ANKARA- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ;  Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” ikinci bildirisini imzalaması sebebiyle ’08 Şubat 2017'de 1672 sayılı KHK ile  ihraç edilen Kafkas Üniversitesi Öğretim Görevlisi  SAADET PARTİSİ İstanbul Milletvekili Prof. Cihangir İslam Gazeteci Hamza ÖZKAN’nın sorularını yanıtladı…



Bize biraz kendinizden bahseder misiniz, hayata nasıl bakarsınız, nelere değer verir, neleri önemsersiniz, olmazsa yaşayamam dediğiniz şeyler nelerdir?

 

 

 Çok zor bir başlangıç yaptınız. Baba tarafım Boşnak göçmen bir aile. Ben üçüncü nesilim. Anne tarafım Denizli – Çal ilçesinden. Baba tarafım Demokrat Partili; anne tarafım ise Cumhuriyet Halk Partili. İki tarafın ortak özelliği tahsile, ilme ve ahlaki bir hayata çok önem vermeleri. En az üç nesildir şehirli aileler. Babamın babası rahmetli Hüseyin İslam dedem küçük yaşta yetim kalmış, okuyamamış. Buna rağmen devlette memuriyet alabilmiş, çok iyi daktilo kullanırdı, ayrıca Eski Yugoslavya Büyükelçiliği’nde mütercimdi, eski dönemde TRT Boşnakça Radyo mütercim ve spikeriydi, Eski Yugoslavya’yı ziyaret edecekler için turist el kitabı yazdı. Kitap çevirileri yaptı. Emekli olunca üniversite okumaya hazırlanıyordu ki rahatsızlandı ve bir süre sonra kaybettik. Allah’tan rahmet diliyorum. Altı çocuğunu da okuttu. Bu örneği şunun için verdim, “mezara kadar ilim” bir aile geleneği. İki taraftan da iyi bir ortama doğdum. Diğer dedem İstiklal Harbi gazisiydi. Madalyalı başöğretmen. Savaş anılarını soluğumuzu tutarak dinlerdik. Allah’tan rahmet diliyorum. Türkiye’nin yaşadığı bütün sosyolojik ve siyasi gerilimleri anne ve baba tarafım arasında yaşadım. Bir kesişme alanının bütün olumlu ve olumsuz yanları sadece benim değil iki tarafın bütün fertlerine yansıdı. Bu tür çelişkiler, eğer olumlu bir yönde ele alınırsa insanları sorunlar üzerinde düşünmeye yönlendiriyor. Belki de bu durumun imtiyazından az da olsa nasiplendim diyebilirim.

İlkokuldayken bir kuluçka makinesi yaptım evdeki malzemelerle. Bütün apartman neredeyse yanıyordu ama annem fark etmiş ve yangını engellemişti. Bütün oyuncaklarımı, bisikletim dahil parçalarına ayırır yeniden monte ederdim. Yani araştırma yapmaya çalışıyordum. Olguların dibine kadar inmek, bütün yönleriyle anlamak isteği her zaman oldu. Herhalde daha sonra toplumsal olana, insana ve diğer temel sorunlara da sirayet etti. Çok farkında olmasak da siyasetin daima içindeydik; çocuk yaşlardan itibaren.

Adalet’in yerini ve önemini babamın konu üzerindeki titizliğinden tevarüs etmiş olabiliriz. Hala istişare eder ve olayları analiz ederiz. Adil bir hayat çok önemli hem benim için hem de yakınlarım için. Parayı ve çok para kazanmayı amaç haline getirmek gibi bir düşünce ne bende ne de yakınlarımda cazip bir amaç olmadı hiç. Ama haksızlıklar karşısında suskun kalmamaya gayret ettik. Şükreden insanlarız ve ben de onlardan biri olmaya gayret ediyorum.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle(KHK) yönetilen bir ülke konumuna geldik Yeni Türkiye’de? KHK’lerle önce akademisyenler ihraç edildi ve her yeni kararnameyle birçok kişi işini kaybetti. Sizi ihraç ederken bir neden gösterdiler mi? Yeni Türkiye’nin kabul edemediği hangi eylemi gerçekleştirdiniz?



