Bir kez daha katliama uğradı Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halkları. Fail/cellat bu defa da “doğa” kılığına bürünmüş sermayeden başkası değil. Yıkım büyük, kayıplarımız sayıyla ifade edilemez, acımız dayanılır gibi değil. Şiddeti ve hinterlandı açısından ender görülen bir deprem. 10 ilimizi doğrudan etkilemiş, Suriye’de de büyük bir etki ve orada da binlerce can kaybına neden olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 23 milyon insan etkilendi. Bölge halklarına başsağlığı diliyorum. Baştan diyeceğim şu ki, hangi bilim, hangi ideoloji, hangi din ne derse desin depremler, sınıflı uygar toplumun icadı olarak ortaya çıktılar. Depremler tüm insanlığa acılar, yıkımlar, dramlar, ölümler getirse de, aynı gemide (dünyada!) olmadığımız için yıkım ve sonuçları, şüphesiz ki en çok da emekçi sınıfları, ezilenleri vuruyor. Bu ifadeleri 6 Şubat (2023) salı günü Komün TV’de depreme ilişkin yaptığım konuşmada ifade etmiştim. Kurumun yayın yönetmeni Erdal Emre ile birlikte konuştuğumuz programdaki konuların bir kısmını yeni eklerle birlikte, merak edenler için bu yazıyla da paylaşmak istiyorum.

Önceki büyük depremlerle birlikte ele aldığımızda 6 Şubat depremi birçok düşünce biçiminde, yaşama ve dünyaya bakışımızda bazı değişiklikler yaratacağı söylenebilir. Siyasal ve sosyal değişiklikler yanında esasen bilim, felsefe ve dinin fonksiyonu da sorgulanmalıdır. Diyebiliriz ki, bilime ve dine gereğinden fazla inandığımız ve güvendiğimiz; teknolojiyi bu denli abarttığımız için bu acılar, kayıplar, facialar başımıza geldi! Çünkü halkın tabiriyle söyleyelim: Güvendiğimiz dağlara kar yağdı. Ne bilim ne de din ve ne de çok övdükleri teknoloji bir fayda etmediği gibi yaralara da merhem olmadı. Zira bu modern, kapitalist uygarlığın adı, özü esas itibariyle yıkım, zulüm, trajedi ve ölüm uygarlığıdır. İnsanlığın bu uygarlıktan kurtulması lazım. Elbette ki şimdiki depremin de bu yönde sonuçları olacaktır.

Depremle birlikte düşünce dünyamız, her türlü gündem; duygularımız, hislerimiz, güdülerimiz, hatta bir bütün olarak sağlığımız, metabolizmamız bile değişti. Bu da, teoriyi pratiğin tayin ettiği, toplumsal düşüncemizi toplumsal varlığımızın belirlediği tezinin bir kez daha teyit edilmesi anlamına geliyor. Depremin tayin ettiği düşünce açısından bakılırsa adına uygar, modern dünya denilen bu uygarlık son bulmadıkça depremlerde her zaman canımız yanmaya, canlarımız yok olmaya devam edecek demektir. Bu, sorunun felsefi-ideolojik planda değerlendirildiğinde akılda tutulması gereken merkezi bir boyuttur. Öte yandan, daha önemlisi, halihazırda arama-kurtarma faaliyetleri sürüyor. Bu çalışmalardan en doğru sonuçları alabilmek için sürece engel teşkil edebilecek “ideolojik” tavrımızı şimdilik paranteze almamız da yararlı olacaktır.

Deprem Ne İlktir Ne de Son!

Doğa, insan ve toplum ilişkilerinin ele alınması düşünce tarihinin en eski sorunlarından birisidir. Tarihsel süreç gösteriyor ki tanık olduğumuz depremler ne ilktir ne de son olacaktır. Yine de etkisini en aza indirmek hatta fiziksel ve toplumsal yıkımını ortadan kaldırmak mümkündür.  Sınıflı, sermayeli, adına uygar veya modern denilen çağın “burjuva bilimi” bile pek çok doğa olayını çözmüş durumdadır. Ne var ki uygarlık koşullarında, komünal dönemden farklı olarak bilim zincire vurulmuş ve adeta modern bir din işlevi görmektedir. Bunun sonucunda nitelik değil nicelik belirleyici oluyor: Neden değil sonuçlar konuşuluyor. Tekelci burjuvazi ve emperyalizm yerine küçük burjuvazi, dinci çeteler ve bir kısım müteahhit ve mühendis suçlanıyor. Burjuva bilim adamları ise insana, doğaya, topluma, bilime, felsefeye, etiğe ve estetiğe yabancılaşmış durumda. Kapitalizmi görmeden sayısal verilerle bilim kendini ispatlama derdinde.

