KADINLARDAN NE İSTİYORUZ, DERDİMİZ NE ?

Ötekilerin Gündemi

Hamza Özkan


 

Merhaba arkadaşlar, dünyayı saran bu ölümcül virüsün toplumları alt üst ettiği, insanları bir fanusun içine hapsettiği bu dönemde, her ne kadar acı, karamsarlık, umutsuzluk yakamıza yapışsa da, “İNSAN” denen varlık direngendir; bu direnişi anlamlı kılan insanın düşünsel yapısıdır, değişimi ve dönüşümüdür.

Zamansızlıktan yakınmamız için bir mazeret yok artık! Kitap okumak ve yaşamımıza anlam katan siteleri okumak için güzel bir fırsat. “Korona Gündemi” ile ilgili yaptığımız dizi söyleşi serisi oldukça ilgi çekti. “Korona Gündemi”nin ötesinde, Türkiye’nin hatta dünyanın dinmeyen, bitmeyen ve kanayan yarası “KADIN ŞİDDETİ, KADIN CİNAYETLERİ!” Nedir bu bitmez tükenmez ve gittikçe artan kadın şiddeti? Derdimiz ne ? Kadınlardan ne istiyoruz ?

Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, kadınların içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyiyle ilişkilidir. Neden siyasette, bilimde, kültür ve sanatta kadınlar birer aksesuar olarak görülüyor ?  Şu bir gerçek ki, kadınların düşünsel gücünden yararlanmadığımız sürece, eril düşünce sisteminin tahakkümü devam ettikçe, dünyanın güzelleşmesi, normalleşmesi uzak bir ihtimaldir. Sözü fazla uzatmayayım. Kadınlar dosyamızın söyleşine başlarken, “HEPİMİZ SUÇLUYUZ! ERKEKLER ERKEKLER ERKEKLER DAHA SUÇLUDUR” diyoruz. Evde kalıyoruz, dışarıya çıkmıyoruz. İçten selamlarımla.

Hamza Özkan

Ötekilerin Gündemi

 

Diyarbakır barosu kadın hakları merkezinden Avukat Hatice DEMİR: Fransız Devrimi dünya tarihinde yeni bir siyasal dönemin başlangıcı kabul edilir. Kadınlar açısından ise feminizmin siyasal düşünce tarihinin çıkış noktası kabul edilir. Kadınların zamanla örgütlenmeye başlaması, kölelik karşıtı hareketin içinde yer almaları ve 1848’de Seneca Falls’ de bir kadın hakları kongresi düzenleyerek, kadın haklarına dair ilk bildirge olan “Duygular Bildirgesi”ni yayınlamaları ile feminizm artık bir toplumsal hareket olarak görünüm kazanmaya başlamıştır.

Diyarbakır barosu kadın hakları merkezinden Avukat Hatice DEMİR

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ:Tarihsel  ve zorlu bir süreçten geçiyoruz. Bu geçiş süreçlerinde, savaşlarda ve  ölümcül salgınlarda kadınlara biçilen roller nelerdir? Dünyada demokratik süreçlerini tamamlamış toplumları da  baz alırsak, gerçek anlamda kamusal alanlarda kadınlar yerlerini alabilmişler midir?

Avukat Hatice DEMİR: Biyolojik cinsiyetin toplumsal ve kültürel olarak kurgulanmasını ifade eden toplumsal cinsiyet, kadınlara ve erkeklere bir takım rol ve sorumluluklar yükler. Bu rol dağılımı ile erkekler daha çok kamusal alanla yani evin geçimini ve yönetsel işleri sağlamakla kadınlar ise özel alanla yani aile hayatının devamlılığını sağlamakla anılır. Toplumsal olarak inşa edilen bu roller yaşamın devamı için zorunlu olan ev içi emek ve bakım emeğini kadına yükler. Bu tür sorumluluklar olağan dönemlerde zaten kadının ilerlemesinin önünde ciddi engel iken savaş ve pandemi gibi olağanüstü dönemlerde kadınlara atfedilen görevler ve beklentiler ile daha da derinleşir.

