GÖZALTINDA AKREP, YELKOVAN VE BİR GAZETECİ 

Üç gün önce evime yapılan baskında tak tak tak diye çıkan o koçbaşının sesinden bu yana ‘Tık tık tık’ diye çalan yelkovan sesinden başka ses duymadım. Yelkovan akrebi hiç geçmiyor sanki. Yıllardır sık sık beni getirirler buraya; ‘Allah alıştırmasın’ diyecem ama ben alışmaya başladım. Eskiden nezarette saat bulunmazdı. Vakitlerin gece mi gündüz mü olduğunu bilemeden geçerdi gözaltında günler. Ama şimdi bu saati işkence olsun diye koymuşlar, bakıyorum bakıyorum ama akrep hep aynı yerinde duruyor. 

Tık tık tık… Geçmek bilmiyor zaman!

Bugün 3. Günüm ama hala niye burada tutulduğumu bilmiyorum. Suçumu dahi söylemediler.  

Şafak vakti evimi bastılar; bilgisayarımı, arşivimi, kitaplarımı ve sonra yıllardır özenle yazdığım günlüğümü alıp gittiler. Onlar evi bastığında ezan okunuyordu, beni evden çıkardıklarında mahallenin horozunun öttüğünü duydum, binanın kapısından çıkarken binanın kedisi uykudan uyanmak zorunda kalmasına sinirlenmiş olmalı ki sürekli miyavlıyordu. Kapıyı aralayıp gizliden bana bakan komşularımı görebiliyordum. 
Dat, daat, daatt! Sesleriyle giden zırhlı araçların seslerini duyuyordum.

Dosyada gizlilik kararı varmış. Ne suç işledimse artık, benden bile gizliyorlar.

Hayatım boyunca haber yazma suçundan başka bir suç işlemedim(!)

Ulan yoksa! Bunlar bir yerlerden gizli bir tanık uydurup başımıza bir çorap örmesin?

İnsanın kendi kendisiyle konuşmasının nasıl faydalı bir şey olduğunu gözaltında öğrendim. Sokakta kendi kendine konuşursan deli derler ama gözaltında konuşursan deli olmaktan kurtulursun.


Üç gündür aralıksız uyuyorum, galiba artık hayata trahomlu bakıyorum, gözlerimde bir ağırlık hissediyorum.

20 yılda 8 defa gözaltına alındım ama hepsinde arkadaşlarım vardı, toplu alınırdık ama bu defa yalnız başımayım. Koca nezarethane de benim dışımda kimse yok. Gelip hastane kontrolüne götürseler de bir hava alsam. Bindirdikleri beyaz minibüste karakoldan hastaneye gidene kadar dünya gözüyle bir daha görseydim denizi, caddeleri, arkadaşlarla birlikte oturduğumuz sahil kıyısını.

Birden uyanıyorum panikle! Yoksa bir gizli tanık mı buldular, eğer öyleyse 10 yıldan aşağı çıkamam buralardan.


Yahu bir sakin ol, yaptığın haberlerdir muhtemelen, onları soracaklar, sen hayatında haber dışında bir şey yapmadın ki!

Hayır, yapmadım. Acaba hangi haberlerle yargılayacaklar beni! Neyse yarın götürürler ifadeye anlarız işte ne olduğunu

‘Yoksa bunlar’  diye başlayan cümleler kuruyorum, bana kafayı taktılar da sahte delillerle içeri mi tıkacaklar? 


Polis denen şeyi hayatımda ilk defa ilkokul 3. sınıfta görmüştüm. Gülay vardı bizim sınıfta onun babası işte. Sınıfa girdiği anda öğretmenimizin davranışlarından anlardım polisin korkulması gereken bir şey olduğunu. Cetvelle çizilmiş gibi ütülü pantolonu, Bol düğmeli kıyafeti, üzerinde yıldız, ortasında bayrak olan tören şapkası ile etrafına korku yayardı. Bir teneffüs arasında okulun önünde iki kişiyi nasıl dövdüklerini görmüştüm, kan revan içinde bıraktıktan sonra sürükleyip karakola götürmüşlerdi. Bunu yapanlardan biri Gülay’ın babasıydı. Gülay ona hiç benzemezdi, bunu düşündüğümde biraz sevinir ama Gülay’ın o adamın kızı olmasına da içten içe çok üzülürdüm.


