ANKARA - PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın, kendisine dayatılan yönetme tekniklerine karşı direndiğini belirten avukat Özgür Erol, “Sayın Öcalan her zaman çok moralli, çok umutlu ve dirençli. Bu yaklaşımını çok istikrarlı bir şekilde Kürt sorunun siyasal çözümüne odakladı” dedi.

PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın 9 Ekim 1998'de Suriye'den çıkmasıyla startı verilen ve 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirilmesiyle sürdürülen uluslararası komplonun üzerinden 24 yıl geçti. Abdullah Öcalan’ın uluslararası hukuk hiçe sayılarak kaçırılıp Türkiye’ye teslim edilmesi ve ardından devreye konulan tecrit siyaseti günbegün ağırlaştı. Dublin Anlaşması’nın hiçe sayıldığını belirten Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Özgür Erol, Abdullah Öcalan’a dayatılan baskı teknikleri ve O’nun buna karşı sergilediği duruşa ilişkin Mezopotamya Ajansı'’nın sorularını yanıtladı.

 PKK Lideri Abdullah Öcalan, 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkışıyla başlatılan uluslararası komploya dair “Roma’da kaldığım evin içinde ve dışında alınan güvenlik tedbirleri durumu oldukça açıklayıcıydı. Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı” diyordu. Uluslararası arenada hukuk nasıl askıya alındı?

Uluslararası insan hakları hukuku kurum ve kuramı hem de söylemiyle 20’nci yüzyıl açısından ciddi bir kazanımdı. Bu kazanımların 20’nci yüzyılın sonunda itibaren özellikle 21’inci yüzyıldan itibaren neo-liberal ekonomi politik dediğimiz küresel yaklaşım tarafından adım adım çökertildiğine tanık oluyoruz. Hem uluslararası komplo hem de sonrasında İmralı’ya getiriliş ve imar edilme biçimi bu çökertme sürecinin aslında başlangıç köşe taşlarından biriydi. Her şeyden önce 9 Ekim 1998 ile 15 Şubat 1999 arasında yaşanan o 4 aylık periyot Sayın Öcalan şahsında Kürt sorununa barışçıl bir çözüm arayışıydı. Uluslararası arenaya çıkış, Avrupa ülkelerini tek tek gezmesi talepte bulunmasının sebebi Kürt sorunun uluslararası arenada çözüm ihtimalini zorlamaktı. Buna yanıt ise çok kapsamlı bir biçimde ve yalın haliyle kaçırma eylemi oldu. Bu insan kaçırma pratikleri sonrasında diğer ülkelerde, İspanya’da, Avrupa’da, Afrika’da uçaklarla çok yaygın hale geldi. Bunun köşe taşlarından biriydi Öcalan’ın ilk kaçırılma biçimi. Bu haliyle bu insan kaçırma pratiklerine daha sonrasında uluslararası bu insan hakları dediğimiz kurumların başta AİHM olmak üzere bir şekilde onay verdiğine ve meşrulaştırdığına tanık olduk. Hem Carlos’un davasında bunu onayladılar. Hem de sonrasında Öcalan başvurusunda bu kaçırma eyleminin yasadışı olmadığına hükmettiler.

Oysa çok basit bir gerçeklik vardı. Dublin Anlaşması gereği olarak Sayın Öcalan’ın İtalya’da bir iltica başvurusu vardı. Daha sonrasında İtalya, Rusya ve Yunanistan’a geldiğinde bir iltica başvurusu da Yunanistan’a yaptı. Yunanistan’a iltica başvurusu yaptığında o dilekçeyi biz çok sonrasında görme şansımız oldu. Orada açıkça siyasi bir talepten, ‘siyasi bir talepten öte insani temelde iltica talebinde bulunuyorum, benim bu talebimi ya kabul edin yahut bana ret cevabı verin’ demişti. Bu talebi işleme koymadılar. Örneğin bu talebi kabul edebilirlerdi, etselerdi bir iltica prosedürü başlardı. Ya da reddedebilirlerdi. Reddettikleri takdirde ise işletilmesi gereken süreç Dublin Anlaşması gereği, bir önceki iltica talebinde bulunulan ülkeye iade edilmesi gerekirdi. (Yani İtalya’ya.) Bunu da yapmamak için talebi sümen altı edip, görünmez kılıp, işleme koymadan Sayın Öcalan’ı Kenya’ya götürmeyi tercih ettiler. Bu artık alenileşmiş komplo süreciydi. Dolayısıyla bu süreçte bu pratikler hukuksal anlamda darmadağın edilmişti zaten.