Bir gerekçe göstermediler; ama ifade özgürlüğünü savunmanın – artık eskimeye yüz tutan – 'Yeni  Türkiye’de kabul edilebilir bir davranış olarak tanımlanmadığını anlıyoruz. Biliyorsunuz, 12 Ocak 2016’da 1128 imzalı “Barış İçin Akademisyenler” bildirisi imzaya açıldı. İçerik konusunda genelde hemfikir olmama rağmen üslup açısından tereddütlerim vardı. Bu arada büyük bir hızla insanlar işlerinden atılmaya, savcılıklara çağırılmaya başladı. Bunun üzerine 18 Ocak 2016 tarihinde 611 imzalı ikinci bildiri gündeme geldi. Bu bildiri hem ifade özgürlüğüne sahip çıkıyor hem de hukuk dışı uygulamalar konusunda sorumluları uyarıyordu.

İmzaladığım “ikinci bildiri” olarak bilinen 611 imzalı bildirinin metni aynen şöyleydi:

“Biz aşağıda imzası olan akademisyenler, fikir ve ifade özgürlüğü ilkesine bağlıyız ve bu ilkenin akademik yaşamın temel unsuru olduğuna inanıyoruz. Bu temelde, ülkedeki çatışma ortamıyla ilgili kişisel değerlendirmelerimizden bağımsız olarak, siyasi iradenin ve YÖK’ün çok sayıda üniversite mensubunun imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye karşı gösterdiği tepkiyi yanlış ve kaygı verici buluyoruz.

            İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili dile getirdikleri görüşlerinin siyasi irade tarafından cezalandırılmaya çalışılması, akademik özgürlüklere darbedir. Böyle darbeler her şeyden önce toplumsal gelişmeyi durdurur. Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.”

Kafkas Üniversitesi’nden tek imzacı bendim. Ayrıca ikinci bildiri nedeniyle işinden atılan da herhalde sadece bendim. 611 imzalı bildiri nedeniyle iki öğretim üyesinin daha işinden atılmış olabileceği hakkında duyumlar aldım ancak henüz bu duyumları doğrulayamadım. Onları da dâhil edin 611 imzacı içerisinden sadece üç kişiye soruşturma açılıyor.

Üniversitem bu konularda hızlıdır. Bir ay bile geçmeden soruşturmayı önümde buldum. Bir mektupla ifadeye çağrılmama yanıt verdim. Zaten üniversitenin mobbing uyguladığı kanaatini taşıyordum. Yıldırma siyaseti uygulayarak beni bıktırmaya çalışıyorlardı. Örneğin, mevzuata göre anabilim dalı başkanı bir profesör olur; eğer yoksa bir doçent o da yoksa bir yardımcı doçent olur. Ben ortopedi anabilim dalında tek profesördüm ve yönetmeliğin açık ve kesin emri benim anabilim dalı başkanı olmamı işaret ediyordu. Ancak idare buna bir türlü yanaşmıyordu. Kafasınca beni küçük düşürecek ve bana “lanet olsun” dedirtecekler, ben de çekip gidecektim. Taşra bürokrasisi kuş beyinlilerinin klasiği. İdarenin hukuk ile tanışması gerekiyordu. YÖK Başkanı’na da bir mektup-dilekçe faksladım ve durumu düzeltmesini, aksi halde rektörlüğe dava açacağımı, bu yolu da öncelikli olarak istemediğimi, hukukun işletilmesini ve buraya bir müfettiş yollamalarının iyi olacağını ifade ettim. YÖK Başkanı’ndan cevap gelmedi. Ben de idari mahkemeye gittim. KHK ile işimden atıldıktan sonra mahkemenin rektörlüğe karşı beni haklı bulduğu mahkeme kararı elime ulaştı. Rektörlüğe karşı davayı kazanmıştım.