Savaş dönemlerinde kadınlar, patriarkal toplumun kendisine yüklediği role boyun eğerek, erilleşmiş davranış kalıplarını benimseyerek, geri hizmetlerde bulunarak, devşirme savaşçı kadınlar haline getirilerek savaşın bir parçası olurlar. Savaşta kadınlar ‘güç gösterisiyle korunması gereken’, ‘pasif’, nesneler olarak var olurlar. Savaşlarda kadın bedeni bir savaş alanına çevrilir ve bu bedenler etnik grubun veya milletin namusunu temsil eden göstergeler haline gelir.  Bu bakımdan kadınlar değişken bir gösterendir, çoğul konumları vardır. Kısacası kadınlar savaşın hem rehinesi hem de öznesidir.

 

Salgın hastalık dönemlerinde ise toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısı daha da genişler. Zira salgın ile beraber eve zorunlu kapanma süreci yaşanır. Bu durum kadının emeği ve bedeni üzerinde baskıları artırır. Evin tüm temizlik, beslenme ve bakım işlerinin kadına yüklenmesi anlamına gelir. Erkek şiddeti ile baş başa kalma tehlikesini taşır. Zaten çalışma yaşamında ilk gözden çıkarılan işçi kadınlar olur. Bu nedenle gelir güvencesinden yoksun kalmak kadınların hayatları ile ilgili karar almalarını zorlaştırır ve baskı ortamını terk etmelerini engeller.

 

Kadınların kamusal alanda yer alma meselesine gelince, kadınlar toplumsal cinsiyetin yarattığı ayrımcılık ve eşitsizliğe karşı demokratik haklar için özellikle 19.ve 20. Yüzyılda verdikleri mücadele ile önemli kazanımlar elde ettiler. Kadınlar bu dönemde sosyal, kültürel ve iktisadi kurumlardaki karar mekanizmalarına katılım sağladılar. Toplumsal anlayışa hâkim olan tabuları önemli ölçüde yıkıp eşitsizlik sorununu siyasetin uzun vadeli politikaları haline getirdiler. Ancak tüm bu kazanımlara rağmen kadının ev içindeki rolünün değişmemesi, erkek şiddeti, çalışma ve toplumsal hayattaki ikincillik, üretim ve doğurganlıktaki çifte yük gibi temel sorunlarla mücadeleye devam etmektedir. Böylece kadın kamusal alanda var olma mücadelesinde önemli kazanımlar sağlamasına rağmen daha büyük bir hizmet döngüsü ile baş başa bırakılmaktadırlar.

Diyarbakır barosu kadın hakları merkezinden Avukat Hatice DEMİR

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ: Siyasette, kültürde, sanatta ve bilimde kadınların ayak sesleri geç duyuldu  neden? Dünyada ve Türkiye’de bunu nasıl örneklendirebilirsin?

Avukat Hatice DEMİR: Fatmagül Berktay’ın da ifade ettiği gibi tarihi yapanlar kadınlar ve erkekler olduğu halde tarihi yazanlar hep erkekler olmuştur. Bu nedenle kadınların deneyimleri, mücadeleleri, emekleri, özlemleri görünmez kılınmıştır. Kısmen aktarılanlar ise erkeğin sözü ile aktarılmıştır. Bu nedenle tarihsel olarak kadınların deneyiminin/gerçekliğinin hakiki manada aktarıldığını ifade etmek zor.


  1. yüzyıla kadar kadının eş ve anne olarak evine ait olduğu neredeyse evrensel bir anlayıştı. 19. Yüzyılın başında yaşanan tarihsel dönüşümler özellikle Sanayi Devrimi, kadını özel alan olan evlere kapatarak iş yeri ile evi birbirinden ayırdı.



  2.  


Fransa’da mutlak monarşiye ve artık arkaik kalmış sisteme karşı başlayan ayaklanma 1789 Fransız Devrimi ile sonuçlanmış, Devrimin öncüleri arasında kadınlar yer almasına rağmen devrimden sonra çıkarılan İnsan Hakları Bildirgesinde öne çıkan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramı kadınları kapsamamıştır. Olympe de Gouges, bu bildiriye karşı çıkarak kadınlar için de tüm insan haklarını talep eden “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni ilan etmiştir.  Erkeğin yalnızca kendisine eşitlik isteyerek, kadınlar üzerinde emir vererek, tek başına devrimden faydalanmak istediğini söylemiştir. Bu bildiri nedeniyle yargılanmış, 1793 yılında Giyotın ile idam edilmiştir.