Oysa yeni bir dünya, yeni bir bilim, yeni bir felsefe, yeni bir uygar dünya (sınıfsız, sömürüsüz, modern) inşa etmek mümkündür. İşte böyle bir bilim, özgürlük koşullarında, değişim değeri yerine kullanım değeri üzerinden etkin olacağından dolayı nitel bir işlev görecektir. Depremin ne zaman, nerede ve ne şiddette olacağını da bilecektir! Çok katlı yapıların son bulduğu, şehirli uygarlığın miadını doldurduğu, parksız bahçesiz evlerin ve semtlerin bittiği (cehennem) bir çağın inşası kaçınılmaz görünüyor. En fazla 2-3 katlı, 6 metre yüksekliğindeki evlerin; temeli, kolonu, çimentosu, betonu güçlü yapıların egemen olduğu bir uygar dünya (cennet) insanlığı bekliyor. Unutmamak gerekiyor ki ekonomik olgular, üretim ilişkileri dikkate alınmadan yalnızca doğa, dünya ve deprem bilgisiyle depremler analiz edilemez. Felsefe olmaksızın zaten havanda su dövülür! Bilim nicelikle felsefe nitelikle ilgilidir; ilki detaya ve parçaya ikincisi bütünlüğe ve ilkelere yönelir. Detay, var olana gönderme yaparken ilke olasıya, olması gerekene işaret eder. Bu yüzden filozofça bakış dünyayı anlamak ve değiştirmek için vardır.

Filozofların Depreme Olan İlgileri

Depremin bilim ve felsefeyle ilgisini kuracak olursak ilki “olanla” ikincisi “olasıyla” veya olması gerekene projeksiyon tutmakla görevlidir. İlk kuşak filozoflarda bunun ikisi birlikte yürümüştür. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi birinci kuşak filozoflar depremle ilgilenmek zorunda kalmıştır. Bunlara doğa filozofu veya Aristoteles’in deyişiyle fizikçi de deniliyor. Her üçü de deprem bölgesinde (bugünkü Ege kıyıları) yaşadığı için konuya ilgi çekmeleri manidardır. Thales’e göre dünya su kütlesinin içinde olduğundan dolayı su dalgaları dünyayı hareket ettiriyor ve depremler oluyor. Anaksimandros içinse dünya davulu andırıyor. Üstten ve alttan basınç olduğunda karalarda yıkılma dökülme meydana gelmektedir. Anaksimenes ise rutubet ve kuruluğa, topraktaki gazlara dikkat çeker.

Antik filozoflardan olan Herakleitos, dünyanın sürekli değiştiğini ve dolayısıyla dünyanın hareketli olduğunu düşünüyor. Ki bu filozofların yaşadığı MÖ 6. Ve 5. yüzyılda henüz dünyanın döndüğü bilinmiyordu. Demek ki dünya, göründüğü gibi sabit ve değişmez değildir. Buna göre üzerine inşa edilecek yapıların, bu özelliği dikkate, hatta merkeze almaları gerekir. Bilim eskiye oranla çağımızda bin misli daha gelişmiştir. Peki dünyanın hareketli olduğu yeterince dikkate alındı mı, alınıyor mu? Ne gezer! Buradan eski çağlara baktığımızda ne görüyoruz? Eski çağlardaki depremlerde, günümüzdeki kadar bir yıkım ve can kaybı görünmüyor. Çünkü yapılar gökdelenler, yerdelenler biçiminde değil, çok katlı, yüksek yapılar söz konusu olmamış. Kent köy ayrımı da henüz geniş ve yaygın değildi. 6 Şubat depreminde binlerce kişi köy evlerine yönelmiş! Bu, bize bir fikir vermeli: Buradaki yapılar 1 veya 2 katlı da ondan. Elbette yıkımı yalnızca az çok katlı yapılara bağlamak yeterli değil.

