“Çocuk ‘herkesin’ yani hiç kimsenindi. Buğday kadar yaşamın içinde, onun kadar canlı ve onurluydu. Bütüne ait olmanın sınırı ve güveni içinde yaşama katılıyor ve büyüyordu. Ne kadınlar, ne çocuklar ne de bu ikisinin arasındaki ilişki doğa dışında hiç kimsenin/ hiç bir şeyin/ hiçbir aklın yasalarıyla düzenlenmiyor, doğanın sınırlarıyla işliyordu.”

JINNEWS- Şenay Garip

Bilim, çocukluğun önemini kavramış, yetişkinlik döneminde karşılaşılan ruhsal sorunları çocukluk dönemindeki yaşantılarla ilişkilendirmiştir. İlk üç yılda bakım veren kişi ile (genellikle anne) kurulan ilişki büyük önem taşır. Bakım veren kişinin, eksiklikler varlığı olan insan yavrusunu doyurması, işitmesi, altını temizlemesi, ısıtması; insanın temel güven duygusunu ve varoluşunu şekillendirir. Eksiklikler varlığı insanın ihtiyaçları bunlarla sınırlı değildir; bu dönemde iyi ‘aynalanmak’ çok önemlidir. Annenin çocuğun gülümsemesine tepki vermesi, yüz ifadelerini ve duygularını aynalaması, yani yansıtması, çocuğun ileride kuracağı ilişkileri şekillendirir. Yeterince aynalanmayan çocuk, güvensizlik yaşayabilir. İhtiyaçlar giderilirken bakım verenin hissettiği duygular çocuğa geçer. Anne, farkında olmadan duygularını çocuğa geçirir. Örneğin emzirme; beslenme ihtiyacının yanı sıra; temas etme, sevilme, sıcaklık, güvende olma, kabul görme ihtiyaçlarını da giderir. 1944 yılında ABD’de yapılan korkunç bir deneyde sadece fizyolojik ihtiyaçları giderilen ama hiç dokunulmayan 20 yeni doğmuş bebekten yarısının, hiçbir sağlık problemi olmaksızın, birkaç ay sonra hayatını kaybettiği bildirilmiştir. Temas, ilişki, sevgi, kabul; eksiklikler varlığı insan yavrusunun olmasa olmazlarıdır, temel besin kaynakları kadar önemlidir. 

Ana kadın kutsaldı

Tarihsel süreçte insan yavrusu ile bakım veren arasındaki ilişkinin nasıl geliştiğine, ilerlediğine dair tahminlerimiz ve öngörülerimiz var, kesin ve net bilgilere sahip değiliz. Erkek egemenliği baba egemenliği ile paralel bir şekilde ilerlemiş olabilir. Kadının; dünyaya bir yavru getirmesi tanrısal bir durumdu ve kadının bunu kendi kendine yapabildiği sanılıyordu. Ana kadın kutsaldı. Onun kutsal sayılmasında etkili olan sadece bu değildi, yavru, kadının ürettiği nice değerden sadece biriydi. Hayvanı evcilleştirmesi/yetiştirmesi, tohumu ekmesi, buğdayı ezip un haline getirmesi, hamuru yoğurması yavru yetiştirmek ile aynıydı. Bunların hepsini aynı nezaket ve bütünlük duygusuyla yaptığına şüphe yoktu. Her varlığın hikmetine inanmış ve her varlığın onurunu korumuştu. Çocuk ‘herkesin’ yani hiç kimsenindi. Buğday kadar yaşamın içinde, onun kadar canlı ve onurluydu. Bütüne ait olmanın sınırı ve güveni içinde yaşama katılıyor ve büyüyordu. Ne kadınlar, ne çocuklar ne de bu ikisinin arasındaki ilişki doğa dışında hiç kimsenin/ hiç bir şeyin/ hiçbir aklın yasalarıyla düzenlenmiyor, doğanın sınırlarıyla işliyordu. Sıkıştırılmamıştı. Aynı şekilde; bu denli fazla şeye ihtiyaç duyan bir varlık da muhtaç olduğu ‘sütü’ tek bir ‘öteki’nden bekle