 Bugün artık devletlerarası pazarlık haline gelen “deport etme” işlemi Abdullah Öcalan’dan önce ne kadar uygulanıyordu ya da Abdullah Öcalan’la birlikte bunun hukuksal karadeliği mi yaratıldı?

Bu aslında o dönemde yavaş yavaş işlemeye başlayan bir süreçti. Neo-liberal ekonomi politik, bir bütün olarak insan hakkı söylemini hem ekonomik hem de politik çıkarları doğrultusunda engel olarak görmeye başladı. Bu ulus devletler açısından da böyle bir hal almaya başlamıştı. Dolayısıyla doğrudan bu olayda başladı diye iddialı bir tespit yapmayayım ama bu olay bu işin köşe taşlarından birini oluşturdu. Bundan sonrasında insanların bu noktada herhangi bir güvencesi kalmamış oldu. Güvencesizleştirilmiş oldu. Artık sıklıkla hukuki sebeplerle değil, siyasi, askeri, istihbari sebeplerle siz gözaltına alınabilir, tutuklanabilir, sınır dışı edilebilirsiniz. Böylesi bir pratiği inceleyecek, denetleyecek çok fazla merci kalmadı. Çok sınırlı sayıda bireyselleşmiş örneklerde bazı kararlar alınıyor ama özellikle siyasileşmiş ve genelleşmiş olaylarda mümkün mertebe uluslararası hukuk kurumları, ulus devletlerinin pratiklerine müdahale etmemeyi tercih ediyor.

 Ulus devletlerdeki iç uzlaşma rejimi öne çıktı…

1960’larda başlayan ve 20’nci yüzyılda oluşan o denge halinin kırılmasıyla ilgili… Bu dönemde ortaya çıkan sosyal devlet prensipleri büyük oranda bu hak söylemi ve buna bağlı kurum ve mekanizmaları ortaya çıkarmıştı. Çok güçlü kararlar güçlü müdahalelerde gerçekleştirmişlerdi. Fakat şöyle bir sorunla mustariplerdi. Sadece tekil bireyleri korumaya odaklıydılar. Tekil bireyler üzerinden ihlalleri tespit etmekle yetindiler. Örneğin tek bir Kürdün uğradığı işkenceyi tespit ettiler fakat onlarca, yüzlerce Kürdün toplumda yaşadığı işkence halinin bir ayrımcılık oluşturduğunu tespit etmekten imtina ettiler. İhlaller bireyden çıkıp, topluluğa doğru yayıldıkça, kitleselleştikçe bu kurumlar bunu tespit etmekten kaçınmaya başladılar. Bu politik bir tutumdu. Bu noktadaki ihlalleri bu düzeyde tespit ettiği andan itibaren o topluluğun ayrımcılığa maruz kalması, o topluluğun koşullarının değiştirilmesini gerektirirdi. Bu noktada ulus devletlerdeki iç uzlaşma rejimi öne çıktı.

 Sonrasında Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi ve yargılama süreci var. Bu süreçte DGM’lerde yargılanan PKK Lideri kendi ifadelerinde 10 gün boyunca istihbarat yetkilileri, jandarma, emniyet tarafından sorgulandığını belirtiyor. Abdullah Öcalan, nasıl bir yargı pratiğiyle karşı karşıya kaldı?

Türkiye’deki yargılama süreci planlanmış bir müsamere gibiydi. Bir plan doğrultusunda başladı ve bir ay içerisinde sonuçlandırıldı. Sonuçlandırıldığı tarihte sembolik bir tarih olarak belirlenmişti. Şeyh Said’in idam tarihine denk getirilerek, sonuçlandırıldı. Bu yargılama pratiği hakkında çokça şey söyledik. Bizim söylediklerimiz haricinde doğrudan AİHM’de adil bir yargılanma olmadığını tespit etti. Fakat mesele şu ki; adil olmayan bir yargılama ile idam cezasına hükmedilmişken ve daha sonra bu ceza ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürülmüşken, yeniden yargılamada Türkiye’nin dosyayı bir açıp, kapama pratiğine göz yumdular, onay verdiler. Planlanmış müsamere bizzat Türkiye’de gerçekleşen bir pratik değildi. Bahsettiğimiz uluslararası kurumların tamamı da bu süreci izleyip, onay verdi.

 AİHM’in tedbir kararı da müsamerenin bir parçası mıydı?

 Öcalan’ın İmralı’da gerçekleştirdiği yaklaşımlar, orada yarattığı sistemsel değişimler, ortaya koyduğu perspektifler beraberinde mahpusluk halinin ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürülmesinin sebebi olduğunu düşünüyorum.

