“Şairler şiirler yazıyor, ressamlar resimler yapıyor ve biz ozanlar türküler söylüyoruz. Peki bütün bunları niçin yapıyoruz? Dünya alışkanlıktan değil de sevgi ve mutluluktan dönsün diye.”

Hasret Gültekin

Tesadüf ya da tevafuk bu ya, Hasret 71’in 1 Mayıs'ında, günlerin en emek, dayanışma kokanında doğar. Babası Süleyman Gültekin, geçimlik belasına gurbet elleri mesken tutar ve oğlunun doğum havadisini orada öğrenir. Çocukluğu İstanbul'da geçer Hasret'in. Her şey babasının altı yaşındayken ona bir cura almasıyla başlar. Bağlamaya sevdalanır ve bağlamasının telleriyle tezenesini kadim birer dost, sırdaş kılar kucağında. Müzik, tabiatın onun ruhuna üflediği bir meleke, hamuruna kattığı maya, yaşam aşının yağı, arzularının nesnesi, tutkusunun merkezi, , ab-ı hayat suyu, canının canı ve cananı, ruhunun ruhudur. Müzik icra etmek Hasret'in ibadeti, ontolojisi, epistemolojisidir. Müzik Hasret’in hayatı okuma, anlama, anlamlandırma, anlatma, duyumsama, bilme ve varolma biçimidir. Müzik, Hasret’in nazarında her şeyden evveliyetli ve ehemmiyetlidir. Başlangıçta müzik vardır ve her şeyden sonra da müzik olacaktır. Öyle ki Kadıköy Anadolu Lisesi'ni müziğe karasevdalandığı için terk eder. Okulu müzikle aldatan, okulu müzik uğruna kıran musikişinas, musikiperver bir deha olan Hasret’in müzikle o mutlu mesut izdivacı o çeyrek asırdan bile az, bir nefeslik, bir lokma ömrü müddetince sürer. Maarif müfredat memuru ve kulu öğretmenlerin vaazlarına, nasihatlerine, terbiyevi nutuklarına, tanrı konuşmacı olarak sözün tekelini elinde bulunduruşuna katlanmaktansa Haydar Acar'ın sazını ve sözünü dinlemek evladır çocuk Hasret için.

Hasret daha terütaze, gepegenç, bıyıkları yeni terlemiş bir civanmertken bile ancak bir yetişkinden beklenebilecek olgunluğa ve müktesebata sahiptir. Yürek sarnıcında, gönül hanesinde biriktirdikleri artık sinesine, bünyesine sığmaz olur, başka kaplara da dökülür. Haydar Acar'dan Talip Özkan'a, Musa Eroğlu'dan Arif Sağ'a nice bağlama üstadından feyiz ve el alan Hasret, kendi icra üslubunu, tavrını geliştirir elbette. Alevi dedelerinin pençesini modernize eden ve Batılı ritimlerle buluşturan bir şelpeye tercüme eder. Efkâr-ı umumiyenin nazarında o artık bir "bağlama devrimcisi"dir. Onun efsunlu dokunuşları ve yönlendirişleriyle düzenlenen kadim ezgiler bile bir başkalığa, bambaşka bir duruşa bürünür. Âşık Nurşani'nin, Efkari'nin, Ozan Emekçi'nin, Lütfü Gültekin'in, Nuray Hafiftaş'ın, Yılmaz Çelik'in, Şiwan Perwer'in, Güler Duman'ın, Rahmi Saltuk'un, Abuzer Karakoç'un ve daha bir dolu müzisyenin, türkücünün, ozanın, kolektif albümün gerek bağlama ve cura icracısı ve vokalisti olarak gerekse de müzik yönetmeni ve süpervizörü olarak sanatını icra eder.

