Kimim Ben Hatırlat Bana

Kimim Ben Hatırlat Bana

Kimim ben hatırlat bana

Kendimle tanıştır beni

Nasıl yalvarayım sana

Lisan ver konuştur beni

Ömrüme ermeden zeval

Geçen günler oldu hayal

İçime bir güzellik sal

Küskünüm barıştır beni

Kalmadı sabrım kararım

Kaybettim kendim ararım

Sözleri derde dermanım

Unutma soruştur beni

Gurbet ele indi göçüm

Affeyle sultanım suçum

Aladeli yanar içim

Küskünüm barıştır beni

Kelam-ı kibar kabilinden sözler vardır; duru, doygun ve derin; yalın ve yoğun. Sanki söylenebilecek her şeyi eksiksiz ve fazlasız söylemiş hissiyatını duyumsar insan. Musa Eroğlu'nun o demli, buğulu hançeresinden, icra ederken takındığı çalma tavrıyla mestane olduğum bağlamasından "Kimim ben hatırlat bana, kendimle tanıştır beni" mısralarını işitmemle müspet bir şaşkınlık benliğimi kavramıştı. Bu inci mercan kıymetindeki sözleri sarf eden Âşık Aladeli de kimdi!? Bereket ki Mustafa Ertekin'in hazırladığı "Kimim Ben Hatırlat Bana" kitabıyla biraz olsun Aladeli'ye dair malumatımız varsıllaştı, biraz daha tanış ve tanır olduk onu. Heyhat ki Aladeli'nin Karacoğlan esintili, tınılı şiirleri yıllar var ki çekmecelerde pinhan kalmıştı. Artık çekmecelere sığmıyor ve bilinirliğin alanına sıçrıyor bu kitapla Aladeli.

Aladeli mahlaslı Haydar Kaya1930 tevellütlü. Babası Dalgalı Baba'yı on bir-on iki yaşlarında, validesini de çok daha erken yitirir. Yani ömrü mağlubiyetlerle, travmalarla berelidir. Henüz sabi sübyan iken çobanlık ve tarım işçiliğiyle iştigal eder. Müteakip yaşlarında amelelik, hamallık, inşaat işçiliği, bulaşıkçılık, müstahdemlik yapar. Hayatın adaletsizliğine, feleğin kalleş faklarına aynı zamanda onun ömür sergüzeştiyle tanık oluruz. Zaten Aladeli'nin kâh sitemli, kâh öfkeli, kâh özlemli ve hasretli lisanı bu yüzdendir. O sadece yaşadıklarından değil, yaşayamadıklarından ötürü de sitemkâr ve efkârlıdır.

Sene 1999'un Haziran'ında hem bir dost ziyareti hem de "Kimim Ben Hatırlat Bana" ezgisinin telif hakkını alabilmek umuduyla İstanbul'a varır. Lakin bindiği vapurdan düşer ve Dalgalı Baba'nın oğlu Aladeli'nin canı tenini boğazın sularında terk eyler.

"Hakikat yolunu bilenlerdeniz

İlhamı insandan alanlardanız

Gevherin hasını bulanlardanız

Foyalı boncuklar dizen değiliz"

Hünkâr Bektaş-ı Veli

"Kimim ben hatırlat bana, kendimle tanıştır beni" dizelerinde tekmil zamanları ve mekânları arşınlayan, cavidan bir talep var. Aladeli hayatın öğrencisi değil, talebesi. Kendiyle buluşmaya, tanışma ve kucaklaşma hasretini yudumluyorum ben bu cümlelerde. Kendiyle tanışmaya meftun, meyyal bir gönlün çırpınışı var bu sözlerde. Kendi dehlizlerine dalma, girinti çıkıntılarına sokulma, kendi derinliğini iskandil etme iştiyakı yankılanıyor. İnsan-ı kâmil olabilmenin başat koşulu, değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkesi, "kendini bilmek" değil midir!? Peki kişi nasıl olur da kendini bilir? Kişi hangi yoldan yolaktan kendine revan olur? Hangi akardan yataktan kendine akar? Hele ki kişinin kendisi olmasının, kendilik sevgisi ve saygısının bunca cezalandırıldığı Babadolu'da kişi nasıl kendi olma cüretini gösterebilir!? Şüphesiz kişi, bir başkasının dolayımıyla ve marifetiyle kendini inşa edebilir. O Bir bilge şahsiyetin nefesini dost meclisine buyur edelim: "Bir başkası, kişinin kendini tanıdığı endam aynasıdır."

Kalp ve kafa arasındaki mesafe sandığımızdan da kısa olmalı. İnsan belki de "rasyonel bir hayvan" olmanın yanı sıra ve bundan daha çok "pasyonel" ve "emosyonel bir hayvan" olsa gerek. Söylenegeldiği gibi hiç de akıl bedenin orkestra şefi, amiri; beden ve duygular da memuru, emireri değildir. Sanki duygular günün sonunda ve resmin bütününde akla galebe çalıyor; her ne kadar her defasında romantizmimiz realizmin surlarına toslasa da... Kuşkusuz insan denilen bu tuhaf hayvana dair tanım, tasnif, tasvir gayretimiz asla nihayete ermeyecek. İnsana dair "ağyarını mâni efradını câmi" bütünsel bir tanım ve kavrayışa erişeceğimiz şüpheli. İnsan ne kadar teşrih masasına yatırılırsa yatırılsın her daim bir netameli, muallak, muamma ardında bırakacak.