O sırada anabilim dalı başkanının bir profesör olması gerektiği yönündeki haklı itirazımı yaparken idare ortopedi anabilim dalı başkanlığını dekanlık uhdesine aldı. Ne demekse? Yönetmelikte olmayan, hukuken sakat bir uygulama. Yani tıp fakültesi dekanı ortopedi anabilim dalı başkanlığını da yürütüyordu. Dekan da istifa edince bu kez (veterinerlik fakültesinde bir anatomi hocası olan) rektör tıp fakültesi dekanlığını da vekaleten üzerine aldı. Rektör Dekanlığa vekalet etmeye başlayınca dekanlığın uhdesinde olan ortopedi ve travmatoloji anabilim dalı başkanlığına da yasal olarak vekalet etmeye başladı.

Tuhaf bir durum ortaya çıktı.

Sonuçta uzmanlık alanı hayvan anatomisi olan bir öğretim üyesi insan ortopedisi üzerinde çalışan bir anabilim dalına sadece idari değil bilimsel anlamda da kılavuzluk yapmaya başladı. Pratikte bunu yapamadıysa da teorik düzeyde bu işi de ifa ediyor görüntüsü vardı. Bir yandan acemilikleri bir yandan keyfi uygulamalarını sürdürmek hırsları kendilerini hukuksuz ve komik durumlara düşürüyordu.

Her yönetici küçük birer reisçik kesilmişti. Böylece ismimizi bildirdiler ve yürütme de “gereğini yaptı”.

Benim anlayabildiğim kısaca bunlar.

Hızla genişleyen bir ihraç çemberinin içinde bulunca kendinizi nasıl bir haleti ruhiye yaşadınız, hayatınızda neler değişti ve değişen hayata nasıl uyum sağladınız ya da sağlayabildiniz mi?

Bu benim ilk atılmam değildi. Daha önce üç defa daha atılmıştım, bu dördüncüsüydü. Bu konuda deneyimli sayılabilirim. 7 Şubat 2017 akşamı da ihraç edildiğimi bir arkadaşımın telefon açmasıyla öğrendim. Evde kitap okuyordum. Gecenin bir yarısı beni araması bir sağlık sorunu olduğunu aklıma getirdi önce. O saatlerde arayanlar genellikle hastalarımız ya da hasta sahipleridir.

Telefonu açtım:

  • Hayrola bu saatte” dedim.


  • “KHK listesine baktın mı?” dedi.


Bakmadığımı söyledim; ama anlamıştım. Sarsılmadım ve şaşırmadım da. Hatta haberi verdiği için üzülen arkadaşımı teselli ettim. Ardından bir kahve yaptım, pipomu yaktım ve her zaman bu gibi beklenmeyen durumlarda yaptığımı yaptım. Soğukkanlıca, duygularımdan da olabildiğince arınarak bir cerrah gibi düşünmeye çalıştım. Nedense Kitaro’yu açtım ve bir yandan dinlemeye diğer yandan düşünmeye çalıştım. Doksanlı yıllarda da bu atılmamda da Kitaro dinlemek tuhaf duygular yaşattı. Beni bekleyen riskin iftiraya uğramak olduğu kararına vardım. Beni tanıyanlar herhangi bir grup, cemaat veya örgüt benzeri bir yapının içerisinde olamayacağımı; şiddetin benim için bir kırmızı çizgi olduğunu, bağımsızlığı ve özgürlüğü seven bir insan olduğumu ve öyle davrandığımı bilirler. Ancak sorun burada bitmiyor çünkü ardından müthiş bir linç ve iftira kampanyası gelebiliyor. Elimdeyse sadece sosyal medya var. Birkaç bin takipçim var. Ben de sesimi oradan duyurmaya karar verdim. Tahminimin çok üzerinde bir hızla yayıldı mesajlarım. Yine de ister istemez biraz duygu yüklüydüm, elime hâkim olarak bu işleri pişirenlere mesajlarımı yolladım. Diz çökmeyeceğime söz verdim ve bunu bildirdim.

Fakat dediğim gibi üç defa da önceden yani doksanlı yıllarda atılmıştım ve dördüncüyü elbette daha soğukkanlı karşıladım. O açıdan açıkçası pek bir şey hissetmedim. Genç yaşta atılanlar beni daha çok düşündürüyordu. Karşılaştığım insanların ruh hallerini görüyordum. Çoğu evin tek geçim kaynağıydı ve artık işsizdi. İşsizlikten de öte, damgalandıkları için iş bulamıyorlardı. “Sivil ölüm” idi bunun adı ve ben de bununla mücadele etmeye kararlıydım. Tabii hayatım tamamen değişmişti.

