Tarihten Güncele İstanbul Sözleşmesi Varya, o soğuk kış gecesinde kapısına dayananın bir Alman subay olduğunu görünce, büyük bir öfkeyle ve boğuşarak onu dışarıya attı. Sonra da yaptığı onu ürküttü.

 

Tarihten Güncele

İstanbul Sözleşmesi

Varya, o soğuk kış gecesinde kapısına dayananın bir Alman subay olduğunu görünce, büyük bir öfkeyle ve boğuşarak onu dışarıya attı. Sonra da yaptığı onu ürküttü. Soğuk gecede donup ölecekti adam. Yıllardır hayatlarını alt üst etmiş canavarlardan bir Alman’dı ama işte bütün kaybettiklerinin yasıyla birlikte ağlamaya başladı. Arkadaşı geldiğinde onu teselli edecek gözyaşlarıyla ona eşlik ederken romanın o bölümü burada bitiyordu.

Kitabı kapatıp kalkarken aklım, corana günlerinin başlarına kaydı. İnsanı yoran boğan havaya karşı öfkeliydim. İnsanlar bir kabus gibi çöken korona karşısında bir şey yapamadan teslim olmuş, evlere kapanmış ya da kapatılmıştı. Çevremdekiler filmlere, okumalara, söyleşilere kendilerini boylu boyunca yatırmışlardı. Siyasi faaliyetler, okullar, işler artık bir internet bir bilgisayarla yürüyor, telefonlar hiç bu kadar akıllı olmuyorlardı. Biz de böylelerdendik. Hala yasaklıydım, bugün yeğenim evleniyor ve ben nikahına bile gidemiyorum. Bugün kadınlar final eylemi yapacak! İzin şu bu, bir sürü formalite, gittiğin yerde bir ay kalma zorunluluğu;  katlanamıyorum! Hayatımda ilk kez kendimi bu kadar yalnız, işsiz, işe yararsız hissetmemiştim o günlerde. Oysa içimde fırtınalar esiyordu. Sürüklenme haline karşı gümbür gümbür Moskova Önlerinde’leri, Kızıl Kayaları, Mitka’yı okumak istiyordum. Neretva Köprüsü’nü izlemek istiyordum, hem de üst üste. Kadim arkadaşlarımdan biriyle telefonda da böyle konuşuyorduk.

Bugün okuduğum o günlerden, Fırtına 2, İlya Ehrenburg’un ünlü romanı. Varya’nın acısı, Stalingrad direnişi zaferini gölgelemiyordu kuşkusuz. Fakat mutfağa girip tezgahın levyesinde balıkları görene kadar sürdü bu. Bir büyük tas dolusu minicik istavrit, üstlerini az çok kapatan suyun içinde. Az yaklaşınca ne göreyim; içlerinde hala canlılar var. Son nefeslerini bitirmemeye uğraşıyor onlar da. Varya’nın, Alman astsubayın donma acısını duydum neredeyse. İnsan eliyle olmuştu o da! Pis Nazi, ölürken bile, kendisini kapıya atan Varya’yı ipte sallandırmayı sayılıyorken hem de. Katliamlar ordusu dağılmış, kendisi çürümüş canlı bir ceset gibi hırlıyorken Varya yine de, onun için; doğru mu yaptım acaba, donacak şimdi, diyerek acı payı taşıyordu.

Sonra aklıma, Flord’un boğazına basarak, sekiz dakikada hayatını alan cellat Amerikan polisi geldi gözümün önüne. Şimdi ölümle cebelleşen balıklar vardı önümde. Onlarda fırına girip insan dene canavarın sofrasına konulacaklardı. Hangisi daha acıtıcıydı, hangisi vicdanı temsil ediyordu, diye sormama gerek yoktu. Vahşi savaş, işkence, soygun ve sömürü, ırkçı düzenler her yerde hem insanı, hem hayvanları, bitkiyi, doğayı önüne katmış savaşlarının kurbanı ediyor.

Floyd için haftalardır Amerika’da siyahlar ve beyazlar ayakta. İngiltere’de ve şimdi Fransa’da ırkçılık simgesi heykeller yıkılıyor, emperyalizmin üç- yüz yüz yıllık kasaları kölelikle ilişkilerini sorguluyor. Ama işte aynı ülkenin yönetici sermaye iktidarları, aynı anda Libya’da ve Suriye’de halklara kefen biçiyor, buraların efendisi olma yarışındalar, sanki sörf yapıyorlar; bir kayıyor, diğeri sıraya giriyor; bir altta öbürü üstten tokuşup tokuşturuyor.

