“Devletinin “bekası”, ailesinin ‘bekası’, inancının “bekası” için kendinden olmayanı yaşamaya değer görmeme; çocuk, büyük, kadın, erkek, ağaç, toprak, velhasıl yok edilmek istenen her şey karşısında, “kutsalları”nı vicdanının önüne set olarak çekmeye programlanmış bir insan için, “iyilik” kimin için ve ne için ne kadar anlam taşır?”

Fatma Koçak-JINNEWS

Kötülüğün olanca gücüyle hüküm sürdüğü bugünlerde iyiyi, güzeli ve doğruyu anlatmak! Böylesi bir konu, an’ın gerçeğine boğulan bizler için oldukça zor olsa gerek. Hakikat denilen o geniş evrenin içinde, erdemi ve varlığı anlamlandıran bir eski çağ dervişi sadeliğinde anlatmak tek tek; maskelere bürünmüş çağa an’ın bir yönüyle yanıltıcı olduğunu ve belleksizliğe mahkum bir umutsuzluğun beynimize habire pompalanmaya çalışıldığını anlatmak. Hepimiz zaman zaman bu tuzağa çekiliyoruz, içine düşüp kayboluyoruz. 

“İnsanın güçle imtihanı hafızanın unutuşla imtihanı gibidir” diyor ve şöyle devam ediyor Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda: “İnsanın iktidara karşı savaşı, hafızanın unutmaya karşı savaşıdır.” Milan’ın da dediği gibi burada asıl mesele bize “an”ın karanlığını ve distopyasını dayatan ve yaşamaya mecbur kılanların farkında olmak, bir direnme biçimi olarak hafızamıza sarılmak sanırım.  

Kötülüğün ifşası bir noktaya kadar farkındalık yaratır

Ormanlar yakıldı, kadınlar öldürüldü, çocuklar cinsel istismara maruz kaldı, kedilere, köpeklere işkence yapıldı liste böylece uzayıp gidebilir. Bunların hepsi yaşadığımız toplumda her gün önümüzden geçen, komşumuz olan, yanı başımızdan gelip geçen insanların günlük eylemleri. Çoğu zaman hepimizin birbirine sorduğu sorudur: “Hep böyle miydi, yoksa medyada yer aldığı için mi bu kadar çok görünüyor?” Aslında soru cevabın içinde saklı, çünkü evet hep böyleydi. Toplumun yozlaşmış bir damarı her zaman vardır ve bu damardan kötülük kendini her zaman kusar, hele ki kapitalist modernitenin insan hayatını ve güdülerini kontrol etmek için 24 saat çalıştığı bir dönemde. Ancak toplumun her zaman bundan daha güçlü bir damarı vardır; binyıllar boyunca erdemleri biriktirdiği ahlaki yanı. Sorunun içindeki ikili cevaba dönersek; bir yanıyla da görünür olmasının insan hayatını ele geçiren sistemin güdüsel kurgular üzerinden insanı yönlendirmesinin önünü açan bir etkisi var. Belki iletişim bilimciler bu noktada itiraz edecektir; ancak kötülüğün ifşası bir noktaya kadar farkındalık yaratır. Bir süreden sonra -veriliş biçimi ve içerikle de bağlantılı olarak- artık içimizdeki kötülüğü ortaya dökmeye teşvik ettiği, hatta yer yer kışkırttığı da su götürmez bir gerçek. 