Yine o tarihlerde Mary Wollstonecraft kadınların insan hakları düşüncesi olarak kabul edilen “Kadın Haklarının Savunusu” eseri ile kadınlar için temel haklarda eşitlik talebinde bulunmuştur. Fransız Devrimi dünya tarihinde yeni bir siyasal dönemin başlangıcı kabul edilir. Kadınlar açısından ise feminizmin siyasal düşünce tarihinin çıkış noktası kabul edilir. Kadınların zamanla örgütlenmeye başlaması, kölelik karşıtı hareketin içinde yer almaları ve 1848’de Seneca Falls’ de bir kadın hakları kongresi düzenleyerek, kadın haklarına dair ilk bildirge olan “Duygular Bildirgesi”ni yayınlamaları ile feminizm artık bir toplumsal hareket olarak görünüm kazanmaya başlamıştır. Duygular Bildirgesi, kadınların tarih boyunca ikincilleştirildiklerini, sistematik olarak ezildiklerini ve bunun failinin erkek olduğunu ortaya koymuştur. Bildirge ile doğal haklar ihlaline son verilmesi, kadınların kamusal hizmetlere katılma hakkı, kanun karşısında erkeklerle eşit haklar, oy kullanma hakkı, eğitim ve istihdamda fırsat eşitliği, kadının üzerindeki koca vesayeti üzerinde durulmuştur. Kadınların eşitlik ve özgürlük için verdikleri mücadele, kadın hareketinin gelişmesi ve güçlenmesini, kadınların akademiye girmesi, kendi tarihlerinin ve deneyimlerinin izini sürmeleriyle geç de olsa önemli kazanımlar sağladı.

Türkiye’de ise feminist kadın hareketi 1980’den itibaren güçlenmeye başlamıştır. Kadınlar küçük gruplar halinde bir araya gelerek, bilinç yükseltme toplantıları ve sokak eylemleri yaparak kadınların yaşadıkları ayrımcılığa ve şiddete karşı örgütlenmeye başlamışlardır.  Mesela 90’lara kadar kadına yönelik şiddet ile ilgili kadını koruyan hukuksal metinler ve mekanizmalar yoktu. Yakın Ertürk bu durumu şöyle açıklar; 1970’li yıllarda ana akım insan hakları kavramının ve özellikle de ataerkil toplum anlayışının henüz yeterince sorgulanmamış olması, kadınların, bir çok ülkede henüz yeni yeni, birer birey ve eşit vatandaş olarak kabul edilmeleri, seçme ve seçilme hakkı, eğitim hakkı gibi liberal haklarına yeni kavuşmuş olmaları, kendisi de henüz yeterince güçlenmemiş ve çeşitlenmemiş olan küresel kadın hareketinin etkisinin sınırlı oluşu gibi nedenler kadına yönelik bir tür işkence olan şiddetin dahi gündeme alınmasını geciktirmiştir. Bunun yansımalarını siyasette ve bilimde de görüyoruz. Ancak kadınlar sanatta ve kültürde görünmez kılınsalar da farklı taktik ve stratejilerle yer almışlardır.

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ: Son yıllarda, Türkiye'nin toplumsal yapısında kadınlar nereye doğru gidiyor? Şiddetin ve tacizlerin bu denli artması ürkütücü!68, 78 ve 80 kuşağına bakıp bugünü nasıl değerlendirirsiniz?