Ve Türkiye aynı iştahla, “beş kıtada at koşturmuş” atalarının kefenlerine sarılmış, kan deryasında derya kapmak üzere, üç kıtada ava çıkmış! Uçaklar, sortiler, mermiler, SİHA’lar gırla! Bir gün Güney Kürdistan’da, ertesi gün İdlib’de, hatta fırsat buldukça diş geçiremediği Rojava’da, sonra Akdeniz’de ve nihayet, miti-iti-cihatçısıyla, uçaklar dolusu silahıyla Libya’da. Parası ceplerinden mi çıkıyor ki, düşünsünler… Ölen canlar hanedandan mı ki yansınlar… Her şey onlara hanedan mirası! Hanedanlık gösterileriyle sokaktakinin canı çıkıyor. Çıksın! Şama girip Emevi Camisinde namaz kılamadılar ama işte şimdi “kılıç hakkı Ayasofya’yı yeniden kurtardık, kapısını, sonuna kadar Müslümanlara açtık ya, alın size” diyorlardır elbet. Kendileri de Emevi soyundan-bunu ben söylemiyorum, din bilimcileri ve siyaseti uzmanları diyorlar- kendi dinlerinden olmayan dinini geçtim; mezhebinden, siyasi meşrebinden, mahallesinden olmayan herkese; işte kement, eğin boynunuzu! Yoksa zulüm, ölüm; hangisinden yerseniz! Din, dil, siyasi görüş, felsefe, ekonomik dengeler, uluslararası sözleşmeler, Baro, avukat da neymiş; hepsini biat köprüsüne ya da cehenneme sürdüm gitti!

Kadına şiddete yeni aşama

Günün esas konusuna gelirsem; canavarın eli asıl kadında; işte, yolda, evde onu dinlemeyen, “makbul kılamadığı” kadında. Aylarca hatta yıllardır kadını “makbulleştirmek için” çalışıyorlardı. Kadın dediğin, öyle her yerde gülmez! Hamile kadın karnını öyle uluorta göstermeyecek, “makbul kadın” olacak. Zaten fıtrata aykırıdır, hikayedir kadının erkekle eşitlik iddiası diye başladılar. Erken evlilik diye kız çocuklarına resmi tecavüz törenleri düzenlettiler. Erken tecavüzcüleri affetmek için denemedikleri af yasası bırakmadılar. Ensar Vakfı yurtlarında dindar elemanlarının taciz ve tecavüzlerinin mağduriyetle acıları yeri göğü yakarken onlar, suç bastırırcasına corona belasından bile LGBTİ’leri sorumlu tutar oldular. Trans cinayetlerini unuttular! “Ne yapayım hakim bey; arabaya alırken kadın sandım, erkek çıktı” diyen katilleri kurtarmak için az ter dökmediler.

Kadın Cinayetleri Çağı yaşamıyoruz gibi, şimdi de kadına şiddetle mücadele yasalarına göz diktiler! Neymiş, İstanbul Sözleşmesi, aile yapımıza uymuyormuş! Erkeği mağdur ediyormuş! Her gün işlenen kadın cinayetlerinin aylık bilançosunda kadınları öldürenlerin çoğunluğu evdeki, komşudaki, akraba-sülale takımından eş sevgili, ağabey, baba değilmiş gibi. Gözlerimizin içine baka baka yalan söylüyorlar. Utanmazlık, arsızlık genel özellikleri olmuş. Bu da demek oluyor ki, hem devletin, hem sermaye düzeninin hem de erkek egemenliğinin ödü kopuyor. Engels; bugünkü ailenin yapısında mevcut ekonomik, siyası ve toplumsal yapıdaki çelişkilerin tümünü görebilirsiniz, diyeli yüzyıldan fazla oldu. Onlar da biliyor ki; beslendikleri, her türlü kötülüğü yeşertebildikleri ve saklatabildikleri yer, ana kaynak “bugünkü aile” yapısı, hepsinin birden kök hücresidir. Kök hücrenin çürümüşlüğü, üzerinde yükselen düzenin çürümüşlüğünü ele veriyor. Engels’in sözleri bir daha doğrulanıyor, kriz aileden başlıyor: her toplumsal alt üst oluşta önce cinsler arasındaki ilişkiler alt üst oluyor. İster yazılı tarih öncesi, ister İsa’dan sonraki tarihi bir elekten geçirsek, görüp göreceğimiz bundan ibarettir.

Ne var ki düzenin bütün alanları her çürüme krizinde bir yıkıldı, çözüldü, geriledi ya da özü aynı kalmak üzere biçim değiştirdi durdu. İnsanlık onu kökleriyle-zamandaşlarıyla birlikte tarihten silemedi. Son iki yüz yılın bütün alt üst oluşlarına tarihsel perspektiften baktığımızda, gerçeği teşhis edebiliriz. İstanbul Sözleşmesi gündeme işte böylesi anlardan birinde dünyasal kadın mücadeleleriyle gündeme geldi. Çürümüş emperyalist kapitalist düzen, “neo liberalizm” etiketiyle sağa sola saldırırken kadını da ihmal etmedi. Çünkü çürümüşlüğün dibi, kadının kıstırıldığı “aile” idi, şiddetin merkez üssü kadının kesintisiz mücadelesinin yoğunlaştığı bu alandı. İşte oradan “yenileyelim” dedikleri yerden “değişim” rüzgarına ihtiyaç çok açıktı. Beklemedikleri şey oldu; büyük bir kadın direnişi yükseldi; mevcut devleti, kendi için vazgeçilmez “aile” içindeki kadını korumakla görevlendirdi! Kadınların mücadelesi her yere yayıldı, yasal güvenceler mahkemelerde ses çıkardı. Bir süre böyle gitti ama erkek gericiliği direnci gecikmedi. Kadınların direnişi karşı şiddeti doğurmaya başlamıştı. Devrim ve karşı devrim diyalektiği böyleydi. Kadın devrimi dalgası, şiddete karşı mücadeleyi bin yılların direnç heybesine yüklediğinde, işte o zaman kadın cinayetleri çağı açıldı. Mesela Türkiye’de AKP iktidarı on yılı geçmeden kadın cinayetleri sayısal olarak yüzde 1400 arttı! Sistemin kök hücresi evde, cinsiyet çelişkisi kriz evresine yükseldi! Bugün sadece burada değil, biçimleri değişse bile bütün dünyada yaşadığımız gerçek budur.

