Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen Çarşamba günü partisinin Meclis grubu toplantısında söylediği “Edirne’deki, en büyük hesabı İmralı’dakine verecek” sözü doğal olarak çeşitli tartışmalara ve yorumlara neden oldu.

Bu sözlerin seçim hesabıyla edildiği bir gerçek. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerini belirleyecek olan iki seçmen kümesini yeni genç seçmenlerle Kürtlerin oluşturduğu, bugüne kadar yapılan bütün saha araştırmalarının ortak sonucu. Aynı veriler, AK Parti’den en hızlı ve toplu kopuşun, bölgedeki ve Batı illerindeki Kürt seçmenlerde yaşandığını gösteriyor.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinde büyük şehirlerde, özellikle de 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçimlerindeki seçmen davranışının analizinde bu durum çok açık görülebilir.

Bu neden Erdoğan’ın bu hamlesini, hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Millet İttifakı ile HDP’li Kürt seçmeni birbirinden uzaklaştırmak, muhalifler arasındaki çatlaklıkları derinleştirmek amaçlı bir hamle, hem de kendi Kürt seçmenini konsolide etmek amaçlı bir hamle olarak görmek gerekir.

Kürt seçmende gözlenen AK Parti’den bu hızlı ve toplu kopuşun ortak noktası, Kürt meselesinde iktidarın izlediği yanlış politikalardan başka bir şey değil. Yani güvenlikçi, kimlik haklarını inkar eden ve siyasal tasfiye eksenli Kürt karşıtı politikalardır. Başka bir ifadeyle Kürtlerin, güçlü Kürt sorununun siyasal çözüm iradeleridir.

Tam da bu noktada, çözümsüzlüğe terk edilmiş ve tali plana itilmiş Kürt sorununun ağır siyasal, ekonomik ve sosyal maliyeti görmezden gelinemediği durumda; bütün ana akım siyasi aktörler Kürt meselesine dair, siyasal ajandalarına uygun tarz ve yöntemlerle sık sık çeşitli çıkışlar yapma gereği duymaktalar. Böylece Kürt sorununu idrak edememiş veya kabullenememiş Türk siyasetçiler sorunu araçsallaştırmayı sürdürüyorlar.

AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın bunu son dönemde Çözüm Süreci üzerinden yapıyor olması ayrıca dikkat çekici. Hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı uzun bir aradan sonra 2021 Temmuz’unun ilk günlerinde Diyarbakır’a gitti. Neredeyse Kürtler dışında herkesin unutmaya çalıştığı çözüm sürecini hatırlatarak “Çözüm Sürecini biz başlattık ama biz bitirmedik” diye konuştu, Kürt tarafını suçladı.

Erdoğan’ın bu iki konuşmasından anlaşılan başka bir şey de 2015 yılında çözüm masasını devirmenin siyasal bedelinin ağır olduğunu yeni fark etmiş olması.

Erdoğan, muhafazakâr Kürt seçmen nezdinde kendini temize çıkarmak için, HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş ile PKK lideri Abdullah Öcalan arasındaki gizli olmayan çözüm sürecine yaklaşım farklılığından veya Kürt siyasal hareketi içindeki tartışmalardan medet umuyor. Tıpkı, 23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul seçimlerinden iki gün önce Öcalan’a lehlerine mektup yazdırması ve Osman Öcalan’ı devlet televizyonundan konuşturması gibi.

Son gelişmeyi; Öcalan’ın Kürtleri Millet İttifakından uzaklaştıracak veya AK Parti’ye yönlendirecek bir çıkışı, mektubu olabileceğine dair okumak, yorumlamak tam da iktidar partisi liderinin istediği bir şeydir, ama yanlış bir beklentidir.

Anlaşılıyor ki, Erdoğan çözüm sürecinde “devletin verdiği tavizlere” rağmen, Kürt siyasetinde işi yokuşa sürenlerin kim olduğu sınırında bir tartışma yürütmek istiyor. Kendi siyasal bekası için tehdit olarak gördüğü HDP’nin siyasal olarak etkisizleştirilmesini amaçlıyor. Kürt sorununun özünün ve çözümünün konuşulmasının önüne geçmek istiyor.

Bunu, Kürt siyasal hareketi içindeki farkı yaklaşımları çatıştırarak, ayrışmayı derinleştirerek, bölerek ve demokratik siyasetçileri tasfiye ederek başarmak istiyor. İktidar,  HDP’nin kapatılması ve Kobani davası da aynı amaca yönelik enstrümanlar olarak kullanıyor.

Bu, Kürt hareketinin yanlış okunmasına dayanan bir değerlendirme ve beklentidir. Aynı zamanda PKK lideri Öcalan’ı siyaseten yeterince anlayamamanın bir sonucudur. Bu çıkmaz yolun sonudur.

Bugüne kadar PKK lideri Abdullah Öcalan’ın kendisini, aynı zamanda hareketin ve Kürtlerin Öcalan’ın hareket içindeki konumlandırdığı yerini,  Öcalan’ın ve Kürtlerin siyaset yapma tarzını kavramadan, böylesine beklentiler içine çok sık girildi.

1999 yılında Öcalan’ın mahkeme süreci başladığında devlet böylesi bir beklenti ile hareket etmişti. Hatta bunun için uluslararası ilişkilerini harekete geçirmişti. Lidersiz silahlı PKK’yi tasfiye etme çabalarının ne derece sonuç verdiği ortada. Tek başına Suriye’deki durum bile çok şeyi anlatıyor olsa gerek.

Kürtler, özellikle de HDP seçmeni artık Erdoğan’ın ne dediğinden çok ne yaptığına bakıyor. Bu durum bütün Türk siyaseti için de geçerli görünüyor.

Öcalan’ın iktidarın beklentisine yanıt verecek bir yeni girişiminin zayıflığı kadar, böylesi bir girişimin Kürtler nezdinde yanıtsız kalacağını görmemek, ancak ya Kürt karşıtlığıyla ya da Kürtlerin politikleşme düzeyini hafife almaktan kaynaklanıyor. Sanırım bugün Türk siyaseti ve toplumsal aktörleri için farklı ölçülerde de olsa her ikisi de geçerli.

Türk siyaseti bu açmazını aşmak zorunda. Kürt meselesinin çözümsüzlük siyasetinin faturası her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Kürt meselesinin boyutları çok derinleşiyor.

Meselenin ciddiyetini idrak etmeden konunun etrafından dolaşmak veya eski ezberleri tekrar etmek mevcut krizle yaşamaya mahkûm olmaktır. Bugün Türk siyasetinin hedefi, Kürt meselesini sürdürülebilir halde tutabilmek. Kürtlerin kimliksel, siyasal haklarına ulaşmalarını, Türk siyasetinin beka meselesi olarak algılamaktalar.

Türk milliyetçisi İyi Parti muhalefeti, MHP ise iktidar partisini tahakkümü altına almış durumda. Bu sürdüğü sürece, Türkiye’nin yapısal, kurumsal, radikal demokratik reformlar yapabilmesi mümkün gözükmüyor. Kürt meselesi görmezden gelinerek Türkiye’nin meseleleri çözülemeyecek. Önümüzdeki dönem bu gerçeği bütün boyutla kavrayanların siyasal şansı olacak.