Her şeyi çözecek değildi ama “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” derken kadınlar çok haklıydı. Şimdi o yok, kadınların yaşam hakları daha çok çiğnenecek.

Sıraya “kadın beyanı esastır” çiğnenmesi geldi. “Erkeklere iftira” ve “LGBTİ’yi teşvik yasası” diye mahkum edilmeye çalışılmıştı uzun süre. Nitekim 4. Yargı paketinde onun da hesabı görüldü.

“Bademlenecek çocuklar” yaratan cinsel saldırganları suçlayabilmek artık çok zor. Çünkü yargı paketi, “somut delil” şartı getirdi. Çocuktan delil, kadından kanıt istenince taciz ve tecavüz suçları da gündemden düşecek!

Her şey bitti diyoryorlar. 6284 didiklenmeye başlayabilir artık, diyorlar. Öyle değil, mücadele sürüyor!

Sözleşme, bizzat kadın mücadelesinin eseriydi. Uluslararası kadın hareketinin dayanışma gücünün göstergesidir. Elimizden koparılıp alınmasındaki zorbalığı yargılarken düşülen eksiklerle de ilgilenmek lazım.

“Kaynağını Anayasa ve yasadan almayan bir yetki kullanımı, yetki aşımı olarak kanunilik ilkesine de aykırıydı. Fakat Ana Muhalefet Partisi veya bir araya gelecek 150 milletvekili, sorunu Anayasa Mahkemesi'ne taşımak gereğine ikna edilemedi. Meclis'te sandalyesi olan muhalefet partileri, Türkiye İşçi Partisi hariç tutularsa, Danıştay sürecini bile yakından takip etmedi. Gerçi TİP de bu sıralamanın dışında kalma başarısını bünyesindeki feminist avukatlara borçlu.”

İstanbul sözleşmesinin feshine karşı mücadelenin hukuki boyutundaki eksikliğin eleştirisine böyle başlıyor Berrin Sönmez, Duvar Gazetesindeki yazsına. Sonra da “çoklu baro yasası”nın geçişindeki muhalif vekil rehavetinin örneğini veriyor. “Nasılsa geçer” cümlesiyle tanımlanan rehavet, o yasanın Meclis’te sadece beş oyla geçmesini sağlıyor. Kimimiz, ne önemi var, iktidar istemediği yasayı geçti saymaz, yeniden oylatarak iptal ettirir, diyebilir. Nitekim bunu da yaşadık. “Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Yasası” nın başına bu geldi.

Mümkün, her şeye saldıran istemediği hiçbir yasa ya da uygulamaya hayat hakkı tanımayan bir zorbalıkla yönetiliyoruz elbet. Ama meselenin bir de “bu zorbalığı mevcut kurallarla geri püskürtme” bağlamında muhalif kesimin görevinin yapıp yapmadığı meselesi var. İşte oradaki sorunlar, ayağa dolanan ihmaller, bazen yolu yokuşa süren durumlar açığa çıkarıyor. Berrin Sönmez’in eleştirisinin haklı yönü bu.

İstanbul Sözleşmesi’nin hoyratça elimizden alınmasında bizzat kadın aklı ve emeğinin payı ne diye sormak gerektiğini düşünüyordum bir süredir. Ele almak istediğim konunun bir yönü olması nedeniyle buradan girdim yazıya. İstanbul Sözleşmesi’nin Meclis’e getirilmeden bir gece yarısı, kendisi reis mertebesine erdirilmiş erkek operasyonuyla kadınların hayatından çekilip alınmasında kadınların bir suçu yok elbet. Ama bu alanda mücadelenin eksiklerinin sorgulanmasına, bundan sonraki mücadelenin stratejisini kurmak bakımından hala daha ihtiyaç var.

600 vekillik Mecliste 150 kadın vekilin yokluğu, sorunun kendisini ele veriyor zaten, bu Meclis, siyaset ve yasa yapma yeri- göstermelikliği bir yana- erkek kurum. 103 kadın vekille 2018 yılında oluşan bu Meclis’te dokunulmazlığı iptal edilerek vekilliği düşürülen Leyla Güven de yok! Üstelik çok sayıda HDP’li kadın vekilin fezleke ile Meclis’ten çıkarılmaları gündemde. Altı üstü hesap aynı; bir kadına karşı altı erkek!

Yine de sorun bu kadar mı?

Değil elbet. Ama sadece kadın vekillerin tümü bir araya gelseydi bile büyük bir mücadele gücü oluşurdu, arkasına demokratik bir erkek bileşkesini de katardı. AYM’ye de giderdi. İktidar blokunun kadın vekillerinin bu birliğe katılmayacağını elbet biliyoruz da, geri kanının niye İstanbul Sözleşmesi söz konusu iken bir arada olmadığını açıklamak zor. Danıştay’a başvuruların ayrı ayrı yapıldığını biliyoruz ama. Oysa Meclis’teki aynı kadın gücü Kadın Erkek Eşitlik Komisyonu da kurdurmuştu.