O Hasret ki tar, kabak kemane, piyano, davul ve zurna gibi şarki ve garbi çalgıları da hünerle icra edebilmektedir. Hasret bestekâr, güftekâr, bağlama ve cura dâhisi versatil bir müzisyendir. Ayrıca sırası gelince, fırsatını buldukça ve yarattıkça köy köy, nahiye nahiye, mezra mezra, bucak bucak dolaşarak türküler, klamlar, stranlar derleyen bir folklorcudur o. Halk müziğiyle, Anadolu ve Mezopotamya ezgileriyle Batı müziği ritimleri ve nağmelerini harmanlayan, halhamur kılan bir zekâdır o. 1987 senesinde henüz on altısındayken erken pişen bu harika çocuk, “Gün Olaydı” adlı solo albümünü çıkarır. Aynı yıla bir de resital sığdırır. İlk resitalini Kadıköy Moda Sineması'nda kamuya sunar. Kürt lisanının, Kürt müziğinin, "Kürtçe ıslığın", yani kürtlüğün her halinin memnu olduğu zulmet zamanlarda Newroz isimli enstrümantal bir albüm çıkarır. Bu albüm, Kürt köklerine bir saygı duyuşu ve duruşu mahiyetindedir aynı zamanda. Validesi Hace Hanım Gültekin'in aktarımına göre Hasret henüz çağ çocukken Koçgiri tarihine de alaka besler. Sözü Hasret’in validesi Hace Hanım Gültekin’e bırakıyorum:

 

"Bağlaması kırılmış ve sadece bir teli kalmıştı. Bir tarafı kalmıştı. Onu baktım ki tutmuş. Gücü de yetmiyor, çekiyor yerde. Odunları indirdim. Dedim “Bırak onu, ne yapacaksın?” Ağladı. Ben de dokunmadım. Tek telle öyle uğraşıyordu. Ondan sonra, işte altı yaşındayken babası ona küçük bir cura aldı. Onunla başladı. Büyüdükçe büyüdü. Tabii hem hüzünlendim, hem sevindim. Biz, okulu ertelemesin dedik. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okudu. Babası her gün arabayla götürüp getiriyordu. Bahçelievler’den Kadıköy’e. Bir misafir gelseydi ona yanaşırdı. Bir şeyler sorardı… Fazla da evde kalmıyordu. Senede bir kaç sefer Almanya’ya gidiyordu. Arada söyleyeceği türküleri danışıyordu bize. Ben Kürtçe türküleri seviyordum. O da bir, ikisini söyledi ama sonra bıraktı. Arıx’ı söyledi. Bir cenaze oldu mu ağıt söyleniyor. Onlara çok meraklıydı, çekerdi hemen.”

2 Temmuz 1993 gününde, dumanı hâlâ genzimizi yakan bir katliamın, kurum bağlamış kara vicdanlıların, karanlık işçilerinin, kötülük bânilerinin, kötülüğün sıradanlığının, kötülüğün kitleselleşmiş halinin, bir kötülük koalisyonunun can alıcılığıyla, pogromuyla, yani bütün bir iktidar bloğunun iştirakıyla işlenmiş bir katliamda Hasret'i ve diğer 32 canımızı dönüşsüzlüğe uğurladık. Onlar, artlarında "şayet yaşasaydı..." ile başlayan nice cümleyle bir meçhule yolculandılar. Hasret'in ölümüyle ömrü çeyrek asrı bile bulamamış, ancak belki de birkaç yaşama sığdırılabilecek katıksız, som bir yeteneği, bir ekolü, kültür elçisini de yitirdik.

Şair, “Her ölüm erken ölümdür,” dese de bilirim ki her ölüm erken ölüm değildir, ancak Hasret’in ölümü kadar erkeni, vakitsizi, vahşetlisi, kalleşçesi ölümün de bizi eşit kılmadığını, ölümün de adaletinin olmadığını bağırıyor. Hasret yaşamdan nice alacaklı olarak öldürüldü. Ölümün Hasret’e bir yaşam borcu var. Kabri ona dar geliyor, Hasret makberine sığmıyor, öldükten sonra da yaşıyor Hasret.

Hasret Gültekin, düş kısalığındaki ömrüne hayretlik, hayranlık ve hasretlik verici bir yaşantı manzumesi sığdırdı. Alabildiğine yoğun, yalın, yüklü ve yorgun yaşadı. Katıksız ve pür yâre bir yürekle ve rüzgârın kanatlarıyla o muamma ummanına pervaz vurdu.