Kötülük hepimizin bildiği üzere tek başına cereyan etmiyor. Onun ortaya çıkması için bir zalim ve bir kurban, çoğu zaman da tanıklar gerekiyor. Yani kötülük, sosyal olarak icra edilen bir şey. Bu noktada sanırım anmadan geçemeyeceğimiz isim Hannah Arendt olur. Milyonlarca Yahudi’nin, sırf Yahudi oldukları için toplama kamplarında bir araya yığılıp topluca ve vahşice ölüme gönderilmeleri, son derece “rasyonel” ve “modern” koşullarda gerçekleştirilmişti. Peki, bunu yapan Naziler ve soykırıma karşı sesini çıkarmayan tüm insanlık nasıl bu kadar “kötü” olmuştu? Modernite kalıpları içinde bunu tartışan felsefecilerin veremediği cevabı kendisi de bir Yahudi olan ve soykırımdan kurtulan Hannah Arendt verdi. Adolf Eichmann, soykırımın uygulanmasında lojistik yönetimden sorumlu olan eski bir SS subayıydı. 1960 yılında, Arjantin’de Mossad ajanları tarafından yakalanarak, yargılanmak üzere Kudüs’e getirildi. Aslen bir Yahudi olan ve soykırımdan kaçıp Amerika’ya göçen Hannah, 1961-62 yıllarında bu davayı takip etti. Eichmann davasında, herkes karşısında Yahudilerden nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu. Oysa Arendt’in anlatımıyla; “Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.” Son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey değildi. Arendt’in  savına göre, insanlığı bu felakete sürükleyen şey, o ya da bu kişinin “kötü” olması yahut kötülük yapması değil, kurbanların ve mağdurların tüm güçleriyle bu sisteme direnmekte ısrar etmemeleriydi. Ve onlarca yıldır, Avrupa’da bilinçli olarak sürdürülen Yahudi düşmanlığıydı. Aslında Hannah Arendt, “kötülük ve düşüncesizlik” arasındaki ilişkiyi belirterek yazımızla bağlarsak an’a sıkışmış beyinlerimizin ele geçirilmiş halinden bahsediyordu ve “kötü”nün tanımını, “Acı gerçek şudur ki çoğu kötülük, iyi veya kötü olma konusunda asla bir seçim yapmamış insanlar tarafından yapılır” şeklinde yapıyordu.

1915 Ermeni Soykırımı’na, Anadolu’da bir buçuk milyon Ermeni’nin sürgünle, tehcirle soykırıma tabi tutulduğu döneme bakalım. Bir gün öncesine kadar komşusu olan, alışveriş yaptığı insanların bir gün sonra kundaktaki bebeğini süngülerle katlettiği bu kötülüğü örgütleyen şeyin “sıradan” yönüne bakalım. Zabel Yaseyan, “Meliha Nuri Hanım” isimli eserinde Osmanlı seçkini bir Türk kadının gözünden Ermenilere bakışı ve ırkçılığı irdeler. Zabel’in yarattığı Ermeni karşıtı bir Türk hemşire Meliha Nuri Hanım, aynı hastanede hizmet veren Ermeni hekime alenen nefret söylemlerinde bulunup düşmanca tavırlar sergiliyor. Bunu bir nedene bağlayamıyor. Bu, Meliha Nuri Hanım için sebebi tarif edilemez bir önyargı olarak kalıyor. Zabel’in naif anlatımı bize bir kadının kırık aşk hikayesinin arkasında “sebepsiz” milliyetçi bakışı; Ermeni düşmanlığının nasıl “sıradan”laştığını ve “Körlük”e dönüşen kötülüğün Meliha Nuri Hanım şahsında aslında “felaket”in kendisi olduğunu anlatıyor. 

Düşmanlaştırma ile ele geçirilmiş insan beyninin sistemin kötülük makinasına dönüşmesi 

Daha yakın dönemden bir örnek verirsek, Afrin’e yönelik saldırılar sırasında haritada bu kentin nerede olduğunu dahi bilmeden, oradaki insanlara nefret kusan ve savaşa giden askerlere “duygu” dolu mektuplar yazan Türklerin aslında kendilerinin bir felaketin içinde olduklarının farkında olmalarının önündeki engel ne olabilir? Irkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve mezhepçilik üzerinden kendini inşa eden sistemin, düşmanlaştırma yöntemi ile ele geçirilmiş insan beyninin bir bütünen sistemin kötülük makinasına dönüşmesi kaçınılmaz değil midir? Devletinin “bekası”, ailesinin ‘bekası’, inancının “bekası” için kendinden olmayanı yaşamaya değer görmeme; çocuk, büyük, kadın, erkek, ağaç, toprak, velhasıl yok edilmek istenen her şey karşısında, “kutsalları”nı vicdanının önüne set olarak çekmeye programlanmış bir insan için, “iyilik” kimin için ve ne için ne kadar anlam taşır? Bütün bu soruların belki de gelip durduğu yer şurasıdır: “Kötülük” nasıl oluyor da bu kadar kolay örgütleniyor, kolektif bir hal alıyor? Burada “distopya”nın asıl kırılacağı an’ın gerçeğinden çıkmanın yolu, “İyilik nasıl örgütlenir?” sorusunun cevabını aramaktan geçiyor. 