Sonra Adalet Yürüyüşü yapıldı. Ona katılma kararımı da şöyle verdim. Bir Ramazan gecesi, gece yarısından sonra saat bir gibi Üsküdar’da Buhurdan Kafe’deyiz. Buhurdan Kafe’nin özelliği her görüşten insanın gelip gittiği, muhalif söylemlerin de rahatça yer bulduğu kozmopolit bir kafe olmasıydı. (Referandumdan kısa bir süre sonra Buhurdan Kafe çevik kuvvet eşliğinde yıkıldı.) Sahibi Ali Erdoğan aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın köylüsüydü; ama muhalifti. Genellikle orada toplanır siyaset dışında sanat, edebiyat, sinema gibi konular da konuşur; bazen bağlama çalan arkadaşları dinlerdik. Mehmet Bekaroğlu, Zeki Kılıçarslan, Osman Bostan gibi isimlerle birlikte takıldığımız bir mekândı. Bunun dışında AK Partililer de dâhil her görüşten ve siyasi partiden insanlar gelirdi.

Ramazan’da da genelde sahura kadar oturuyor, bazen sahuru da orada yapıyor ve dağılıyoruz. Televizyonda gece haberlerini dinlemeye başladım ve Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yürüme kararı aldığını öğrendim. Yaklaşık on saat sonra. Arkadaşlarla kısa bir istişare sonrasında katılmaya karar verdim. Bir gün önce MAZLUMDER kökenli beş altı arkadaş ile Kılıçdaroğlu’nun davetlisiydik. Beraberce iftar yapmıştık. Ankara’dan yeni dönmüştüm. Ben de o yürüyüşe bütün KHK’liler adına katılmaya karar verdim. Eve gidip çantamı hazırladım ve geceyi direksiyonda geçirdim.

Doğrudan CHP Genel Merkezi’ne gittim ve arabamı oraya park ettikten sonra CHP otobüsü ile Kızılay’a ulaştım. Yürüyüş başladı. Ankara’dan İstanbul’a bütün parkuru yürüdüm. Aynı zamanda diğer doktor arkadaşlarla birlikte Kılıçdaroğlu’nun doktorluğunu da üstlendim. Çünkü kesintisiz kamp alanında ve yürüyüşteydim. Doğrudan benim uzmanlık alanımla ilgiliydi. Yirmi beş gün yürüdük. Birçok şeyi enine boyuna konuşma imkânı da bulduk. Yollarda büyük sempatiyle karşılandık. Protesto edenler yüzde iki-üçü geçmezdi. Düzce’de densizin biri kampımızın önüne gübre döktü. Ona da haddini Düzceliler bildirdi. Yedi ila kırk bir derece arasında hava şartlarıyla da boğuştuk. Aklım hep Kemal Kılıçdaroğlu’nda kalıyordu. Yürüyüşü gerçekten çok iyi tolere etti. İstanbul’a 300 bin kişiyle birlikte girdik. İstanbul bizi muhteşem karşıladı. Kalabalık her kesimden insanı içine katmıştı. Maltepe Meydanı tarihinin en kalabalık günün yaşıyordu. O gün iki milyon kişinin toplandığı rapor edildi.

İhraç kararına itiraz ettiniz mi, hukuki süreç hakkındaki düşünceleriniz neler, hukuk sisteminden ümitli misiniz?

Komisyonda başvurum duruyor; ama henüz bir yanıt alamadım. Sürekli kontrol ediyorum. Bunca hukuksuzluk bu hukuk sisteminin içinden türedi. Biraz gerçekçi olalım. Bunlar tek tek mahkemelerde çözülecek işler değil. Siyasi iradenin veya bu siyasi iradenin soruna yaklaşımının değişmesi gerekiyor. Bu bir hukuk problemi değil, bu bir zihniyet problemi.