Öğretmen sorardı Gülay’a : ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ diye, ‘Polis olacağım öğretmenim’ demesinden çok korkardım ama o tam tersi “Doktor olacağım öğretmenim, insanların yaralarını iyileştireceğim” dediğinde sevinçten bağıracak gibi olurdum. Hiç çekmemişti babasına… Babası yara açarken o yaraları iyileştirmek istiyordu.


Aynı soruyu bana sorduğunda; “ Ben bir şey olmak istemiyorum” der ve öğretmenin müstehzi bir ifadeyle ; ‘Senden bir halt olmaz zaten’ şeklinde ki hakaretine maruz kalırdım.

Yönlendirmek istiyorlardı ama bırakında büyüyünce ne olacağıma kendim karar vereyim. Olmak isteyene de kulp takarlardı. Filozof olacağını söyleyen biri vardı. Mahalle de FİLO lakabı takmışlardı çocuğa, arkasında Filo Filo diye çağırır alay ederlerdi.


Bir keresinde sınıf başkanı ben hariç bütün sınıfın ismini tahtaya yazmıştı. Çünkü ben konuşanlardan değildim. Öğretmen bütün sınıfın kulağını iyice çektikten sonra bana doğru geldiğinde Gülay: “ O yaramazlık yapmadı öğretmenim” dedi. Öğretmen “Yaramazlık yapmıyor ama baksana tırnakları uzamış” dedikten sonra kulaklarımdan tuttuğu gibi yukarı kaldırmıştı. Canım çok yanmış, kıpkırmızı olmuş, utanmıştım. 

Her derste aynı muhabbet: Avrupalı takımların kadrosunu ezbere biliyormuşum da, derslerimi çalışmıyor muşum. Haksız da değildi hani, Real Madrid’nın ilk on birini ezbere bilirdim. 1. Kaleci Buyo, 5. Sanchis, 10. Hugo Sanchez, 11. Emilio Butragueno diye sayardım. Hatta mahallede ilk defa Gullit diye top oynayan ben olmuştum. Gullit’in mahallede tanınmasını ben sağlamıştım.


Ben bunları niye düşünüyorum ki şimdi; İlk defa 2000’de gözaltına alınmıştın,  yıl olmuş 2020 hala gözaltına alınıyorsun ama düşündüğün şeylere bak! Nermin öğretmen, Çanakkaleli… Öğretmen değil de 12 Eylül darbesinin bizim sınıftan sorumlu bayisi gibiydi. Polis ve asker çocuklarına özel bir ehemmiyet verirdi. Bizleri gördüğünde ise başı ağrıyan migren hastası elini alnına götürür, rahatsızlığını açıkça belli ederdi.


Ne boktan bir durum… Çay ve cigara vermiyorlar, sadece su ve kuru ekmek.  


Hadi olum yelkovan biraz daha hızlı, biraz daha hızlı! Akrep sanki yerinde duruyor günlerdir, beni buraya getirdiklerinde bindirdikleri, insanda tabut duygusu uyandıran zırhlı araç Akrep’te bu saattin akrebi gibi yavaştı. İçerisi o kadar sıcaktı ki; bir ara düşüp bayılacak gibi hissettim kendimi. Hele o Akrepteki polisin bana sorduğu soruyu ÖSYM sınavında bulamazsın. Bana bugün ayın kaçı diye sordu, sorguda sorulacak sorular böyleyse çabuk yırtarım diye düşündüm.


Hele lavaboya gitme kısmı en sıkıntılı olanı, neydi o gardiyan polisin ismi Veli mi, Eşref’mi nedir? Tombul, siyah, kel olan! Hep alay eder gibi bakıyor. Yüzüne gülüyor, arkandan iş çeviriyor gibi! Koca emniyetin en dibinde bir masa bir sandalye vermişler, bu da kendini bir halt zannediyor. Hiyerarşinin dibinin dibinde olduğunun farkında bile değil.


Yahu açsana kapıyı lavaboya gidecem. Bu kadar basit bir işlemi yapmamam için bin dereden su getiriyor. Aç kapıyı gidelim da, bu kadar geç gelinir mi?


Maç var maç, Cim bomun maçı var. İdare et bu akşam, bazen gecikebilirim. 


Hay seni de maçını da, cim bomunu da (…) çişin idaresi mi olur………?


Buradan götürüldüğümde Adliye kapısında beni bekleyecek çok insan olur mu acaba?


Yok, sanmam, en çok iki üç arkadaşın ve olursa 3-4 avukat fazlasını bekleme?