O dönemde idam cezasının onaylanmaması, uygulanmaması hukuki bir sebepten ya da uluslararası bir kurumun müdahalesinden ziyade İmralı’ya geldiği günden itibaren Sayın Öcalan’ın sistematik bir biçimde izlediği barış çizgisiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Avrupa’ya gidiş gerekçesinde de olduğu gibi Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesi için İmralı’ya geldikten sonra doğrudan muhataplarına seslenerek, ifade etme tutumu içerisine girdi. Sonrasında İmralı’da gerçekleştirdiği yaklaşımlar, orada yarattığı sistemsel değişimler, ortaya koyduğu perspektifler beraberinde mahpusluk halinin ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürülmesinin sebebi olduğunu düşünüyorum.

 Bir röportajınızda isminin ya da adlandırmanın önemli olmadığını belirterek, “21’inci yüzyılın başından itibaren küresel ölçekte güvenlik odaklı algı ve mekanizmaların hem politik tercihlere hem de hukuksal düzenlemelere giderek daha fazla yön verdiğine” dair tespitleriniz var. Buradan yola çıkarak, nasıl bir İmralı inşa edildi?

Geçmişte Diyarbakır Cezaevi’nde olduğu gibi çok sistematik işkencenin uygulandığı, şiddetin yoğunlaştırıldığı mekanlar Türkiye tarihinde hep mevcuttu. Ama İmralı tam o boyutta yerleştirilemez. İmralı’da öyle bir rejim yerleştirildi ki; bunu oluşturanların en baştan bu kadar detaylı planlayıp, planlamadığını bilmiyorum ama şuna biz tanık olduk; Her şeyden önce orada gerçekleştirilecek bütün politikalar denetimden muaf tutuldu. Hem bağımsız kuruluşların STK’lerin denetiminden, yeri geldiğinde avukatların denetiminden, siyasal, hukuksal kurumların denetiminden uzak tutma konusunda bir mekan oluşturuldu. Bu mekanda her şey sadece idari emirlerle belirlendi. O zaman Başbakanlığa bağlı bir kriz masasıyla yönetim başladı. Olağanüstü oluşturulan bir yönetim merkezi olarak başlatıldı ve bu şekilde devam etti. Tabi 23 yıldan bahsediyoruz. 23 yılda İmralı’da her şey dene dene, derinleştirile derinleştirilerek çok ciddi bir kapatma mekanı kontrol rejimi teknikleri ortaya çıktı. Özellikle kendini hukuktan, denetimden muaf tutma noktasında siyasi iktidara bazı fikirler verdi. Bunlar hiçbir zaman istisnai olarak sadece orada uygulanan, toplumun geri kalanı açısından çok da önemsenmeyen meseleler değildi.

Tam tersi o kadar ciddiyetle uygulanmış ve not edilmiş ki; Türkiye’de ilk OHAL ilanı ile beraber bir hafta sonrasında çıkarılan ilk KHK bütün cezaevlerine, topluma karşı geliştirildi. Bu ciddi bir mesajdı. 20 yıl boyunca orada beslenip, büyütülen rejimin nasıl bir OHAL sistemi olduğu, bunun ilk fırsatı bulduğundan dizginsiz bir şekilde bütün topluma nasıl yayılabileceği en bariz örneğiydi. Buradaki temel husus idarenin kendisini bütün denetimlerden muaf tutmasıdır. Siyasal, hukuksal, diplomatik, uluslararası ya da sivil denetimden muaf hissederek, yönetme faaliyetine girişmesidir.

 Abdullah Öcalan bu sürece nasıl cevap verdi?

Tecrit sisteminin görülmesi gereken asıl yönü budur. Orada Sayın Öcalan’ın bu sisteme karşı geliştirdiği direnme teknikleri, oradaki bütün yönetim tekniklerini her defasında kendini yenilemeye zorladı. Asla ona sirayet edemeyen, ona o noktada güç getiremeyen, onu yönetemeyen teknikler halinde kaldılar. 

