yolunu bulabilecek miyiz ya da ne zaman evimize dönebileceğiz?

İnsan yaşadığı yere benzer. Aslan yatağından belli olur yani. Ama yaşadığı yer de insanın bir benzeridir. Birbirlerini etkilerler, değişirken değiştirirler. Bellekse bir kar topağı gibi katlanarak ve büyüyerek hep ardımızdan gelir. Bu yüzden insanın evi  belleğidir.

Modernitenin ve aydınlanmanın getirisi bilim ve ilerleme gibi kavramlar günümüzde hızla yerini vasatlığa, kabalığa ve cehalete bırakmış durumda. Bununla beraber siz bir söyleşinizde modern tıp üzerine bilim iktidarı değil bilgeliktir önemli olan demiştiniz. Bu anlamda çağımızın ruh halini nasıl yorumluyorsunuz?

Her çağa damgasını vuran tanımlardan söz edebiliriz. 18. yy. özgürlüğün, 19. yy. mutluluğun, 20. yy. ise sağlığın, güzelliğin ve gençliğin kutsandığı bir çağ. Bencil, bireyci ve hedonist bir ruh hali egemen ne yazık ki!

Cin Aynası’nda çocukluğunuzla ve geçmişinize dair özlemi biraz ‘kederle’ tarif ediyorsunuz. Bugün yine geçmişe kaçış, nostaljik histerisi baş gösteriyor. Siz bu durum için demek istersiniz, gelecekten biraz fazla ümit kestik?

Benim kurduğum ilişki tam tersi. Gelecekten çok ümitliyim, çünkü geçmişi unutmadım.

Sinema modern bir sanat olarak günümüze kadar hayatlarımızı etkiledi bazılarımızın ki değiştirdi belki de. Lakin son zamanlarda sosyal medya vs. gibi şeylerin hayatımıza girmesi yüzünden sinemanın hayatımızdaki etkisinin azaldığına dair bir karamsar tablo da var. İyi filmler dünyayı değil ama insanı değiştirir demiştiniz. Siz bu konu için demek istersiniz?

Hala aynı düşüncedeyim. Sinema bundan sonra daha da artarak yer alacak hayatımızda. Mekanlar, salonlar, seyirciye ulaşma yolları  değişecek. Elbette dönüşecek ama insanın hikaye anlatma derdi hep var olacak. Sinema bunu ifade etmenin hala en güçlü ve en zengin alanı.

Sinemayı bir mucize olarak tarif ediyorsunuz. Hatta sinema sayesindeki karşılaştığınız tesadüfler için “devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz, mutlak gerçekleşir” diyorsunuz. Bu anlamda sizce sinema hala mucizeler yaratabiliyor mu? Sizin sinemaya dair inancınız devam ediyor mu?

Artarak. Hayatımda bu yüzden sinema hep olacak.

Can Öktemer – edebiyathaber.net
Editör: Haber Merkezi