Demek ki bugün İstanbul Sözleşmesi üzerinde, sonuçlarının ne olacağından bağımsız olarak, Meclis’te ortak bir kadın insiyatifinin oluşmadığı, bunun için ciddi bir çaba olmadığı söylenebilir. O günleri gözümüzün önüne getirelim: HDP Kadın grubu çok güçlü kadın oturumları yaptı, sözleşmeden çekilmenin, kadına şiddetin her biçiminin yükseleceğini sergiledi. İktidarın ve dinci gericiliğin hilelerinin teşhirini yaptı. Ama sadece kendisi olarak, en yakınında duranlar olarak yaptı bütün bunları.

Milliyetçiliğinden kıl aldırmayan Meral Akşener, yıllardır kadın hareketinin oluşturduğu fikirlere kendi öyküsünü ekleyerek, kadın avukat temsilcisine söz vererek, belki de sağ cenahta bir ilke imza attı; parlak bir Meclis oturumu yaptı. Sonra tek kişilik başvurusunu Danıştay’a havale etti ve son güne kadar bir daha ağzına almadı. Meral Akşener’i, korunaklı milliyetçi mecrasından az bile olsa dışarıya doğru iteleyen bir kadın insiyatifi de olmadı. Danıştay da iktidarın kılıcıyla son dakika golü attı ve İstanbul Sözleşmesi kadınların hayatından çıkarılması kesinleşti.

CHP Kadın vekilleri ve de Kadın Kolları ne yaptı? Ortalarına erkek başkanlarını alarak bir toplantı yaptılar! Açılışı erkek başkanın yaptığı bu toplantı, kadın mücadelesinin argümanlarıyla süslenerek bitirildi. Çünkü sonrası yoktu, biz ve kamuoyu görmedik. Görünene göre, ne sağlarına ne sollarına bakmadılar bir daha, çok özel anlar dışında önlerine top gibi yuvarlanıp gelmiş gündemler içinde boğuldular. İstanbul Sözleşmesinin kaybedilmemesi özel mücadelesine girdikleri görülmedi CHP’li kadın vekillerin.

Bugün İstanbul Sözleşmesine nasıl da ihtiyaç olduğunu, Meclis’te kurulan komisyona katılıp anlatan AKP’li kadınlar, o günlerde nerelerdeydi, onu da bilmiyoruz. Seslerini duyuramadıkları, KADEM’lerinin iktidarca kadınlara tayin edilmiş çoban gibi hareket ettiğinden habersizdirler belki de. Ama orada da suların durulmadı ortaya çıkmış bulunuyor komisyon vesilesiyle.

Yine öğreniyoruz ki, erkeklik ve cinsiyetçilik fışkıran Komisyondan HDP’den başka CHP ve İYİP de çekilmiş! Bu iktidarın kadına karşı suç tezgahına ortak olmamak iyi. Sözleşmenin iptalinden önce olmayan şimdi olabilecek mi acaba, bunu bilmiyoruz. Kadın mücadelesine güç verecek bir ortaklık ya da ortamlar oluşacak mı, asıl sorun bu.

Ya Sokaktaki Hareket?

Aslında sokak hiç durmadı. Zaten sokaktaki hareket İstanbul Sözleşmesi’ni gündeme sokmuş ve çıkışını sağlamıştı.

Türkiye’de bu mücadele 1987’de Yoğurtçu Parkı’nda başlayan yürüyüşten beri kesintisiz sürüyor. AKP’nin iktidara gelişiyle de durmadı. Hatta AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte erkek şiddetiyle kadın ölümlerinin yüzde 1400 kat arttığı tespit edilmişti. Hatırlayalım. 2005 yılında Ayşe Paşalı’nın kocası tarafından öldürülmesiyle kadınların öfkesi sokağa taşmış, o tarihsel kesitte işkenceli hayatları katliamla sonlandırılan kadınların posterleriyle yüzbinlerce kadın günlerce sokak gösterileri yapmıştı.

2011 yılında üniversitesi öğrencisi Özce Can’ın vahşice, hem de tecavüz edilerek öldürülmesi toplumun bütününü sarsmıştı. Zamanın Aile ve Sosyal Politikaları Bakanına, kadın cinayetlerine karşı mücadele talebini sunan 1 Milyon imza teslim edilmişti! Şiddet karşıtı mücadelenin öznesi kadın hareketinin temsilcileri ve avukatların kuşattığı bakanlık o şekilde harekete geçmişti.

