Bazıları deprem için ‘kader’ diyor. Evet, depremin olması kaçınılmaz, bu açıdan belki kader. Ama depreme karşı bilgi ve bilimin gerektirdiği önlemleri alıp almamak kaderle değil, akılla ilgili.

Türkiye, başına bir afet, felaket benzeri bir sorun geldiğinde günlerce onu konuşuyor. Herkes konunun ilgilisi, giderek -neredeyse- uzmanı kesiliyor.  Sonra yeni bir sorunla karşılaştığımızda gündem ansızın değişiyor; sanki o afet yeniden yaşanmayacakmış gibi unutulmaya, sıradanlaşmaya terk ediliyor.

Son deprem tartışmalarının da aynı akıbete uğrayacağını düşünüyorum. Bir süre sonra yapay ya da gerçek yeni bir sorun baş sıraya çıkacak ve biz yeni bir deprem haberine kadar bugün hararetle konuştuğumuz konuların takibini bırakacağız.

Oysa deprem konusu Türkiye’nin arada bir hatırlayıp, sorgulamakla yetineceği ve yeni bir afete kadar ‘kadere’ terk edebileceği sıradan bir konu değil. Türkiye bir deprem coğrafyası; bütün tarih boyunca, özellikle Anadolu toprakları, sonuçları çoğu kez felakete dönüşen bu doğal olaya defalarca tanıklık etmiş.

Çok eskiye gitmeden hafızlarımızı tazelersek, sadece 20. yüzyılda Türkiye otuz kadar önemli deprem yaşamış. Bu depremlerde 100 bini aşkın insan canını yitirmiş; yüzbinlerce yaralı ve bir o kadar yıkıntı var.

Yüzyılın başında ilk akla gelenler her birinde üçer bin insanın canını yitirdiği Malazgirt ve Hakkari depremleri. 1939’da Erzincan depreminde ölenlerin sayısı 33 bin. 1940’larda Niksar/Erbaa (1942), Tosya/Ladik (1943) ve Bolu/Gerede (1944) depremlerinde de 10 bin insanımız canını yitirmiş.

1970’den bugüne son elli yıl içinde, toplu ölümlere yol açan 10 büyük deprem var: Gediz, Lice, Erzurum/Kars, Erzincan, Dinar, Kocaeli, Düzce, Van ve nihayet Elazığ. Her birinde yüzlerce, binlerce insanın öldüğü bu depremlerde, ölenleri katlayan sayılarda insan yaralandı.

1999 Kocaeli ve Düzce depremlerinde kayıtlara geçen ölü sayısı 20 bin kadar.

Bu büyük manevi acıların yanı sıra, yıkılan konutlar, işyerleri, kamu yapıları, tahrip olan araçlar nedeniyle yaşanan büyük maddi kayıplar da milyarlar değerinde.

Böyle bir coğrafyada yurttaşların bu konularda devletin, hükümetlerin, ilgili ve sorumlu kamu yönetimlerinin yapması gerekenleri ve neler yaptığını sorması, sorgulaması en doğal hakkıdır. Hatta bu sorgulama, duyarlı ve bilinçli yurttaşlar için haktan öte, aynı zamanda bir görevdir.

O nedenle bu tür sorular suçlanamaz. Tepkiyle, hele öfkeyle karşılanamaz. Kamunun yapması gereken bu sorulara sakin, makul ve ikna edici (mukni) yanıtlar vermektir.

Devletin ve tüm kamu yönetimlerinin kullandığı kaynak, sonuçta milletin vergisinin, kazancının, emeğinin oluşturduğu milletin hazinesidir. Bu hazine, kamu erkini elinde tutanlara milletin emanetidir; her kuruşunun hesabının verilmesi gereken “beyt-ül mal”dır, bir kutsal emanettir.

Bazıları kendilerince haklı olarak, hemen deprem anında bu soruları yöneltmenin pek de iyi niyetle bağdaşmadığını, siyasi amaç ve kasıt taşıdığını ileri sürebilir. Böyle olsa dahi, yöneticilerin yapması gereken öfkelenmek ve hele suçlamak değil, olayın sıcaklığı geçince bu konularda ayrıntılı açıklama yapılacağını söyleyerek ortamı sakinleştirmektir.

Kaldı ki, deprem için ayrılan kaynaklar ve bu kaynakların nereye kullanıldığına ilişkin sorular, hemen deprem anında kendiliğinden ortaya atılmış da değildir. Kızılay gibi sorumlu bazı kurumların, deprem haberi duyulur duyulmaz, hemen yardım için hesap numaraları ilan etmiş olması karşısında bazı yurttaşlar bu tür soruları dile getirmiştir ki, Kızılay’ın tutumu karşısında bu tepkileri haklı görmek gerekir.

Kızılay, yardım ve dayanışma amacıyla kurulmuş, uluslararası nitelik taşıyan 150 yıllık bir kurumdur. Böyle bir kurumu yıpratmak elbette ki kimsenin uygun görmeyeceği bir tutumdur. Ama kurumun onur ve saygınlığını korumak, her şeyden ve herkesten önce yöneticilerin görevi ve sorumluluğudur.

Kızılay’da çalışan işçi, memur gibi emekçilerin insanca yaşamalarını sağlayacak düzeyde ücret almaları elbette haklarıdır. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak genel müdür ve yardımcıları gibi üst yöneticilerin son yıllarda yüzde 100’lerin üzerinde artışlarla maaşlarını 20-30 binlerin üstüne çıkarmaları kabul edilemez. Bir yardım kurumunun yöneticilerine tamahkârlık, savurganlık ve bencilce harcamalar yakışmaz. Bu tür kurumların başında olanların fedakârlık, tevazu ve kanaatkârlığı kendilerine saygınlık, kurumlarına inandırıcılık kazandırır.