Şu kanlı zâlimin ettiği işlerle koparıldı güneşle demlenmiş, meltemlerle serinlemiş bir meyve olan Hasret. Adı her zikredildiğinde incecikten bir yürek sızısı tekmil ağırlığıyla çörekleniyor yüreğime. Hasret Gültekin’in tok, dem sedasını yürek ağrısıyla dinlememek imkânsız. Er erken olgunlaşan, Alevi deyişleriyle pişen, Kürdi duygularla incelen bir hançereydi o. Öküzü hoşça tuttu Hasret, dağıtmadı karınca yuvasını, kırmadı kanadını serçenin, koparmadı karaca yavrusunu annesinden, ya nasıl kıysındı insana!

Dereler Hasret’in hasretiyle çağladı biraz da. Bir an yumsak gözlerimizi sanki cânım, güzelim bir gün olacaktı ve sanki yaşlı yorgun bir tren Hasret’i özlemli ve elemli bir terminale bırakacak, bekleme salonundan ayrımsız hayatımıza kutlu bir karşılaşma fırsatı sunacaktı. Dar zamanlara kurulu saatler onun hançeresiyle genişleyecek, serinleyecekti. Topal yarış atı kıyam edecek, âmâ ressamın gözleri görecekti.

Türküleri terennüm edenler, çığıranlar belki yalan söyleyebilirdi ama türküler yalan söylemezdi. Şairin demesi gibi “ Ne de olsa türküleri sevmiştik, söyleyenlerinden çok.” Hasret türkülere, ezgilere bel bağladı; klanlardan, stranlardan medet umdu.

Düştüğün yerde sana derman, soluksuz kalan ciğerlerine nefes, bedenini ısıran yalımlara karşı korugan olamadık. Senin yangınına ve çölüne bir katre su olamadık. Gülüne yel değdi, hasretliğinde çocuklar büyümekten utandı. Güller biraz da senin nagehan terk-i hayat eyleyişinin hicabından aldı kırmızısını. Mızrap bile mahcup oldu tellere dokunmaktan. Bağlamın kapağı çöktü, burguları attı, akort tutmaz oldu, telleri paslandı. Toprağın tuzunda biraz da sana ağlayan göğün payı vardı. Sen yandın, biz üşüdük. Sen kavruldun, biz donduk. Sen boğuldun, bizim ciğergâhımız kebap oldu. Gerçi ölüm göğün yüzündeydi, yerin dibindeydi, ölüm soluk alışındaydı, ölüm başucundaydı lakin ölümün bu denli tezcanlı ve hakkaniyetsiz olabileceğini hiç ummamıştık.

Ey Hasret! Sen eksik ve yarım kalmış yaşamına, biz de sana Hasret’iz! Seni yaşayanlarda yaşatacağız. Sözüm(üz) olsun!

Şimdi Ütopyalar Ülkesinin Ateş Hırsızı kitabından okuma parçası:

"Hasret Gültekin, atölyesi Anadolu olan bir sanatçı. Bir bilim adamı titizliğiyle dokundururdu parmak uçlarını tellere. Emekçi halkın kültürel zenginliklerini temel almıştı, onun üzerinde yükseltmişti sanatını. Gitarı da, nefesli sazları da, piyanoyu da çalmayı bilirdi. Kabak kemaneyi, kavalı, tarı öğrenirken son derece ciddi ve sistemli olduğu herkesçe vurgulanır. Kimi zaman bir halk ozanını tanımak, yaşamını ve şiirlerini, sesini kaydetmek için ücra şehirlere gittiği olmuştu. Geleceğini, halk kültürünü toprağın derinliklerinden çıkarma araştırmalarına adanmıştı. ‘Türkülerimiz enternasyonalist. Bizim iş Mao'nun işine benziyor. Uzun ve sabırlı... Ve hatta 'uzun yürüyüş' kadar zor istiklalde olacak. Halk kültürünün sanatsal değerlerini insanlara anlatmak, sevdirmek, benimsetmek... Türküleri ve bağlamayı ne kadar küçümsüyorlar! Bence kendilerini küçümsüyorlar,’ derdi.