Avukat Hatice DEMİR: Küresel kadın hareketinin verdiği mücadele ile kadınlar, kadının insan hakları konusunda önemli kazanımlar sağladı. Özellikle BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW), İstanbul Sözleşmesi ve Türkiye’de yürürlüğe giren 6284 sayılı kanun bu anlamda önemli kazanımlardır. Ancak kültür ile yasal haklar arasındaki gerilimli ilişki kazanımların pratikteki başarısını sınırlıyor.  Şiddet ve taciz de maalesef sadece bugünün sorunu değil, yapısal bir sorundur. Çünkü temelinde cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılık vardır. Feminist bilincin yaygınlaşması, sorunun ataerkil kültürde görülmesi, kitle iletişim araçlarının yaygınlığı kadına yönelik taciz ve şiddetin ifade edilmesine, bununla mücadeleye ve kadınların itirazlarının duyulmasına olanak sağlıyor. Yine kadının insan hakları alanındaki gelişmeler, kadının haklarını koruyan uluslararası sözleşmeler ve ulusal mekanizmaların güçlenmesi kadınların hak aramaları özgürlüğünü sağlamada önemli kazanımlar. Ancak gelinen aşamada, tek adam rejimi ile muhafazakar politikaların yükselişi, kadın erkek eşitliği aleyhine propagandalar, kadının insan haklarına yönelik tehdit ve saldırılardan toplumun diğer aktörlerinin etkilenmesi, kadın kazanımlarına yönelik ciddi tehdit oluşturuyor.

Geçmişten bugüne baktığımda, küresel kadın hareketinin mirası ile farklı arka planlardan gelen kadınların fikir, deneyim ve bilgi paylaşımının feminizmin çoğullaşmasına, küreselleşmesine, erkekleri de kapsayacak gelişmeye ve popülerleşmeye götürerek feminizmin etkisini güçlendirdiğini söyleyebilirim. Bu çoğulculuk kadın mücadelesinin kitleselleşmesine ve savunulmasına katkı sağlıyor ve toplumsal değişime öncülük ediyor. Özellikle kadınların birbiri üzerinde hiyerarşi kurmadan dayanışma içinde olması benim için de muazzam bir motivasyon.

Diyarbakır barosu kadın hakları merkezinden Avukat Hatice DEMİR

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ: Kadınlar dünyayı yönetseydi nasıl bir dünya olurdu?  

Avukat Hatice DEMİR: Ulusal veya uluslararası bir kurumun hangi cins tarafından yönetilmesinden ziyade nasıl ve ne şekilde yönetildiği önemlidir. Zaman zaman kimi basın ve yayın organlarında özellikle pandemi sürecinde bazı kadın yöneticilerin başarılarından söz edilerek kadınların dünyayı yönetmesi halinde daha yaşanılır bir dünyanın oluşturulabileceği şeklinde tezlerin ileri sürüldüğünü görüyoruz. Ancak bu tartışmada bahsedilen ülkelerin siyasal ve hukuksal istikrarı, ekonomik gücü gözardı edilmektedir. Güçlü hukuk, kurumsallaşmış demokrasi, rayına oturmuş bir ekonominin sonucu olarak ortaya çıkmış tabloyu bir cinsin başarı hanesine yazmak objektif bir değerlendirme olmayacaktır. Ayrıca kadını, erkeğin karşısında konumlandıran ve iki cinsin çatışmasını ön plana çıkaran yaklaşımlar cinsiyet eşitsizliği ile mücadeleye katkı sunmaz. Feminist hareketin çıkış noktalarından biri de erkek cinsinin dünyayı tek başına yönetmesi ve kadınlar adına da karar alma meselesine bir itirazdı. Burada çözüm erkeğin yerine kadını koymak değildir. Önemli olan tüm kesimlerin yani kadın, erkek, LGBTİ+lar, azınlıklar, göçmen gibi grupların da evrensel hukuk ve demokrasi ilkelerine uygun şekilde kendisini kamusal alanda ifade etmesi, karar alma süreçlerine katılması ve kamu hizmetini sunabilmesidir.

Başa dönecek olursak kimi kadın yöneticilerin başarılarından yola çıkarak kadınların dünyayı daha iyi yöneteceği tezine karşı Türkiye’de Tansu Çiller’in başbakan olduğu, Meral Akşener’in ise içişleri bakanı olduğu dönemlerde yaşanan insan hakları ihlallerine ve anti demokratik durumlara pek ala dikkat çekilebilir. Yine İngiltere’de Demir Leydi olarak bilinen Margaret Thatcher dönemini unutmamak gerekir.

 

https://www.otekileringundemi.com/?p=55910



 

Editör: Haber Merkezi