Bir de Anayasa Mahkemesi ayağı var. Şimdi biliyorsunuz, KHK’ler hukuka aykırı biçimde kanunlaştı. Fakat TBMM’nin cezalandırma yetkisi olmadığı gibi kişiye özel yasa da çıkarılamaz. Bu süreçte hem eşitlik ilkesi hem de kuvvetler ayrılığı ilkesi ihlal edildi. TBMM bir mahkeme kararı şeklinde kanun çıkardı. Yargının yetkisini kullandı. Yani anayasaya uyulmadı. Üstelik OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonu kuruldu. Şimdi kendisi de bir KHK’yle kurulan ve idari bir organ olan OHAL Komisyonu’nun yasa haline gelmiş bir düzenlemeyi iptal etmesini bekliyoruz. Baştan aşağı hukuksuzlukla donanmış bu durumu Anayasa Mahkemesi’nin telafi etmesi gerektiğinin altını çiziyorum ve kanunlaşan OHAL KHK’lerini iptal etmesini talep ediyorum.

İstanbul’da KHK’yla kaç kişi ihraç edildi, ihraç edilen diğer meslektaşlarınızla iletişiminiz var mı, birbirinize destek oluyor musunuz?

İstanbul’da yaklaşık ondörtbin kişi ihraç edildi. KHK’lılar ile sürekli bir iletişim içerisindeyiz. Ne zaman bir hitabet imkanı bulsam mutlaka KHK sorunundan bahsederim. Bazen korsan bildiri gibi oluyor ama mutlaka bahsediyorum. Diğer milletvekili arkadaşlarımal beraber daima TBMM gündeminde tutmaya gayret ediyoruz.

24 Haziran 2018 erken seçiminde SAADET PARTİ’den İstanbul Milletvekili seçildiniz, İhraç edildikten sonra milletvekili olmak nasıl bir duygu yarattı sizde, neler yaşadınız?



Açıkçası aktif siyaset hayatım 2002 Saadet Partisi kurucularından ve Ankara milletvekili adayı olmamdan sonra bitmişti. Bir de iki yıllık HASPARTİ tecrübesi var arada. Yani yaklaşık oniki yıl mesleğimi yani Ortopedi uzmanlığımı icra ettim, ameliyat yaptım bir de felsefe ve İslami İlimler ile ilgilendim. 686 numaralı KHK ile atıldığımız tarih olan 7 Şubat 2017 gecesi ister istemez aktif siyasete dönüş yapmış oldum. Yargısız infaz denebilecek olan bu işlemi kabul etmedim ve hemen sivil toplum çalışmalarına ağırlık verdim. Referandum, Adalet Yürüyüşü derken 24 Haziran seçimlerine geldik. Şimdi yapmaya çalıştığım tek şey bu emanetin yani milletvekilliğinin hakkını vermek. Elimden gelen gayreti gösteriyorum. İyi bir ekip çalışması yapmaya çalışıyoruz.

İhraç edilme durumunu yaşamış bir milletvekili olarak ihraç edilenler için neler yaptınız, neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Zamanında OHAL’in kaldırılması yönünde çaba sarf ettik. KHK ile işlerinden atılan ve bundan etkilenen milyonlara varan insanın durumlarını düzeltmek için çalıştık ve bu çabamızı sürdürüyoruz. Meclis’teki makamımıza sürekli mektuplar alıyoruz ve hak ihlallerinden kaynaklı şikayetleri kamuoyuyla paylaşıyoruz.

Hak ve Adalet Platformu’nda da gayretlerimiz oldu. Bu amaçla KHK ile işinden atılan Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu’nun önemli çabalarıyla bir rapor yayınladık. Olan biten herşeyi dünyaya duyurmaya çalışıyoruz. Meclis’teki çalışmalarımızın, her söz hakkımızın içinde mutlaka KHK’dan doğan mağduriyetlerin altını ısrarla çizdiğimizi görüyorsunuzdur.

Ortada şöyle bir durum var; KHK’lıların büyük çoğunluğu suskun. Bu suskun çoğunluğu işin içerisine dahil etmek önemli. Çabalarımız bu yönde sürecek.