Ayrıca son dönemde ortaya saçılan bilgi ve belgeler, bu kurumun asli görevinin dışına taşırılarak, bir vergi kaçırma aracısı haline getirildiğini de göstermektedir ki, durum gerçekten vahimdir. Son Başkent-Gaz Şirketi bağışının Kızılay üzerinden, adı yüz kızartıcı olaylarla anılan bir vakfa ve oradan da yurt dışına aktarılması olayı, açıkça “kanuna karşı hile”dir ve suçtur.

Kızılay’ın kasasına son yıllarda artan miktarda girdiği bilinen bağışların ne kadarı kasada kalmış, ne kadarı böyle ‘kanuna karşı hile’ yoluyla başka kurum ve kuruluşlara aktarılmış. Bu sorular karşısında, Kızılay’ın esaslı bir mali denetimden geçmesi ve bu denetimin selameti açısından yöneticilerin açığa alınması acil bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır.

Elazığ depremi sonrasında bütün toplum, tüm sivil ya da siyasi çevreler yardım için seferber oldu, yerel yönetimler de malzeme ve ekip olarak olanaklarını deprem bölgesine taşımak için adeta yarıştı. Bu birliktelik görüntüsü gerçekten çok güzel ve ihtiyacımız olan bir dayanışma tablosudur.

Ancak, bazı siyasi ve idari çevrelerin ayrımcı tavrı, bu birliktelik görüntüsüne gölge düşürdü. HDP’li bir belediyenin yardımlarının geri çevrilmesi, yetkililerin de bu ayıbı önlemek ve düzeltmek yerine mazeret üretme yarışına girmesi, tam bir basiretsizliktir. Böylesi tutumlar, ülke bütünlüğüne ve yurttaşlık bilincine zarar veren, ayrımcı, dışlayıcı, bölücü zihin altlarının dışa yansımasıdır.

Yurttaşlık sadece aynı dili konuşmak ya da aynı vatanda yaşamak değildir. Bunların ötesinde, yurttaşlık bir bilinç ve duygu ortaklığıdır. “Kaderde, kıvançta, tasada” ortaklık duygusu taşımak, dilden de topraktan da önde gelen bu bilincin temelini oluşturur.

Depremde ülke dışından, komşulardan, tüm dünyadan yardıma açıkken, ülke içinde bir çevreyi siyasal yahut etnik bağnazlık nedeniyle dışlamak bağışlanmayacak bir aymazlıktır. Bir millet, bir felaket anında birbirinin elini tutmaz, yarasını sarmaz, birbirine sarılmaz, kucaklaşmazsa, başka ne zaman bunları yapabilir? Bu kucaklaşmayı önleyenlerin ülkenin ve milletin birliğini sağlamaktan söz etmeye hakları olamaz.

Elazığ depreminde devletin önceki yıllara göre daha hazırlıklı göründüğünü söylemek sanırım abartı olmaz. Benzer performans daha büyük yıkım ve kayıpların yaşandığı 2011 Van depremi sonrasında da görülmüştü. Barınak, yiyecek temini, kurtarma çalışmaları ve enkazın kaldırılması açılarımdan 1999 Felaketinden -yeterli olmasa da- elbet bazı dersler çıkarılmış.

Ancak, depremle ilgili hazırlıklar, barınak-yiyecek gibi felaket sonrası önlemlerden ibaret değil. Asıl olan, depremde can ve mal kaybını en aza indirebilmek. Bunun için ise yerleşim planlamalarından yapılaşma kurallarına kadar birçok konuda radikal önlemler almak gerekiyor.

Bu alanlarda yeterli önlemler alındığını, eski deneyimlerden alınan derslerin tüm gereklerinin yerine getirildiğini söylemek abartı olur.

İstanbul başta olmak üzere, ülkenin hemen tüm şehirleri plansız, programsız betonlaşmanın, çok ve yüksek katlı rant açgözlülüğünün işgali altındadır. İstanbul, yirmi yıl önce bir büyük felakete -Kocaeli ve Düzce’de- yakın tanık olmuşken, yerel ve merkezi yönetimler bu konuda tam bir aymazlık içinde görünüyor. Geride kalan yirmi yıl içinde ‘kentsel dönüşüm’ adlı rant üretimi dışında -neredeyse- yapılan bir şey yok. Üstelik büyük bir depremin beklendiği bu tarihi şehir çevresine yeni yoğunluklar getirecek çılgınlıklar hala gündemde.

İstanbul’daki aymazlığın başka boyutlarda benzerleri hemen bütün ülkede yaşanıyor. Tarım arazileri betonlaşıyor. Ovalarda ve kıyıların alüvyon tabakalarından oluşan alanlarında çok katlı yapılar yükseliyor. Yerel ve merkezi yönetimler, doğanın ve bilimin deprem tehlikesi altında gösterdiği alanları yapılaşmadan koruyamıyor. Ülkenin yerleşim düzenini plan, program, bilim değil, rant hırsı ve lobileri belirliyor.

Bazıları deprem için ‘kader’ diyor. Evet, depremin olması kaçınılmaz, bu açıdan belki kader; ama depreme karşı bilginin ve bilimin gerektirdiği önlemleri alıp almamak kaderle değil, akılla ilgili.

Deprem konusunu, bu konudaki kaynakları, kaynakların nasıl kullanıldığını, hazırlıkları sormaktan, sorgulamaktan, irdelemekten hiç vaz geçmeyelim. Çünkü bu bir yaşam sorunu. Hayatta kalıp kalmamak, öteki bütün sorunlardan öncelikli. Bir anlamda herkes için ve ülke için, işte bu gerçek bir “beka sorunu!”
Editör: Haber Merkezi