İlkel komünal toplumda da depremler, yer hareketleri vardı ama yıkımlar, binlerce, on binlerce ölüm yoktu. Çünkü yapılar çok katkı değil, insanlar sıkış sıkış, çarpık, plansız şehirlerde değil sade, ihtiyaca göre yapılmış konutlarda yaşıyordu.

Birinci / İkinci Doğa ve Depremler

Özellikle sermaye çağında iki olgu insanlık üzerine dehşet saçmaktadır: Emperyalist dünya savaşları ve bölgesel savaşlar yanında başta deprem olmak üzere doğal afetler… Kısaca bunlara toplumsal afetler ve doğal afetler de denilebilir. Belirleyen ise toplumsal olandır.  Buna ikinci doğa demek de mümkün. Her ikisini de tetikleyen sermaye ve emek çatışmasıdır kuşkusuz. Bu çatışma, emek sömürüsü ve sermaye birikimini zorunlu kıldığı için her iki afeti de mobilize etmektedir. Bu yüzden de sermaye (birikmiş emek) var olduğu müddetçe öncü depremler ve yıkım getiren depremler her zaman var olacaktır. Çünkü tüm yapı ve imar politikalarına damgasını vuran, ruhunu veren sermaye olmaktadır. Bu durum Türkiye ve bölge ülkeleri türünden emperyalizmin sömürüsüne açık yerlerde olduğu gibi en “gelişkin” denilen İngiltere, ABD ve Japonya için de geçerlidir. Çünkü sermaye, çoktandır tekelci aşamaya girmiştir, bu nedenle de evrensel özellik göstermektedir. Bugün bölgemizde olan depremler emperyalizm olgusundan bağımsız bir biçimde ele alınamaz.

Saray, Kulübe ve Depremler

Bugünkü deprem, 6 Şubat 2023 depremi, Türk büyük burjuvazisini yakından ilgilendirdiği gibi uluslararası sermayeyi de yakından ilgilendirmektedir. Dolayısıyla sermayenin ve emperyalizmin depreme bakışı ile emekçilerin ve dünya halklarının depremle gelen yıkımlara bakışı farklıdır. Hatta karşıttır da denilebilir. Feuerbach’ın bir sözü çok öğreticidir: Kulübede yaşayan farklı sarayda yaşayan farklı düşünür! Sermaye ve saray cephesinden yıkıma bakanlar yeni imar alanları, kar getirecek araziler, artı değer yaratımı için inşaatlar, sömürecek emek gücü, satışını yapacağı metaları görür.

Daha şimdiden pek çok metanın fiyatları artmıştır. Çadır başta olmak üzere yiyecek, içecek, giyecek gibi ürünleri sıralamakla yetiniyorum. Konut fiyatları ve kiralar da sermayenin, tüccar ve tefecilerin insafına kalmış durumdadır. Yine saraydan bakanlar köprüler, asfalt yollar, hastaneler, okullar, otobanlar, yeni havaalanları, AVM’ler, rezidanslar görür. Bunlara göre büyütecek yıkımlar değil kısa sürede inşa edilecek “büyük iş alanları” vardır.

Bilim, Felsefe ve Depremler

Proletarya ve dünya halkları deprem bölgesine bakınca insan, kadın erkek, can, yardıma ihtiyaç duyan depremzedeler görür; yanısıra kurtulmayı bekleyen yaralılar, enkaz altında kalmış çocuklar, yetişkinler, yok olmuş bir kent ve onu sarmalayan bir doğa görür. Ayrıca yıkılmış ağaçlar, enkaz altında kalmış kedi, köpek ve birçok evcil hayvanı da görür. Buradan bakanlar için yıkılmış kentler ve köyler, kullanılmaz yollar, doktorlara mezar olmuş hastaneler, pilotlar için korkulu hale gelen havaalanları, temeli sarsılmış ya da yerle yeksan olmuş kamu binaları vardır.

Velhasıl adına deprem denilen kapitalist afetleri ortadan kaldırmak proletarya ve halkların kendi kollarıyla mümkündür. Proletaryanın her türden etkinliğe olduğu gibi bilime de kumanda etmesi gerekir. Burjuva bilimi, her şeyi bildiğini ve akıl, bilim, teknik, robot ve dijital bir çağda yaşadığımızı söylüyor ama depremin zamanını bilmediğini ileri sürüyor. Burjuva-liberal epistemolojiler teknolojide devrim yaptıklarını “endüstri 3.0”, yetmedi “endüstri 4.0” demesini biliyor ve böbürleniyorlar amma ve lakin depremi bilmiyor, enkaza anında müdahale edemiyor, yaralıları kurtarmıyor! Bu bilgi anlayışını (epistemoloji) anlamak mümkün değil. Siz depremi ve onun gerçekleştiği dünyayı biliyorsanız (atom ve atom altı parçacıklar bile biliniyor) depremlerin detayını da biliyorsunuz ya da bilebilirsiniz demektir.