Tecrit sisteminin görülmesi gereken asıl yönü budur. Orada Sayın Öcalan’ın bu sisteme karşı geliştirdiği direnme teknikleri, oradaki bütün yönetim tekniklerini her defasında kendini yenilemeye zorladı. Asla ona sirayet edemeyen, ona o noktada güç getiremeyen, onu yönetemeyen teknikler halinde kaldılar. Dolayısıyla her defasında kendilerini buna göre yeniden düzenleme, tecridi bazen bir süreç olarak yürütme bazen siyasal bir, diyalogla bir süreçle yürütme ya da bazen tam ve koyu bir tecride alma şeklinde yürüttüler. Sürekli kendilerini bunu değiştirme ve aşmaya, o direnci kırmaya dönük bir çaba olarak derinleştirdiler. Dolayısıyla esas olan İmralı’daki direniştir. Esas olan yönetim teknikleri değildir. Çünkü zaten bu yönetim teknikleri direnişin üstüne, direnişi esas alarak, direnişin üzerini kapatmaya çalışan teknikler… Ben özellikle görüşmelerin yapıldığı süreçten şunu biliyorum. Sayın Öcalan orada bulunduğu şartları şöyle tarif ediyordu; ben burada dar bir koridor içerisindeyim. Öyle şartlarda tutuluyorum ki daracık koridor içerisindeyim, iki taraftan kapatılmış ne sağa ne de sola dönebiliyorum. Sıkıştırılmış bir rejim içerisinde olduğunu dönem dönem ifade ediyordu. O dönem bunu yeterince anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Fakat zaman içerisinde oradaki sistemin her defasında yenileme ihtiyacını duyması orada ne düzeyde bir çatışma hali olduğunu çok açık ortaya koydu. Fakat biz o zamanda her gözlemlediğimiz şuydu; Sayın Öcalan her zaman çok moralli, çok umutlu ve dirençliydi. Bu yaklaşımını çok istikrarlı bir şekilde hiç sekmeksizin sürekli olarak Kürt sorunun siyasal çözümüne, barışçıl çözümüne odakladı. Bu istikrar ve tutarlılık bu noktada sergilediği yeni açılımlar, perspektifler… Nasıl sistem sürekli yeni bastırma teknikleri geliştirdiyse O da sürekli bunlara her defasında yeni açılımlar, yeni perspektifler, önermelerle kendi duruşu ve pozisyonunu geliştirdi.

 Tecridin derinleştirilmesinin temelinde de bu mu var? 

Kesinlikle budur. Zaman zaman aslında bunu şöyle ifade etmeye çalışıyoruz. ‘İmralı’dan doğru bütün topluma yayılan bu tecrit sistemi üzerimize kapanmış demirden bir kafes değildir’ diye ifade etmeye çalışıyoruz. Bu yönetim teknikleri her zaman direnişin üzerini kaplamaya çalıştı. Aslında bu hem toplumsal açıdan çok ciddi direnme dinamikleri olduğu için kendini bu kadar derinleştirmeye çalışıyor. Esas alan her zaman direniştir.

 Abdullah Öcalan’ın sıklıkla hukuk vurgusu yapmasıyla, bugün gelinen sonucu öngördüğünü söyleyebilir miyiz? 

 ‘Burada benim şartlarım her ne ise aşağı yukarı sizin başınıza gelecek olanda budur’ diyordu. Yakın dönemde başımıza gelebilecekleri öngörebilmek istiyorsak; İmralı’ya bakabiliriz. 23 yıllık dönem bize bunu gösterdi.

Bunu çok daha öncesinden söylüyordu. 1998’de Yunanistan’a iltica başvurusu yaptığında söylediği de buydu. Onun hukuka yüklediği anlam bugün bizim güncel de yaşadığımız bütün toplumsal muhalefete uygulanan şiddetle alakalı bir durum değil. Onun hukuka yüklediği anlam; hukukun gerçek anlamda 19’uncu yüzyıl itibaren egemen iktidarları sınırlayabilen ve denetleyebilen yönüne, insanların belirli ve öngörülebilir yaşamalarını, başlarına ne gelebileceğine dair bir fikirlerinin olmalarını sağlayan kurallar silsilesi... Onun yüklediği anlam esas itibariyle ezilenlerden yana olan bu tarafıydı. 1998’de de daha sonrasında İmralı’da da talebi buydu. Ama çok düzenli olarak, ‘Burada benim şartlarım her ne ise aşağı yukarı sizin başınıza gelecek olanda budur’ diyordu. Yakın dönemde başımıza gelebilecekleri öngörebilmek istiyorsak; İmralı’ya bakabiliriz. Bu 23 yıllık dönem bize bunu gösterdi.

 CPT heyeti Eylül ayında Türkiye’ye geldi. İmralı’yı ziyaret ettiklerini açıkladı. Uluslararası hukuk örgütleri, insan hakları kurumları İmralı’ya nasıl yaklaşıyor? 