1999 yılında Birleşmiş Milletlerin gündeme aldığı şiddetle mücadele programını içeren İstanbul Sözleşmesi bu gelişmelerin içinde 11 Mayıs 2011 yılında imzalanmıştı. 2014 yılında yürürlüğe giren Sözleşme’nin uygulama yasası 6284 sayılı yasa da aynı şekilde kadınların çok zorlu çalışmalarıyla hazırlanıp Bakanlık eliyle Meclise getirilmiş, sokaktaki birleşik mücadelenin gücüyle kabul ettirilmiştir.

Burada ayırt edici bir nokta var; hem dünya kadın hareketinin şiddet karşıtı yükselen dalgası, birleşik hareketi ve hem de Türkiye’de kadın hareketinin birleşik mücadele gücü ortadaydı. Bu Meclis’te de öyle idi.

Bugün Sözleşme’nin gasp edilmesine karşı mücadele de güçlü oldu ama sokakta önceki zamanın birlikteliği yakalanamadı. Şiddet karşıtı mücadeleden doğmuş örgütler var. Ama onlar bile yan yana gelmedi. Protesto günleri ve yerleri bile ayrı ayrıydı! Her kesim, kendine benzeyenlerle yürüdü gitti. Etkileşim, ortaklaşma meselesi ne kadar dert edildi, açık olarak bilmiyoruz doğrusu.

Demokrasi için kadın cephesinden söz edildiği zamanımızda kadın merkezlerinde ve sokakta böyle bir cephenin İstanbul Sözleşmesi için kurulmamış olması ne hazin durum.

Bu sorular yanıt istiyor, ortada kalmamalı.

Kadın düşmanı politika sahipleri, bu koşullarda özellikle LGBTİ düşmanı kurumların harekete geçmesi kolaylaştı. İktidar da, “kadın erkek eşit olamaz” diyen reisin imzasını kolayca kullandı.

Açık söylemek gerekirse, kadın hareketi çizgisi, Sözleşmenin iptaline karşı mücadelede birleşemediği için başarılı olamadı. Bunda da en büyük etken birleşik olamamaktır.

Ya evdeki durum?

Sözleşme için, (dün olduğu gibi) bugünkü mücadelenin programı sınırlıydı. Çünkü mücadele evlere giremedi! Çünkü şiddetle mücadeleyi, kadının evdeki ekonomik sömürüsüne, ekonomik bağımlılığına karşı mücadeleden bağımsız ele alıyor kadın hareketinin geneli. Hareket planları da buna göre şekilleniyor.

Ama ev sadece şiddet değil, kadın emeğinin en derin sömürüldüğü merkez de. Zaten erkek de şiddet uygulama gücünü tekelini bu sayede elinde tutuyor. Bir toplantıda bir kadın arkadaşımız; “kadınlar öyle çok işsizlik ve yoksullukla eziliyorlar ki, İstanbul Sözleşmesi için kadınlar sokağa çıkmıyorlar!” Ya ne oluyor? Yoksulluk ve işsizlikle mücadele evin dışında sürüyor. Şiddete karşı mücadele de öyle. Oysa ikisinin kesişme yeri ev. Kadının evdeki emeği yok hükmünde sayıldığı için yoksulluk merkezi ev mücadele konusu olmuyor! 


Devlet ve sermaye düzenine karşı mücadelede kadın emeğinin talanı olduğu kadar erkeğin sömürü ve şiddetini birleştiren evin adı bile geçmiyor. Kadının evde erkeğin eline muhtaçlık halinin nedeni ortaya konmuyor. Evdeki emeğinin değeri için mücadeleye giremeyen kadın, açlık ve yoksulluk içinde debelenirken, bunun kaynağına inemiyor; şiddete karşı mücadelenin önemini de anlayamıyor. Bu yüzden sokak, İstanbul Sözleşmesi için mücadeleye de gelemiyor. 


Sonuç; kadın hareketi ne zaman yoksullukla mücadeleyi, kadının yoksunluğunun temelinin döşendiği eve karşı, evdeki emeğin hakkı için mücadeleyi başlatır, şiddete karşı mücadeleyi onunla birleştirebilir. Yani kadın hareketi bir yandan kadın emeği mücadelesini evdeki emeğin hakkı için mücadeleye doğru genişletebilirse, diğer yandan şiddete karşı mücadeleye bu temel dinamiği katar saflarına. O vakit hayatın bütün alanlarında emek- beden kimlik mücadelesini birleştiren birleşik kadın hareketi yükselir. Onun önünü kesebilecek güç olur mu, yaşarsak, görürüz.