Bunu anlaşılır kılmak için Kant’ın bilgi felsefesine gönderme yapmak öğretici olabilir. Kant, “fenomeni biliriz, numenonu bilemeyiz” dediğinde ona, “numenonun olduğunu biliyorsanız ne olduğunu da bilirsiniz” denilmişti. Aynı yaklaşımı biz de burjuva bilim adamlarına söylüyoruz. Sermayenin tutsağı olan bilimin değil ama özgür bilimin, depremin bilinmeyen yanlarını açığa çıkaracağı günler mutlaka gelecektir. Depremin tüm bilgisi, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız komünal bir uygarlıkta mümkündür: Depremsiz çağ!

Basının İşlevi ve Depremler

Halk bu türden yıkımlar sırasında etkili müdahale için gerekli organizasyonları oluşturmalıdır. Demokratik kurumların, HDP gibi oluşumların, devrimci çevrelerin, Alevi kurumlarının, gençlerin, kadınların, meslek kuruluşlarının çabaları son derece önemlidir. Bu kurumlarla birlikte aydınların, filozofların, politik aktivistlerin ve sanatçıların, kamuyu harekete geçirmek ve mümkünse yönlendirmek için yapacakları toplumsal baskı da göz ardı edilemez. Burada bilhassa özgür/muhalif basın yayın kurumlarına da büyük bir görev ve sorumluluk düşüyor. Kamuoyu oluşturmak ve kamuya baskı yapmak, sorunu gündemde tutmak ve doğru, nesnel bir habercilik yapması gerekir. Çünkü ana akım sermaye basını, olup biteni karartmak ve gerçeklerin üzerini örtmek için sahadadır. Sosyal medyaya yapılan kısıtlama, yasak, gözaltılar ve daha nice saldırıları saptamış durumdayız.

Devlet, Halk ve Depremler

Kamunun devreye girmesi son derece önemlidir. Çünkü gerekli alet ve edevat devletin tekelindedir. Devlet her ne kadar sermaye için varsa da, güçlü bir baskı karşısında afet sonuçlarıyla da ilgilenmek durumunda kalır. Hangi enkazda ne denli yıkım ve kayıp var, onu en iyi yereldeki halk bilir. Bu yüzden de yereldeki halkın müdahalesi ve kamusal müdahaleyi, devlet görevlilerini ve kurumlarını (AFAD) yönlendirmesi çok önemlidir. Devlet, kapitalizm koşullarında emekçilerin, ezilenlerin ve halkın değil esasen sermayenin devletidir ve sermaye için vardır. Bu bir kez daha 6 Şubat depremiyle tescillenmiştir. Kullanım değeri üzerinden yapılan her türden ürüne el koyma, kamulaştırma ve halkın kullanımına sunma meşru olduğu halde olup biteni yağma ve hırsızlık olarak gösterme de yine sermaye devletinin, gerçekleri çarpıtması, halkı karalama ve aşağılama yöntemidir.

Bir halk ayaklanmasını bırakalım, küçük bir asayiş sorununda bile nice helikopter ve savaş araçlarını ilgili mıntıkaya yığan devlet, depremin ilk kritik anında bölgede görülmüyor. Görüldüğünde de tüm imkanlarını kullanma ihtiyacı duymadığı anlaşılıyor. OHAL ilan ederek halk üzerindeki siyasal ve askeri baskısını artırmanın politikasını yapıyor. 1978 Maraş katliamı akla geliyor. Resmi-sivil faşizm Maraş’ta katliam yapmıştı. Peşinden dönemin hükümeti sıkıyönetim ilan ederek faşizmi daha da tırmandırmıştı. 6 Şubat depremi açısından devleti betimleyen en iyi ifade şudur: Devlet, bir gece ansızın gelebiliriz diyerek dünya halklarını tehdit eden ama deprem noktalarına ancak saatler sonra, günler sonra ulaşan organizasyonun adıdır.

