HATIRLA!

BİR HALKIN ELÇİ'SİNİ VURDULAR

Ülkenin en puslu yerine şöyle bir dönüp bakın, oralarda, hep Kürtler'in yaşadığını görürsünüz. Bu onların kaderi değil, isteği, dileği hiç değil..

Kendi coğrafyalarında, toprağa değdirdikleri alın teriyle yaşarken sürüldüler. Öyle rica minnetle değil, sürgünlüğün en kanlı tarihi yazılarak, mecburiyete mahkum edilerek, koparıldılar yerinden, yurdundan. Gidenler, bu ülkede yabancısı oldukları metropollerde, en yoksul, en sahipsiz semtlerde, bir yaşam mücadelesi verdiler. 

Yaşamak ve yaşatmak için... 

Çok zordur, insanın sürekli gidip geldiği ve çok iyi bildiği yollardan uzakta olup, yabancı bir semtin yolcusu olması ve ordan nereye gideceğini, nereye ulaşacağını bilmeden yol alması. Hangi şehrin hangi sokağına yönünüzü çevirseniz, orda kan ağlayan ve isyan eden bir öykünün sahibine rastlarsınız ve o öykünün o şehre o semte ait olmadığını hemen görür ve anlarsınız. Bir başka coğrafyaya aittir o öykü. Bir sabah, köylerine gelen resmi üniformalı birilerinin "derhal burayı boşaltın" sesleriyle irkilip, sonrasında da orayı terk etmek zorunda kalan insanlara ve o insanların kadim coğrafyasına aittir. Yağmalanmış, yıkılmış, yakılmış köylere; işkence görmüş ve katledilmiş insanlara aittir. Daha fazla eksilmemek, daha fazla ölüm ve zulüm görmemek için, bugüne kadar sahip oldukları her şeyi geride bırakıp, bilmedikleri bir yere, bilmedikleri bir yolculuğa çıkışlarının, çıkarılışlarının öyküsüdür..

Birde geride kalanlar var. Her şeye rağmen sahip olduklarından vazgeçmeden bir karış toprak dahi olsa kökenim, köküm buraya bağlı diyen ve ayak direterek tırnağını toprağa geçiren ve bir adım öteye gitmeyenler var. Doğdukları, büyüdükleri, bildikleri topraklarda, tanıdıkları, bildikleri, ait oldukları dilde yaşamak isteyenler var.. Gidenlerin ötekiler diye görüldüğü ve adlandırıldığı yerde, mahkumiyetlerinin ve ayakta kalma çilelerinin yanısıra, kalanlarda da terketmeyişlerinin çilesi var. 

Gitmek mi daha zor, yoksa kalmak mı?... 

Her ikisi de aynı acının rengidir. Yaşadıkları mevsim aynıdır. Soğuktur, ıssızdır yabancıdır ve ölümdür. Çünkü adı ve kimliği ele veriyor onları, kaldıkları yerde de gittikleri yerde de. Yani, ne gittikleri yerde rahat veriyorlar ne de kaldıkları yerde. Çünkü teni, teri ve dili farklı, yasaklılar arasındalar. Onlara ait olan her şey, onların dışında herkes tarafından yasaklanmış. Aslında, gidenlerin ve kalanların acısı hiç değişmemiş bu coğrafyada. Gidenler hep yabancı olmuş, yabancı görülmüş, ötekileşmiş ötekileştirilmiş. Hep nereli oldukları sorulmuş..Bir yerde iş ararken, çalışırken, ev ararken, komşu edinirken, alışveriş yaparken, bir okulda okurken, yuva kurmak isterken, konuşurken, ağlarken, gülerken...

Adeta, bir hayalet muamelesi görmüşler. Onları görmek asla mümkün olmamış. Yanından geçip gitmişler. Yok saymışlar. Onlardan oldukları sürece, dilini, kültürünü, ırkını, nerden geldiklerini, ne istediklerini unuttukları sürece, boyun eğdikleri sürece, kendilerine dair her şeylerini geride bırakıp onlar gibi yaşadıkları sürece ikinci vatandaş olma vasfıyla en zor şartlarda kalma ve yaşama vasfına nail olmuşlar.(!) Boyun eğenler ise, hiç bir şeye sahip olmamaları koşuluyla ordan oraya sürüklenmişler. 

