Erkeklere “İftira” İddiası ve

“Masum değiliz hiçbirimiz” Tiradı

Sabrınıza güvenerek, bu hafta da tacizcileri ifşa meselesine değineceğim. Bu sefer iki örnekle gireceğim meseleye.

Çocuktuk, ufacıktan aç değil ve biraz da iriceydik, ilkokul 5’teydik yani. Hayran olduğumuz, neredeyse taptığımız bir sınıf öğretmenimiz vardı. Biz çocuklar için her şeyi bilen bir dâhiydi o. Güzel el yazısı vardı, hepimiz onun gibi yazmaya uğraşırdık. O güzel el yazısıyla okul- sınıf gazetesi hazırlar; bizleri yazar, başyazar hatta şair yapar, ürünlerimizi beyaz kartona inci gibi işler, Yeşilçam adını verdiği gazetemizi duvarlara asardı. Onun her çabası bizim iyi vatan çocukları olarak büyümemiz içindi, bundan hiç şüphemiz olmazdı.

Sevgili öğretmenimizin birkaç gün okula gelmedi! Telaşla aradık taradık onu. Sınıfın daha gelişkin bedenli güzel kız öğrencilerine bir şeyler yaptığını duyduk sonra. Kız arkadaşımızı yalnız bırakmadık ama öğretmenimize de toz kondurmadık. Sanki yargıçlar bizdik, birileri kıskandıkları öğretmenimize iftira atmıştı! Arkadaşımız da muhakkak yanılmıştı! Sonunda nasıl olduysa bir uzlaşma olmuş, biz de sevinçten hem öğretmenimizi hem de kız arkadaşımızı bağrımıza basmıştık!

Olaydan günler sonra okula ve derse dönen öğretmenimiz; “Niye bu masallara yüz veriyorsunuz”, diye başladığı sözünü, “Hem sınıfta olmuş bir şeyi niye dışarıya taşıyorsunuz ki? Allah duvarları niye yarattı? İsteseydi, hep sıcak yapardı. Allah duvarları bize sırlarımızı korumak için bahşetti”. Dedim ya çocuktuk, iriceydik ama bu sözün anlamını idrak edecek kadar da değildik! Olsun, barış olmuştu ya! Öğretmenimizi alkışladık, şikayetini geri alan arkadaşımızı kucakladık. Duvarlar hepimizin korunağıydı, sıkıca öğrenmiştik!

Bu olayı hiç unutmamışım, duvarların Allah tarafından sırlarımız için yaratıldığı sözlerini de hiç unutmamışım meğer! Bir gün bir taciz meselesi konuşulurken, hafızamın diplerine saklanmış bu sözler şimşek hızıyla bilincime çıkıverdi. Taciz suçunu gizlemek için öğretmenin nasıl da kurnazlık yaptığını, bizleri de ona olan sevgimizle avladığını ancak o zaman kavrayabildim.

Bir toplumsal cinsiyet eğitiminde, bir erkek katılımcı “Kadın Beyanı Esastır” ilkesi hakkındaki görüşünü, “erkeklere iftira özgürlüğü” ilkesi ifade etmişti. Arkasından da bunun nasıl olacağını, ciddi bir tiyatro performansı sergileyerek, açıklamıştı. Şöyleydi oyunu: Önce “kadın beyanı esastır” ilkesini benimsiyor. Sonra bir kadın arkadaşı örgütlüyor! Ona, “… kendisine tacizde bulunduğu” dilekçesini yazdırıyor ve yetkili kurula getiriyor kağıdı. Kurul ne yapacak? Tabii ki kadının dilekçesini aldığı gibi erkek arkadaşı cezalandırmaya kalkışacak!- Tasavvuru böyle-. O arada erkek de kendisinin böyle bir suçu işleyemeyeceğine dair, arkadaşlarından beyanatlar toplayacak. -Siz onlara, olayla hiç ilgisi olmayan “temiz kağıtları” deyin, çok gördük çünkü.- Sonuç? Kadın yalanlanacak! Demek ki, bu ilke, “erkeklere iftira özgürlüğü” ilkesidir.