İstanbul Sözleşmesi, zamanın kazanımı, dünya kadın cinsinin elinde bu sistemin içinde ayrımcılıkla, devlet ve erkek şiddetiyle, ev merkezli cinayetlerle savaşımında tek değil ama en büyük bayrağıdır. O bayrağı yere düşürmemek günün ivedi görevidir. Çünkü o krizdeki cinsel çelişkinin bugünkü çözümlerinde, tıpkı kıdem tazminatı gibi yasal sözleşmesi, klavuz olacağı, mevcut haliyle ailenin demokratikleştirilmesinde- şiddetle ilgili bölümde tabii ki- yarınki yeni yaşamın çizgilerinin anlaşılmasına da yardımcı olacaktır.

AKP-MHP iktidarının İstanbul Sözleşmesi’nin hedef tahtasının nedeni de budur. Onlar bugün, sokakta olduğu gibi, evde de dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Oysa karşılarında ancak idrak edebildikleri, kadını “kayıran” bir sözleşme var. Bu sözleşme korktukları bir şey; evin içini- yani her türlü erkeklik suçunun gizli mabedini alenileştiriyor, içine üçüncü bir taraf olarak devleti, bir sürü kurumu sokmak istiyor! Nasıl olupta evi dikensiz gül bahçesi yapacaklar ki. Dünkü hayata özlemleri müthiş! Erkektir sever de döverdi de! Babalar kızlarına sulanabilirdi. Kadın yaşlı genç bütün aile, akraba filan yükünü görenek diye yüklenirdi. Ne güzeldi; söz horata kesilirdi!

Şimdi bundan yoksunlar. Kadınlar itiraz ediyor, şiddete, zorla yatağa sokulmaya, angarya emeğe karşı geliyorlar. Gelenekleri, ananeleri, Müslüman yaşam alışkanlıkları palavralarını meydana sürmeleri bundandır. Tersane patronu, tersanedeki iş cinayetlerini ne de güzel açıklamıştı; “Efendim bakınız, bu kazaları yapanlar hep bekar erkekler! Çünkü 20 si birden bir evde yaşıyorlar. Doğru dürüst yemek yemiyor, temizlenmiyor, uyku uymuyorlar. Ertesi gün de işe geldiklerinde dalgın oluyorlar. Hop kaza yapıyorlar! Evli işçilerimiz öyle mi? Onlar işe iyi yemiş, iyi uymuş, temiz geliyorlar. Kaza da yapmıyorlar, efendim”.

İşte ol hikaye böyle. Ev- kadın emeği sömürüsü ve şiddet; çürümüş erkek egemen düzenin hali ve bir direniş kalesi olarak İstanbul Sözleşmesi, CEDAV’dan bu yana, kadın mücadelesinin eseri yasal güvenceler. Buna rağmen yaşadığımız kadın cinayetleri çağı… Aklım Ayşe Paşalı’dan başlıyor Gülistan Doku’ya sıçrıyor. Hafıza bu, yetimiyor, gözlerimin önüne Emine Bulut’u getiriyor; katil koca kurşunları sıkarken o; ölmek istemiyorum, kızı ise; anne lütfen ölme!, diye haykırıyorlar ve biz naklen izliyoruz. Artık izlemeyelim!

Aklımda yine Stalingrad var. Varya’nın direnişi var. Hani Kürt direnişçiler sıkça derler ya; Stalingrad, Madrid direnişleri örüyoruz, öreceğiz, diye. Mehmet Tunç demişti ya; halkımız bizimle onur duyabilir diye. Kadınlarda bugünkü bilinç bu, kadın hareketinin yönü de öyle. Onların da çok direniş hatları var tarihten bugüne, yine de olacak. İstanbul Sözleşmesi direnişi de muhtemelen böyle olacak. Zira saldırı yalnızca Türkiye’de değil, dünyasal. Fransa hükümeti tecavüzden yargılanmış adamı İçişleri bakanı atıyor, cihatçıların davasındaki avukatı Adalet bakanı atıyor.

Elbet yarını da var bu işin. Cinsiyet çelişkisinin vardığı varacağı yer; büyük bir toplumsal devrim. Rojava’ya bakıp, yeni yaşamın bir modelini görürüz bugünden, dünküleri unuttuysak bile.