İhraç edilen insanlarımız için neler yapılabilir, nasıl desteklenebilirler, bu konuda neler söylersiniz?

KHK’lılar adına birilerinin bir şeyler yapmasını beklemememiz gerekiyor. KHK’lılar olarak hepimiz elimizi taşın altına sokmalıyız. 140 bin kişiden kaçımız kendimiz için mücadele ediyor.

Bunu şunun için söylüyorum: Herkes ortaklaştığında mücadelenin gücü artar. Bizler Meclis’te diğer KHK’lı milletvekili arkadaşımızla elimizden geleni yapıyoruz. Ama yetmiyor.

Meclis’te bir senede yaklalık 140 çalışma günü vardır. Günde bin kişi gidip on milletvekili dolaşsa o Meclis’i daha ciddi zorlayabiliriz. Veya günün belli saatinde devletin ilgili kurumlarına telefon açılsa, santralları tıkansa, bu bile sivil bir eylem olarak dert anlatmanın bir yoludur.

Mesela 140 bin kişi demokratik kurallar içinde bir tane eylem koyabilseydik belki Adalet Yürüyüşü gibi gür bir ses getirebilirdik. Hiçbir şey için geç değil. Yeter ki, kendi mağduriyetimizi yüksek sesle ve demokratik kurallara bağlı olarak dile getirme cesaretini gösterelim.

Bir KHK ile ihraç edilen bir milletvekili ve aynı zamanda bir akademisyen olarak HDP’li Belediye Eş Başkanlarının, HDP ve CHP belediye meclis üyelerinin mazbatalarına el konulmasını, ayrıca İstanbul seçiminde sandık görevlilerinin KHK ile ihraç edilmiş olmasını ve KHK ile ihraç edil kişilerin oy kullanmasını gerekçe göstererek seçimin iptali için YSK’na başvurulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanların cezalandırılması için herhangi bir suç işlemesine gerek duyulmayan bir dönemdeyiz. Bu hepimizin gözünün önünde seyrediyor. Esasında yürütmenin bir kararı baz alınarak insanların belediye başkanı seçilmesi engelleniyor. Oysa tüm organların kaynağı millettir. Bu durumda yürütmenin tasarrufu yargıyı vesayet altına aldığı gibi, daha da vahimi milletin kararının üstünde tanımlanıyor. Böylece anayasal olarak tanımlanan seçme ve seçilme hakkı bizzat yürütmenin hukuksuz bir kararından yola çıkılarak ihlal ediliyor.

Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz kendiniz için ve demokrasi, eşitlik, barış adına?

Yenilenen İstanbul seçimleri de somut bir gösterge oldu ki Türkiye’de yeni bir siyaset kuruluyor. Hak, hukuk, adalet, özgürlük ve eşitlik gibi temel prensipler etrafında toplanan; farklılıklara saygı çerçevesinde barış içerisinde gönüllü birarada yaşamayı, çoğulcu bir demokrasiyi önkoşul olarak ortaya koyan yeni bir siyaset bu. Eski siyaset ezenler – ezilenler yaklaşımı üzerine kurulmuş. Hala soğuk savaş dili kullanılıyor. Yeni siyaset bunları geride bıraktı. Bu tempoya ayak uyduramayanlar elimine edilecek. Gerçek olan şu ki muhalefet yeni siyasetin kurucusu gücünü teşkil ediyor. Kişisel olarak da üzerinde çalıştığım plan bu.

Ülkemiz çok güzel ama dünyanın en güzel ülkesi olmayabilir; çok önemli değil. Dünyanın en zengin ülkesi de olmayabiliriz, bu da çok önemli değil. Ama burayı “dünyanın en adil ülkesi” yapmak bizlerin elinde. Bunu gerçekleştirmenin tek koşulu bizlerin bu hedefi ortak hedef halne getirmemiz.

Hayal ettiğim gelecek, yeryüzünde bütün insanların “orada bir ülke var, adil insanların yaşadığı emin bir belde” diyerek burayı işaret etmeleri. Bu tanımdan daha güzel bir tanım varsa bunun yerine onu koyarım.

Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz…

Ben teşekkür ederim.
Editör: Haber Merkezi