Sözünü böyle tamamladı o erkek katılımcı. İki kadın eğitimciydik o gün. Bir tuzak ile başlayan “kadın beyanı esastır” ilkesini red eylemiyle karşı karşıyaydık! Kadın katılımcılar gerilmişti ama eğitimci iki kadın onları da sakinleştirerek, bu kötü kullanımın maskesini düşürmeyi başardık. Soğukkanlılıkla kadın beyanı esas almanın ne demek olduğunu, sürecin nasıl işlediğini, erkek egemen toplumda- ki hepsi de toplumsal yapının böyle olduğunu kabul eder!- kadınların taciz gibi bir konuda konuşamadığını, hele de kanıtlamayı başarmasının zorluğunu, hele de yalancı “temiz kağıtlar” nedeniyle yenilip yıldırıldığını, örneklerle açıkladık. O nedenle “kadın beyanı” nın ortaya çıkabildiği anda çok önemli bir gelişme olarak ele almamız, özen göstererek onu soruşturma başlangıcı yapıp, aksini ispata erkeği davet etmemiz gerektiğini anlattık. Bu durumlarda “iftira hakkı”nı kullananın kim olduğunu sorduk. İşte o zaman tiyatro performanslı arkadaş özeleştiri yaptı, diğeri ise çekti gitti. Sonraları gidenin bir fail olduğunu duymuşluğum oldu ama şimdi çokta iyi hatırlamıyorum.

Burada önemli olan, bin yılların ezilmiş cinsin, “namus” tabusu dayatarak büyütülmüş kadının şikayetini dinleme, algılama ve ona bir çözüm bulma iradesine sahip olmamak yakıcılığıydı. Erkeğin kadına yabancılaşması buydu işte! Erkek egemenliğin şekillendirip, bol ayrıcalık kıldığı erkekler gerçeğidir karşımızda olan. Onlara ters bir gelişme olduğunda en iyi ihtimalle kibirle, lütfen bir iki laf çevirip, arkasından “iftira” edebiyatına geçiş yapıp kadın iradesine düşman kesilebiliyor muhatap. Sonra da erkek dayanışması havuzuna bin bir hakaret yağabiliyor, kirlerini bir de her yere bulaştıracak meşruiyet arayışları ortaya çıkabiliyor.

İki hafta önce başlayan kadın yazarların özellikle, “büyük kalemler” takımından kimi erkek yazarları ifşa eylemi de tam böyle bir güzergahtan geçti. Kibirleriyle şişmiş kişiliklerini ortaya sergileye erkekler, “kadın beyanı esastır” ilkesine dil uzatmakta gecikmediler. Ne felaketlere yol açmıştı bu “kadın beyanı esastır” mereti! Çünkü böyle bir ilkenin ortaya çıkması için kadınların ne büyük mücadele verdiklerinin farkında bile olmadı. Ne çok mahkeme kapıları eskitti kadınlar, ne çok kadın mağduriyetini önleme cesareti gösterdiler de, sonunda bir mahkemeye “kadın beyanı esastır” kararı aldırtabildiler.*