Kalanlar ise; zülüm görmüşler, öldürülmüşler ve atılıvermişler bir kenara, bir sabahın şafağında ya da bir gece yarısı, kör bir sokağa...

Sonra da faili meçhule sayılmışlar ve kimliğine yazılmış bu zulümler, kayıplar ve cinayetler...

Ama bu düzen ortadan çat diye çatlamış. Öyle gelip öylece gitmemiş. Tarihin sayfaları bu halkın kazıdıklarıyla dolu.

İşte bütün bu acıların, kayıpların ve kazanımların içinden gelenlerden biridir Tahir Elçi. 

Tanığıdır yaşanan bütün sürgünlerin, yerle bir edilen köylerin, yağmalanan, yakılan, yıkılan evlerin, öldürülüp bir çöplüğe ya da yol kenarına bırakılanların. Çünkü o da böyle bir coğrafyada doğar, oranın bir parçasıdır. 1966 yılında Şırnak'ın Cizre ilçesinde dünyaya gelir ve herkes kadar bilir, herkes kadar tanıktır faili belli cinayetlere..

İlköğretimini bitirdikten sonra Cizre'den çıkıp tüm zorlu şartlara rağmen 1991 yılında, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmesi de bu yüzdendir belki. Bu yüzdendir hem kendini iyi yetiştirmesi hem de insanları adalete ulaştırmak için durmaksızın çalışması ve dönemin çok zor şartlarına rağmen adaletsizliğe asla boyun eğmemesi..

Bütün bu zor ve sert koşulların egemen olduğu bir dönemde avukatlığa başlamış. Yakılan, yıkılan, boşaltılan köylerin, gözaltına alınıp kayıp edilen insanların, faili belli ama meçhul diye üstü kapatılan cinayetlerin izini sürmek ve ortaya çıkarmak için bu mesleği kendine yol eylemiştir. Bütün bu haksızlıkları görüp sessiz kalmamak ve mücadele edebileceği her yola başvurmak, her yolu denemek için, Cizre’ye dönmeyip 1992 yılında Diyarbakır’a yerleşir. Orda hukuk mücadelesini sürdürür. Bundan sonraki meslek hayatını, üzeri kapatılmış gerçekleri ortaya çıkarma mücadelesine dönüştürür. Bütün davaları da bu konular üzerine olur. Tahir Elçi 1992-1998 yılları arasında Diyarbakır'da serbest avukatlık yapar. Aynı zamanda Diyarbakır Barosu Başkanı görevini üstlenir.

Tahir Elçi, iyi bir adalet savunucusu, iyi ve kararlı bir mücadele adamıydı. Çünkü adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyada doğmuştu ve bu da ona başka bir şans tanımıyordu. Doğruları aramak ve ona ulaşmak epey zor olsa da koşullar buna itiyordu. Ve bir gün hak ve adaletin yerini bulacağına inanıyordu. Bütün bu çabalarının bir karşılık bulacağına dair güçlü bir inancı vardı.  Bu inanç, Tahir Elçi'yi daha kararlı, daha cesur birine dönüştürüyordu. Israrla bütün bunların üzerine gitmesini sağlıyordu. 

Barışı savunan bir barış elçisiydi. Hayatını insanları yaşatmaya adamıştı. Bunun içindi bütün gayesi. Hak ve adaleti getirmek, bütün insanların insanca yaşamasını sağlamaktı. Ölmeden, öldürmeden, yakmadan, yıkmadan, sürgün edilmeden, kaybolmadan, kaybettirilmeden... Öyle ki; Onun ölümünü kabul etmeyip "gidiş" olarak niteleyen sevgili eşi Türkan Elçi'ye, öğretmenlik mesleğini bıraktırıp, Hukuk okumaya ikna edecek kadar da, adalet duygusu, hak ve hukukun üstünlüğüne olan inancı  güçlü biriydi.