İyilik, güzellik ve doğruluk olarak genişletebileceğimiz yaşamın erdemleri üzerine kafa yormamız gerekiyor sanırım. Çünkü kötülük beraberinde çirkinlik ve yanlışlığı getirdiğine göre iyilik; güzellik ve doğruluğu getiriyor. Kapitalist modernite bu noktada da “algı operasyonu”nu devreye koyar. Örneğin çoğu “psikolog” ya da “sosyolog” ünvanlı kişilerin tanımları yaygın olarak kabul görür ve onlara göre; “iyilik zor örgütlenen” bir şeydir. İyiliğin örgütlenmesi zordur diyen bu tarz düşünce, toplumsallaşmanın önkoşulu olan örgütlü yaşamı inkar ederek, bireycilik üzerinden bize neden iyi olarak örgütlenemeyeceğimizi anlatır. Bu tuzak ise bizim beyinlerimize “iyiler her zaman kaybeder” olarak kodlanır. “İyilik, güzellik ve doğruluğa inanıyorsak, kaybetmeye mahkumuz” alt mesajı ile bizi pasif ve bir nevi “kaderci” olmaya, verili düzeni kabul ve “rıza”ya zorlar. “Rızanın imalatı”na, hakikatin flulaştırılıp silinmesine karşı panzehir bellek iken “iyiyi nerede arayacağız?” sorusuna verilecek yanıtın da yine toplumun öz belleği olması gerekiyor.

Güzellik estetiğin amaç kavramıdır

Eski bir söz, “Hakikat her zaman kendini akıtacak bir damar bulur” der. İnsanın/toplumun biriktirdikleri, yani toplamın “iyi”si, belleksizliğe hiçbir çağda mahkûm olmadı, bu çağda da olmayacak. Asıl sorun burada herkesin kendi mahallesinde ve kendi evinde bağlı kaldığı “iyi”yi nasıl birleştireceğidir. Yani sözüm o ki, kötülük üzerine yaptığımız o kadar eleştiri ve iyiliğin methiyesi artık yetmiyor. Artık “yeni şeyler söylemenin” zamanının gelip gelmediğinin açık yüreklilikle tartışılması gerekiyor. Sadece iyi olmak ve bu iyilik uğruna direnmenin artık sonuç alamadığı, kötülüğün alabildiğine örgütlendiği ve sıradanlaştığı, bu çağda her yaşadığımız deneyimde bize bir kez daha kendini hatırlatıyor. Bu konuda bizi toplumun köklerine götüren ufuk açıcı belirlemeyi Abdullah Öcalan yapıyor. Aradığımız iyiliğin, toplumun neresinde olduğuna işaret eden Öcalan, toplumun kendi köklerini, yani beslendiğimiz asıl kaynağı hatırlatıyor ve “Ahlaki ve politik toplumu nitelendirmeden önce, özüyle ilgili bir hususu ne kadar tekrarlarsam o kadar yerinde olacaktır. O da ahlaki ve politik toplumun bir yandan iyilik, mutluluk, doğruluk ve güzellik, diğer yandan özgürlük, eşitlik ve demokratiklikle olan özsel ilişkisidir. İyilik, mutluluk zaten ahlakın özüdür. Doğruluk hakikatle ilgilidir. Hakikati ahlaki ve politik toplumun dışında aramak beyhudedir. Ahlaki ve politik olamayan, hakikati bulamaz. Güzellik ise estetiğin amaç kavramıdır. Ahlaki ve politik toplum dışındaki güzelliği güzellik saymıyorum. Güzellik ahlaki ve politiktir” diyor.

Editör: Haber Merkezi