Bu büyük yazar, sanatçı, sinemacının bütün bu emeklerle işi olmadı o vakitler. Onlar adli davaların, kadına karşı şiddet davaları haline de kadınların emeğiyle gelebildiğini de izleme zahmetinde bulunmadılar. Ne zaman ki okun ucu kendi kalıplarına dokunmaya başladı o zaman feryadı bastırdılar. Şimdi ki ifşaa hareketinin bütün bu mücadele birikimlerinin üzerinden, birikmiş öfkelerin açığa çıkmasından çok rahatsız oldular. Çünkü karşılarına çıkanın bilinçli ve örgütlü bir kadın hareketi olduğunu tez kavradılar. Sel gibi görünen ifşanın onların saltanatlarının sonunu getirmeye aday olduğunu en iyi idrak edecekler onlardı! Ne çok kalem oynatmışlardı, devrim diye, strateji taktik diye! Kadınlar “aklı ve eğitimi eksikler” olarak yapamazlar sanıyorlardı. Önlerine, bütün geleneksel önyargılarını yıkan deli rüzgarlar esiyordu. Paylarına düşeni almak, en hafif halde bile, onların şişmiş gururlarını incitirdi. Bakmayın siz, birinin yarım ağızla, “biz kadın hareketinden öğreniyoruz” demelerine. Eğer gerçekten öğrenme derdinde olsalardı, daha ilk salvoda “şeref haysiyet linç” telaşına düşmez, iftira tehditlerine başvurmaz, anlamaya ve samimiyetle suçlarını kamuoyunda açık açık yazıp duyururlardı. “Farkında olmadan” gibi mazeretlere sığınmazlardı.

Son noktaya gelelim. Savunmanken bir den kendini tacizci suç sandalyesine fırlatan Oruçoğlu, sonunda “hiçbirimiz masum değiliz” diyerek erkeklik suçlarının ne kadar da anonim olduğu itiraf etti. Eh, bu da bir lütuf sayılır. Çünkü “anonim olan” da suç olamaz, masumdur, anlamına gelir.

Amasız, fakatsız erkek egemen düzenin solcusu erkeklik de kirlidir, kirlerinden arınmak için bir mücadeleye girişmesi gerekir. Amansızca ve açıkça yürütülecek bir iç savaştır bu, öyle gizli kapaklı “özür dilerim”lerle, “bir daha yapmayacağım” larla geçiştiremezsiniz. Bu zorlu kavgaya cesaret edecek erkekler yarını ortaklaşa kurmaya girişebilecek, yeni yaşamları hak edebilecektir, gerisi bu çürümüş düzen gibi dökülmeye mahkumdur. Bu gerçeğin farkında olanlar ancak, büyük adamların, büyük eserlerin heba edildiği gibi bir zehaba kapılmazlar. Evet, hiçbiriniz masum değilsiniz, sizin suçlarınızla uzlaşmak zorunda kalan, erkek egemenliğine boyun eğen kadınlar da masum değil. ama onlarınki mecburiyetten, sizlerinki sefahat düşkünlüğünden.

Dünyaya, evrene kendi aklı ve fikriyle bakan ve iradesiyle müdahale eden kadınlar kuşağı var artık. Engels’i hatırlamanın sırası; ey solcu devrimci, Kürt yurtsever ya da komünist erkekler; siz bu yeni zamanın yeni insan kuşakları olmaya aday mısınız? Adaysanız, buyurun, gösterin kendinizi. Yok değilseniz, “bizden ne köy ne kasaba olur” halini kabul etmişsiniz demektir. O zaman kalabalık etmeyin, hesaplarınızı verin, çekilin kenara. Yolu kendinizden temizleyin ki, o çok şikayet ettiğiniz “sağcı erkeklikle” ve erkek yargıyla siz uyurken başladığımız gibi, daha çok ve etkili mücadeleye devam edebilelim.

O zaman kadar “uykularınız kaçsın” kabusunuz olacak.

*Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 2004 yılında “Yanında çalışan bir kadın avukata cinsel saldırıda bulunan avukatı cezalandıran” Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nin kararını onadı ve “böyle bir olayda kanıt aramanın gereksiz bir çaba olduğunu” ifade ederek, onamayı şöyle gerekçelendirdi: “Söz konusu olan olayda henüz avukatlık mesleğinin başlangıcında bekar genç bir bayan olup kendisiyle ilgili böyle bir iddiayı ortaya koymasında toplumumuzda hakim olan sosyal ve ahlaki değerler de gözetildiğinde, kişiliğinin ve mesleki saygınlığının zarara uğrayacağı muhakkaktır. Başkasını zarara uğratmak isterken kendisini zarara uğratması insanın doğasına aykırı bir olgudur.” diyordu.