Tahir Elçi tüm bu mücadelelerinden ve düşüncelerinden ısrarla vazgeçmediği için faili belli bir cinayete kurban gitti.

28 Kasım 2015 tarihinde, Diyarbakır'da, 4 ayaklı minare önünde, “Tarihimize, kentimize dokunmayın!” çağrısı yaparken kalleşçe vuruldu. Hedef gösterilerek bir plan dahilinde katledildi. Kendini insanlığa adayan bir hukuk adamının hayatı, Diyarbakır'ın ortasında dört ayaklı minarenin altında son buldu. 

Adalet ve demokrasi anlayışına bir kez daha kurşun sıkılmış oldu.

Bugüne kadar kendi coğrafyasındaki insanlar için ne istediyse, o coğrafyanın kültürel değerleri için de aynı şeyi istemişti. Kaybolmasınlar, yok olmasınlar diye... 

Üzerinden 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, hiç bir şüphelinin dahi bulunamadığı faili belli bu cinayet, ardından, hafızalarımıza kazınan "neden benim babam" diye soran bir kız çocuğu, hepimize bu sorumluluğu yükleyen bakışlarını, bir erkek çocuk ve ne olursa olsun onun mücadelesini yaşatmaya söz veren bir eş bıraktı. Bir de, bu halkın gönlünde unutulmaz bir hayatın, unutulmaz bir elçisini...

Tahir Elçi hayatını, faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkarılmasına adadı, kendisinin de bir gün böyle bir cinayete gidebileceğini bilmeden..

Ama bu faili belli cinayeti gerçekleştirenlerin, Elçi'nin ortaya koyduğu kararlılık cesaret ve iradeden korkanlar olduğunu ve toplumun nezdinde ve vicdanında bunların bilindiğini ve orda yargılanacaklarını unutmamak gerekiyor. O, bu ülkeye barış gelsin istiyordu. Barışı getirmek isteyene sıkılan kurşunun kimin elinden çıktığını tahmin etmek zor olmasa gerek. 

Tıpkı Ahmet Kaya'nın dediği gibi; 

"Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım

Ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım"

Barış güvercinine sıkılan o kurşun, aslında bu ülkenin ezilen halkına, hak ve adaletine sıkılmıştı...

İyi bir yaşam adına atılan adımların sekteye uğramadığı, kimden çıktığı ve nereye gideceği belli olan kurşunların son bulması umuduyla...

Kaybolmadan, kaybettirilmeden...

ÖLÜMÜN CEMRESİ DÜŞTÜ BUGÜN

Hava her zamankinden daha soğuk

Masumiyetin üzerine ölümün cemresi düştü bugün

O yüzden;

Üşüyor ruhum

Üşüyor yüreğim

Üşüyor bütün bedenim

Güneşin cılız gölgesinde sesim soluğum titriyor

Ayak ucuma ölümün kokusu değiyor

İrkiliyorum

Donup kalıyorum

Kayboluyorum adeta

Bu katil kentin, karanlık sokaklarında

Görmüyor, duymuyor kimse olup biteni

Üstelik herkes pek bir sessiz bugün

Yıldızlar karanlığa gömülmüş

Ay geceye küsmüş

Gün güneşe

Bulutlar yağmura

Kuşlar dahi terketmiş

Bu kentin karanlık sokaklarını, caddelerini

Gün ise yerde duran bir hüznün izini solumakta gökyüzüne

Gözyaşlarını bulutlara emanet bırakmış keder

Bir kız çocuğunun üzerine düşer bütün şiddetiyle

Duyuyor musunuz?

Bir tek o ses yankılanıyor hâlâ

Bir tek o ses,

Kaldırın diyor

Kaldırın!

Kana bulanmış kaldırım taşlarının üzerinden

Kaldırın,

Babam üşür o taşların üzerinde...

Zarif LAÇİN