mek zorunda değildi. İnsanın varoluşu tek bir kişinin ‘merhametine’ bırakılmayacak kadar mühimdi. Çocuk merkez değildi, merkez yoktu. Cennet annenin ayağının altında değildi, cennet yaşamın kendisiydi, yaşama katılmaktı. Böyle bir yaşamda patolojiden, takıntılardan, ruhsal hastalıklardan bahsedilmesi mümkün değildi. Bu patolojileri, takıntıları, ruhsal hastalıkları iktidar ve mülkiyet ilişkileri peyda etmişti.  Çünkü; eksik bir varlık olan insanın bakımının tek bir kişiye bırakılması, patolojik sonuçlar doğurmaktadır. Günlük yaşantının aile hayatına sıkıştırılması, insan yavrusunu tabiatından ve toplumsallığından koparmıştır. Anne-bebek ilişkisi; sıkıştırılmış, baskılanmış, patolojik olmaya çok elverişli bir ilişkidir. Bir de bu ilişkinin ve çekirdek ailenin kutsanması; bireyi, ne yaşanırsa yaşansın kabul etmeye zorlamakta ve aileye kurban etmektedir. Doğal toplumlarda ilişkilerin sıkıştırılmış, mülkiyetçi ve kutsal-mahrem olmadığını düşündüğümüzde, bebek ölüm oranları daha yüksek olsa da, insan yavrusunun yaşamını daha bağımsız, sağlıklı, bütünlüklü sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Erkeğin üremedeki rolünü fark etmesinin insan yavrusunun hayatında neleri değiştirdiğine dair derinlikli bir araştırma yapmak, çocukluğun tarihi açısından önemlidir. Çünkü bu mülkiyet ve iktidar duygusunun gelip dayandığı nokta ensest mağduru ama ailesinin dağılmasından korktuğu için susan çocuklardır. Araştırmacılar ve alan çalışanı uzmanlar, istismarın; iktidarın ve hiyerarşinin olduğu her yerde gerçekleşebileceğini bildirmektedir. İçine doğduğumuz çekirdek aile neredeyse tüm kişiliğimizi, benliğimizi şekillendirmekte; birikerek, makro düzeyde bir siyasal atmosfere dönüşebilmektedir. Çocuk işçiliği, çocuk ticareti, cinayetler, istismar, göç etmek zorunda bırakılan çocuklar, suça itilen çocuklar; aile olgusundan bağımsız gelişen sorunlar değildir. 

Çocuklar hane içinde şiddete maruz bırakılmakta ve tanık olmaktadır

Klan toplumlarından günümüz modern dünyasına kadar, çocukluk pozitif yönde, gittikçe değer ve önem kazanan bir kavram olmamıştır. Bazı dönemlerde ciddi baskı ve sömürüye uğramış, bazı dönemlerde daha özgür olabilmiştir. Çocuk işçiliği en vahşi haliyle sanayileşme ile yaşanmıştır. Çocuk istismarı, çocuk fuhuşu ve ticareti günümüzün en ciddi sorunlarıdır. Bu sorunlar sanayileşme, yapılandırılmış eğitim, kapitalizm, neo-liberal politikalar, çekirdek aile yapısından bağımsız ele alınamaz. Toplumdaki efendinin devlet, evdeki efendinin devlet zihniyetiyle hareket eden baba olması, çekirdek ailedeki sorunların başında gelmektedir. Aile içinde yaşanan çocuğa yönelik her türlü şiddet, zorbalık, baskı bu iktidar anlayışının, kapitalist yapılanmanın, erkek egemenliğinin sonucudur. Ve çocuklar en çok hane içinde şiddete maruz bırakılmakta ve tanık olmaktadır. Çocuk; hakları ve iradesi olan bir varlık olarak, bütünün bir parçası olarak yeni yeni kabul görüyor. Çocukları; masum, savunmasız, korunmasız, varlıklar olarak görmek onlara zarar veriyor. Bütünün bir parçası olmaktan çıkıp, ailenin yaşam sebebi, biricik hazinesi olması çocuğun iradesini yok saymak anlamına geliyor. Oysa tuvalet eğitimi almış bir çocuk,  altını her ıslattığında doğasına aykırı gelmiş bir şeye direnmekte olduğundan bahsediyor. Bir şeylerin yolunda gitmediğini söylemeye çalışıyor, çocuğun doğası, doğal olmayan bir şeye direniyor. Çocuk, sesini bu şekilde duyurup dışavurum yaşıyor, bir anlamda kendini savunuyor. Tıpkı gülün dikenlerini var etmesi ve ‘batırması’ gibi… 

İnsan, evren zekasının kendini üst düzeyde gösterdiği bir potansiyel ile doğar

Psikoloji bilimi, çocukluğun tabiatını anlamamızı sağlaması bakımından hayati önem taşır. Bunun yanında, çocuğun çekirdek aileye sıkıştırılması ve çözümün çekirdek aile içindeki kanallar aracılığıyla aranmasının ötesine geçen bir bakış ve çözüme ihtiyaç duyulmaktadır. İnsan yavrusu, evren zekasının kendini üst düzeyde gösterdiği bir potansiyel ile doğar. Ama bu onu efendi yapmaz, evrenin parçası yapar ki; insan her yanıyla eksiktir. Hem tek bir insan yavrusunun hem de tüm insanlığın kendi doğasını, kendi tarihini, kendi hakikatini arayışı;  çocukluğu ve insanı bambaşka yerlere taşıyacaktır. Her iki mücadele de son derece politik ve çetindir. 

Editör: Haber Merkezi