Ya dava arkadaşlarım, meslektaşlarım onlarda mı gelmeyecek?

Bekleme gelmezler!


Şu gözaltında hallerim ne kadar negatifmiş. Her bir şeyde karamsar mı karamsar.

 Herhalde insanın kendisine doğruları söyleyebildiği, her şeyi itiraf ettiği tek yer nezarethanedir.

Aman boş ver! Ben gazeteciyim hayatımda haber dışında bir şey yapmadım ki! Çok düşünme, yarın çıkarsın buradan, muhtemelen adli kontrol şartıyla serbest bırakırlar.

Nah bırakırlar?  Bu ülkede gazetecilik yapmak suç sayılmıyor sanki de bu kadar rahatsın. Uğur Mumcuyu Hrant Dink’i öldürdüler, Ferhat Tepe’yi öldürdü bunlar, Nazım Babaoğlu’nu, Hüseyin Deniz’i ve eli kalem tutan nice arkadaşımız. Bunları öldürenlerin seni tutuklaması mı zor?


Hadi ya öyle mi dersin? Her şeye hazırlıklı ol, tutuklama çıkarsa da metanetini koru. Belki de bir süre yatar çıkarsın.

Açtın yine o şom ağzını!

Boş ver bunları düşünme. Henüz çok genç iken sivil polise o zaman gizli polis derlerdi,  “Seni çükünden asacağım” dediğin de en az 10 dakika bunun nasıl olacağını düşünmüştüm de aklıma yatmamıştı bir türlü (!)


‘İradenin Zaferi’ kitabında okuduklarını düşün,  Yılmaz Güney’in Sanık kitabında Yaşar Yılmaz’ın çektiği acıyı düşün: “Ne yazayım? Bir suçum yok ki benim.”

Mazlum’u, Hayri’yi, Laz Kemal’i düşünüyorum…

Birden ‘Gelin be, hepiniz gelin’ diye bağırasım geliyor ki diğer yanım ‘sakin ol yahu, sen nesin kimsin ki; altı üstü kaç tane haber yapmışsın diye itiraz edince yatışıyorum.

Belki yıllarca çıkamayacağım içeriden. Ama onlarda bunları yaşadı mı? Ahmed Arif, Ahmed Kaya, Yaşar Kemal ve daha niceleri… Onlarla aynı asırda yaşamış biri olarak onlardan farklı mı olacaktı yaşamım, ben de onların yaşadıklarını yaşıyorum işte. Belki hiçbir zaman onlar kadar yetenekli olamayacağım ama en azından onlarla aynı idealler için mücadele vermek bile içinde bulunduğum karanlığı aydınlatıyor.

İşte geliyorlar, ayak seslerini duyuyorum. Ya işkenceli bir sorgu ya da savcılığa götürecekler. Ölüm ile hayat arasında ki o ince çizgideyim. “Avukatın bekliyor, ifadeni aldıktan sonra adliyeye çıkaracağız” dediklerinde hayati fonksiyonları durmuş olan ben tekrar yaşama döndüm. Nihayet çıkacaktım buradan ya yeniden kalbi kırık şehrime ya da buradan 2 km ötede bulunan cezaevinin demir parmaklıklarının arkasına.

Avukat Bayram geldi nihayet; Dosyayı gördüğünü söyledi. Bir yazımda sel felaketinde gereğini yapmayan bakana ‘Keçel’ demişim.


Bu muydu bütün suçumuz?..4 gündür gözümden uyku çıkmadı!

Ben çıktım da oradan Akrep ve Yelkovan yine orada kaldı. Nice insanı gönderdiler de oradan ama kendileri belki de daha uzun yıllar orada kalacaklar.

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ

ÖTEKİ TV Youtube kanalında ülkenin sıcak gündemini ötekilerin sesinden ekrana taşıyoruz.

ÖTEKİ TV Resmi Web Sitesi https://www.otekileringundemi.com/

ÖTEKİ TV Sosyal Medya Hesapları:

Twitter https://twitter.com/OtekilerinG

Facebook https://www.facebook.com/otekileringundemii

Instagram https://www.instagram.com/otekilerin_gundemi/

YouTubehttps://www.youtube.com/channel/UCmKlsa826_a9G30R7r884Xw

Sizler de kanalımıza abone olabilir ve arkadaşlarınıza önerebilirsiniz!

Editör: Haber Merkezi