Devlet, vinç, kepçe, iş araçları, çadır, ısı, ışık araçları, benzeri ekipmanlar ve donanımlı epikler için değil; halkı tehdit etmek ve onlara gözdağı vermek için afet bölgesine halkın içine gider. Her devlet gibi günümüzdekiler de çatık kaşlarını göstermek için sansür için vardır; fiziksel ve ideolojik manipülasyonu esas görev edinmişlerdir.

Uygar / Modern Sistemin Çıkmazı

Sınıflı uygarlık ve kapitalist modernizm koşullarında bilim nedenlerle değil sonuçlarla ilgilenir. Bu yüzden depremlerin yıkımını ortadan kaldırması mümkün değildir. Deprem yönetmeliğine göre yapılan binaların da patır patır yıkıldığı en önemli kanıttır. Nasıl ki uluslararası hukuk, devletler arası savaşları, emperyalist haydutlukları önlemek için yeterli değilse sermaye var oldukça depremi etkisiz hale getiren yapılar da inşa olmayacak veya edilmeyecek demektir. Dolayısıyla müteahhidi, ustayı, kalfayı, aracı tüccar ve tefecileri suçlamak, onları günah keçisi yaparak “uygar/modern” sistemin yükünü bunların üzerine atmak veya yıkmak doğru bir değerlendirme değildir. Doğal afetlerin suçlusu beş bin yıllık uygarlık ve sermayeye hizmet eden devletlerin ta kendisidir.

Depremler, dünyanın gidişatında köklü değişikliklere de neden olmaktadır. Örneğin 1775’deki, Lizbon depremi sonrası 4 kat üstü binalara, yapılara izin verilmiyordu. Avrupa halen bu kültürün etkisindedir. Biz de coğrafyamızın fiziksel özelliklerini dikkate alarak ara bir çözüm babında 2-3 katı geçmeyen bir yapılaşma öneriyoruz. Lizbon depreminin bir dönüm noktası olduğu söylenir. Felsefede “kötülük problemi” merkezi bir sorunsal olmuştur. Sanatın, bilimin ve siyasetin ekseni değişmiştir. Bugün sismoloji denilen bilimin temelleri de Lizbon depremi ile birlikte atılmıştır denilebilir. Düşünsel ilgide felsefenin yerini bilim almaya başlamıştır. Çağımızdaki ve ülkemizdeki depremlerin de benzer sonuçlar doğuracağını ileri sürmek yanlış olmaz. Bir siyasi aktivistin nazizm ile Lizbon depremi arasında benzerlik kurması son derece didaktiktir. Lizbon depremi de dahil olmak üzere bütün depremler uygarlığın ve günümüzde kapitalizmin neden olduğu katliamlardır, cumartesi annelerinin söylediği gibi kesinlikle kader değil, cinayettir.

Barışçıl Doğa ve Eşitlikçi Dünya:
Afetsiz ve Yıkımsız Depremler 

Doğal ve toplumsal kriz ve afetlerden kurtulmak, sınıflı modern dünyadan ve çağımız açısından da kapitalist-emperyalist sistemden kurtulmakla mümkündür. Anlık görev ise birlik ve dayanışma ilişkilerini geliştirip yaraları hızlı bir biçimde sarmak olmalıdır. Halkların, komşuların, dostların, yoldaşların ele ele verme zamanıdır. Aynı zamanda gün büyük mücadele günlerine hazırlanma günüdür.

Barışçıl bir doğa felsefesi, eşitlikçi bir toplum, sermayesiz, savaşsız, zulümsüz bir dünya, modern zincirlerinden kurtulmuş bir bilim ve felsefe insanlığı bekliyor. Bunu mümkün kılacak olan, sermayenin ve savaş sanayisinin hizmetinden kurtulmuş olan bilimdir. Böyle bir bilim sayesinde kutsal dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam) ve kutsal olmayan dinlerin yani liberalizm, milliyetçilik, aydınlanma, laiklik, ateizm ve kaba materyalizm türünden dinlerin depremi açıklama tarzı da son bulacaktır. Neticede depremler afetsiz ve yıkımsız bir özelliğe bürünür. Böyle bir süreç, bilimiyle, filozofuyla, siyasetiyle, etiğiyle, estetiğiyle yerini, giderek insanı ve doğayı -birlikte- merkeze koyan tarihsel materyalizme bırakır.

Editör: Haber Merkezi