Sadece müzik yaşamında değil; Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel süreçlerini yaşayan insanlardan öğrenirken de aynı titizliği ve çabayı gösterirdi. Siyasi mücadele için bireylerin örgütlü hareket etmesi ve sanatçının da kendisini toplumdan soyutlamaması gerektiğini en çok söyleyenlerdi. Sahaflardan çıkmayanlardandı. Öğrenmeyi bir yaşam biçimi olarak edinenlerdendi. Bu nedenle arkadaşları ona "sahaf kurdu" diyordu. Turan Dursun'u okuduktan sonra, "Bilinç sıçraması yaşıyorum, ufkum açıldı," diyordu. Çevresindeki birçok kişiye Turan Dursun'un "Kulleteyn" kitabını armağan ediyordu. Hayatı ciddiye alanlardan, insanlığın kurtuluş günü için savaşanlardandı. Baba olacağını öğrendiği ilk anda telefon kulübesinden dışarıya fırlayarak Taksim'de, parmaklarıyla çirtik çalarak efeler gibi zeybek oynamıştı ve arkadaşı Kadir Karakoç'un lafını, "Baba oluyorum, artık bir değil iki Hasret'le uğraşacaksınız. İşiniz çok zor!" diyerek kesmişti. 2 Temmuz sabahı bir lokantada arkadaşı Kadir Karakoç'la kahvaltı yapmışlardı. Bir gün önce Aziz Nesin'e saldırılar olduğu için temkinli davranmaları gerektiğini konuşuyorlardı. Ankara'dan 2 Temmuz sabahı gelen Ali Çağan, "Herkes Aziz Nesin'in niye getirildiğini tartışıyor," dediğinde Hasret Gültekin, "Aziz nesin gelmezse bu şenliğin bir anlamı olur mu!?" diyerek tartışmaların gereksiz olduğunu belirtmişti. 2 Temmuz sabahı gerici kalkışma sonucunda yaşanan acı katliamda kaybettiğimiz Hasret Gültekin'i ve yaşamlarını kaybeden tüm aydınları saygıyla anarken cümlelerimizi 68 kuşağının saygın devrimcilerinden Hasan Yalçın'ın Hasret Gültekin için yazdıklarıyla bitirelim.

Çiçeği yakılan ağaç

Yaşadıklarımıza inanamıyorum. İnanabilseydim ağlayacaktım. Daha doğrusu ağlayabilseydim inanacaktım. Gerçek dışı bir dünyada yaşıyoruz sanki. Daha doğrusu, Türkiye gerçek dışı bir dünyada yaşıyor. Biz, o gerçek dışı dünyanın seyircisi gibiyiz. Olmamış şeyleri, olmamakla olan şeyleri seyretmekteyiz. Hasret Gültekin'i düşünüyorum. 1 Mayıs'tan hemen önce Ankara Resim Heykel Müzesi salonunda aydınlık için çalıp söylüyor. Yaratıcı parmakları önce sessizliği tattırıyor dinleyiciye. İnsanlar nefeslerini tutuyorlar. Coşku geliyor sonra, insanların içini sevinç dolduruyor. Daha sonra, rembetiko konseri veren Yunanlı dostlarla birlikte çalıyor. Yunan, Türk ve Kürt halkları müziğin yumuşak kollarında buluşuyorlar. Fuayede şakalaşıyoruz. "Hasret, seyirciye cilve yap biraz, gönlünü kazan," diyorum. Derin bakışlarıyla beni inceliyor. Alışılmış sanatçılardan değildi. Ve o güzel çocuk yok şimdi. Yaktılar onu. Parmaklarının sıcaklığını özleyecek Saçı."

Ütopyalar Ülkesinin Ateş Hırsızı: Hasret Gültekin, Ütay Yayınları, 1994

Editör: Haber Merkezi