Talebesi olmasak, görgü ve tecrübe talep etmesek bile hayat bizi acemisi, şöyle veya böyle talebesi kılar ya da kılmalıdır. Değil mi ki hiç kimse hayatın kendisine verdiğinden daha fazlasını veremez hayata. Şahsım adına söylemeliyim ki benim görgü, içgörü, hayat bilgisi membalarımdan birisi de Alevi ozanlarının deyişleri, nefesleri olageldi. Sadece Alevi ezgilerinin nağmelerine kapılıp salınıyorum, ayrıca o deyişlere içkin olan "az sözle çok şey söyleme" hüneri karşısında şaşkınlığa ve esrimeye de gark oluyorum. Bana kalırsa Alevi deyişleri ve nefesleri, ciddi bir irade terbiyesi, adab-ı muaşeret sandığı, düşünce tedrisatı ve sözün esaslısından anlayana maarif ve müfredat. Zaten Âşık Aladeli'ye okul olan da irfan meclislerindeki o muhabbetlerdir. Muhabbet cemlerindeki bilgelik, irfan, hikmet dolu deyişlerden, nefeslerden besinini alır Aladeli.

Şimdi yazımın omurgasını teşkil eden "Kimim ben hatırlat bana/Kendimle tanıştır beni" mısralarını kendi halimce ve kavrayışımca açımlamaya, kadim öğretilerle ve Alevilikle ilişkilendirmeye gayret edeceğim. Aladeli, yazıma hem nesne hem de özne olarak mihman olacak. Umarım muvaffak olabilirim!

Kadim Mısır'daki Luksor Tapınağı'nın halk girişinin alınlığında, "Beden Tanrı'nın evidir," düsturu yazılıdır. Yine Delfi Tapınağı'nın alınlığında "Gnothi Seauton", yani "Kendini bil!" mottosu işlenmiştir. Kimbilir, belki de Aladeli'ye "Kimi ben hatırlat bana" sualini sorduran, talebinde bulunduran, tam da bu Kadim Grek filozofisinin bu topraklara yadigâr bıraktığı bu kendilik merakı, meramıdır. Var olsun ve buyursun, safalar getirir, başımızın ve omzumuzun üstünde yeri var.

Hararet nardadır sacda değildir

Keramet baştadır tacda değildir

Her ne arar isen kendinde ara

Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir

Hünkâr Bektaş-ı Veli

Kant, "Sapere Aude" tembihinde bulunur; yani "Kendi aklımızı kullanma cüreti göstermemizi" öğütler. Peki Yunus ne der: "İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Bu nice okumaktır." Her ne kadar Montaigne, "Kendim olmaktan asla zarar görmedim," dese de, biz bu ellerde en çok da kendimiz olmaktan, kendilik ısrarından ötürü bir "cehennet" içre ömrümüzü güz sellerine, zehmeri yellerine vermiyor muyuz!? Varsın Sartre, "Başkaları cehennemdir," desin; varsın Hobbes, "İnsan insanın kurdudur," desin. Bizler, "İnsan insanın Hızır'ıdır," diyelim; "İnsan insanın yurdudur," diyelim. Alevilikte "ham-ı ervah"lıktan sıyrılıp da insan-ı kâmile erişmek ve "Rızalık Şehri" ütopyasına vâsıl olmak değil midir aslolan!? O Rıza Şehri ki kurulamayacak olsa bile, sanki mümkünmüşçesine ona doğru bir yürüyüş eylemek değil midir mesele!?

Peki kimiz biz? Kimliklerimiz miyiz? İçine doğduğumuz aidiyetlere, kimliklere, hazırlop ve halihazır anlam dünyalarına ve kimliklere mi yazgılı ve yargılıyız!? Duyularımızın, duygularımızın, yapıp etmelerimizin, yaşadıklarımızın ve yaşa(ya)madıklarımızın yekûnu muyuz? Kendiliğimizle kimliklerimiz arasındaki gerilimde ne yana düşeriz, savruluruz? Kimlik sahibi olma gailesi ve gayretiyle kişilik sahibi olamamanın ızdırabını bile duyumsayamayan insanların tufanında yaşamak, ciddi bir meziyet değil midir? Ölümcül ve kötücül kimlikler kumpanyasında kimlik ve köşe kapmaca oynamaktan ne zaman yorgun ve dargın düşeceğiz!? En azından atanmış, doğuştan ve tesadüfi olan kimliklerimizle değil de akılla, vicdanla, emekle, meşakkatle, müşkülatla edindiğimiz kimliklerimizle varlığımızı meydana koymayı ne zaman öğreneceğiz!?

Editör: Haber Merkezi