Uluslararası hukuk kurumları içerisinde İmralı’ya daha ilgili olan Avrupa Konseyi üzerinden CPT ve AİHM’dir. İmralı’nın 1999 kuruluşundan 2022’ye kadar bu iki kurum İmralı’nın bütün şartlarına hakimdir. Zaman zaman verdikleri kararlarla burada küçük değişiklikler ya da yaptıkları ziyaretlerle şartlarında küçük oynama yapmaya çalıştılar. Fakat işin esası bu 23 yıllık rejimin şu ana kadar anlattığımız ağırlaştırılmış tecrit yönünü, hukuktan muaf yönünü sorgulamamayı tercih ettiler. Dolayısıyla, dolaylı olarak şunu söyleyebiliriz; bu sisteme başından itibaren tanıklık eden kurumlar olarak, bu biçimde gelişmesinde kesinlikle payları vardır.

 Türkiye’nin Abdullah Öcalan’ın “umut hakkı”ndan muaf olduğu yönündeki itirafında uluslararası kurumların payı nedir?

Meselenin bu duruma gelmesi AİHM’in, Avrupa Konseyi’nin (Türkiye konseyin bir üyesi olduğu için bu kadar atıf yapıyoruz) mevcut rejimin sürdürdüğü tecrit halini kısmen onaylar tutum almalarıyla ilgilidir. Bunu sürekli bir hale getirdikleri için rejim, zaman zaman alınan ihlal kararlarını ise tanımama halini soruna dönüştürmediler. Ağırlaştırılmış müebbet hapis halinin ihlal olduğuna dair kararın tarihi 2014’tür. Sene 2022 yılı ve 8 yıl geçmiş. Türkiye’den STK’ler, avukatlar, Asrın Hukuk Bürosu olarak kapsamlı ve düzenli bir şekilde Bakanlar Komitesi’ne sürekli bir başvuru, basınç uygulamasaydı; izleme takip sürecini dahi başlatma niyetleri görünmüyordu. Bir sessizliği sürdürmeye niyetliydiler. Bunların tümü Türkiye gibi devletleri cesaretlendiriyor. Artık gelinen noktada AİHM’in genel olarak da Türkiye dışında da kararlarını uygulatmak gibi bir sorunu var.

 CPT’nin Türkiye ziyareti oldu. Bu konuda neler söylemek istersiniz? 

CPT’nin bugüne kadar Türkiye’ye olan ziyaretleri önemliydi. Fakat bugüne kadar şöyle bir taktik izliyorlardı; ne zaman ki İmralı’da bir görüşme süreci başlarsa o süreçlerde gidiyorlardı. En son 2019’da gittiler. Bu sefer mevcut tarzlarının dışına çıktılar.

Bizim CPT ile resmi temaslarımız oluyor. Düzenli olarak İmralı’daki durumu oraya rapor ediyoruz ve buna dönük görüşmelerde oluyor. Bu son yapılan ziyaret pek çok STK’nin bilgisi dışında gelişmiş. Ziyaretin ana hedefi Türkiye’deki geri gönderme merkezlerinin kontrolü ve sadece İmralı’yı ziyaret etmişler. Bir şekilde 2019’dan bu yana ilk gidişleri olması açısından önemli. En azından oradaki koşulları doğrudan gözlemleyip, bir raporlaştırmaları önemlidir. CPT’nin prosedürü çok açık ve şeffaf işleyen bir süreç değil. CPT raporunu önce üye devlete gönderiyor, üye devlet onay verirse bunu yayınlayabiliyor. Daha önceki bazı raporlarını 15 ay sonra yayınlanan raporları oldu. CPT’nin bugüne kadar Türkiye’ye olan ziyaretleri önemliydi. İmralı’daki duruma dair tespitleri de önemliydi. Fakat bugüne kadar şöyle bir taktik izliyorlardı; ne zaman ki İmralı’da bir görüşme süreci başlarsa o süreçlerde gidiyorlardı. En son 2019’da gittiler. Ama 2021’de geldiler, İmralı’ya gitmediler. Hiçbir görüşmenin olmadığı dönemde gelmişlerdi fakat İmralı’ya gitmemişlerdi. Bu sefer mevcut tarzlarının dışına çıktılar. Bu açıdan önemlidir, oradaki mevcut tespitlerinin sonuçlarını görmemiz gerekir. Ayrıca AİHM’de tecrit üzerine yapılan bir başvuru halen açık, bu başvuru açısından da CPT’nin raporu önem taşır.

MA / Berivan Altan

Editör: Haber Merkezi