Ağaçlar, Tabiatın Sanat Eseridir

“Ağaçlar yandığında havada kalp kırıklığı kokusu bırakırlar.”

(Jodi Thomas)

Ağaçlar merakımızı kaşıyan, muhayyilemizi baştan çıkaran, meramımıza ve malelimize mecaz olan varlıklar. Her soluğumuzda onların hakkı var ve “her iki çam ağacı arasında bir başka hayata açılan bir kapı var” (John Muir). Edebiyat ve filozof taifesi onlardan, o her bir dalı göğe uzanan, vakur, mağrur, ağırbaşlı bu varlıklardan ilham aldı. Arzdan arşa ağan, ayakta uyuyan, ayakta köklenen ve ayakta ölen mucizevi, epik ve görkemli varlıklar onlar. Ağaçlar bize sırtını dönmezler asla, ağaçların her yanı yüzüdür çünkü. George Nakashima, ağaçların doğayla en yakın, en doğrudan ve samimi rabıtamız olduğunu söyler. Hermane Hesse belki de paganist bir duyarlılıkla ağaçların birer sığınak, barınak, adeta kutsal mabet olduklarından dem vurur ve eğer onlarla nasıl konuşacağımızı, onlara nasıl kulak vereceğimizi bilirsek hakikati öğrenebileceğimizi de ekler. John Muir, Evrenle buluşmanın en berrak yolunun, bir ormandaki ıssızlığa, yabanıl yaşantıya yönelmekle mümkün olduğun dillendirir. Henry David Thoreou, hayatın iliğini emebilmek, yaşadım diyebilmek, ruhuna huzur ve dinginlik serpebilmek için ormana gider. O ağaçlar ki hışırdayan yapraklarıyla ve kuşların cıvıltılarıyla konuşur, yapraklarıyla seyreylerler alemi, yapraklarıyla emerler güneşin balkıyışlarını. Sabırlı ve kucaklayıcıdır ağaçlar; ağaca çıkmanın coşkusunu ve nefasetini bilen çocuklara cömertçe sunar meyvelerini. Richard Mabey’in nazarında ağaçsız olmak, eksiksiz fazlasız bir şekilde köksüz olmak demektir. “Ağaçlar, yeryüzünün gökyüzüne yazdığı şiirlerdir,” Halil Cibran için. Ve o, ağaçların kudreti ve güzelliği karşısında mest olur. Küçümen bir çekirdeğin çatlayıp, toprağın sinesini yarıp filizlenmesiyle, yerçekimine kafa tutarcasına boy vermesi nasıl da mucizevi bir süreçtir. Welsh Proverb’in şairane cümlesini yazımızda konuk etmemek haksızlık olur: “Bir elmanın kalbinde saklı olan tohum, görünmez bir meyve bahçesidir.” Tam da hayatta artık güzel, cânım bir şeyler olmayacağı düşüncesine gark olduğumuzda Albert Schweitzer imdadımıza yetişir: “Artık dünyada güzel bir şeyler olmadığını nasıl söyleyebiliriz ki! Bir yaprağın titreyişinde, bir ağacın şeklinde daima hayrete, meraka şayan bir şeyler vardır.” Peki sormalı nev-i beşere: “Hangi şatafatlı eşyada, hangi ihtişamlı gökdelende bir sekoyadaki azamet, bir zeytin ağacındaki estetik vardır!? Franklin D. Roosevelt ise tamamen Amerikan pragmatizminden seslenerek ağaçları Amerikan halkının âli menfaatleri gereği yaşatmaktan yanadır: “Topraklarını yok eden bir millet kendi kendini yok eder. Ormanlar, topraklarımızın akciğeridir; havayı temizler ve ulusumuza taze güç verirler.” Chris Maser, ormanlara reva gördüğümüz muamelelerin birbirimize karşı takındığımız tavrın bir yansıması ve temsili olduğunu söyler. Kadim zamanlardan ahir zamanlara yadigâr kalmış geçkin ağaçlar ise bizler için oldukça değerlidir. Onlar tarihin nice sergüzeştine sabır ve sükut halinde tanıklık etmişlerdir. Şayet dile gelecek olsalar, biz insan evladına neler neler anlatırlardı. Ancak sırrımızı ağaçlara ikirciklenmeden söyleyebiliriz, ne de olsa ağaçlar sırrımızı kimselere ifşa etmezler. Sir David Attenborough, yeryüzünde bir tek varlığın bağrında bunca canlıya fauna, mesken, mahfil olmasını hayretle hatırlatır bizlere. W.H. Auden usta kalemi ve kıvrak zekâsıyla onurlandırır ağaçları: “Bir kır yürüyüşü esnasında karşılaşılan ağaçlar, o ülkenin ruhuna dair ne de çok şeyi aşikâr eyler; herhangi bir kültür asla bir ormandan daha iyi değildir.” Güneşin yalımları yaprakların arasından süzülerek ışık yağmurlarına dönüşür. O ağaçlar ki eğer kulaklarımız işitebilecek görgü ve içgörüdeyse bizlere kendi serüvenini, ömrünü fısıldarlar. Matt Haig ise Finlandiya halkının mutluluğunu topraklarının %75’inin ormanlardan müteşekkil olmasına bağlar; el hak. Galeano’nun o fevkalade Hayal Kurma Hakkı isimli alelacayip manifestosunun maddelerinden biri de şöyle: “Yeryüzünün ve ruhun çölleri yeniden ormanlaşacak.” Ormansızlık, distopik bir dünyanın en karakteristik özelliklerinden biri olsa gerek. “Kendimleyim, ağaçlar beni okşamak için eğiliyor, gölgesi kalbimi kucaklıyor.” Bir ormandaki ağaçların nağmesini ancak kalbimizin onu duymak için gerek duyacağı sessizliğe hakkını verirsek duyabiliriz. Ve unutmamalı ki ağaçlar, kökleriyle kucaklaşırlar. Azılı ve azimli bir Yahudi düşmanı olan ve Nazizim’de bile hakkı olan Martin Luther’in, “Yarın dünyanın yerle yeksan olacağını bilsem bile yine de bir elma ağacı dikerim,” demesi yaşamdan yana olduğuna dair bizleri ikna etmeye kifayet edebilir mi hiç!? Ancak “devcileyin bir ormanın yaratılışı, bir meşe palamudunda mahfuzdur,” diye serdeden Waldo Emerson’un samimiyeti su götürmez. Wendell Berry, “Yeryüzüne ihtimam göstermek, bizlerin en kadim, en kıymetli ve neticede en sevinçli sorumluluğumuzdur.” “Doğanın tek bir dokunuşu, bütün dünyayı akraba kılar,” der Shakespeare; ayrıca aynı vardan var olduğumuzu, aynı cevherin damarları olduğumuzu, aynı varlık deryasında yüzdüğümüzü, tekmil varlıkların akrabalığını hatırlatır bizlere. Carl Sagan, “Bu çam ve ben, var olduk aynı maddeden.”

Hadi kelamımıza Joan Maloof esintisi de katalım: “Bir ormanın gölgeden kubbesini hissedebilmek için kişi farklı duyular kullanabilmelidir, çoğu vakit en faydalı olanı muhayyiledir.“ Ah, parmaklarım yine beni Hesse’nin sözcüklerine uğratıyor: “Ağaçlar öğrenmeyi, kuralları, talimatnameleri vaaz etmezler. Ayrıntıları göz ardı etmeksizin kadim yaşam yasasını vaaz ederler.” Paulo Coelho’ya atıfta bulunmak herhalde metnimizi hafifleştirmez: “Bütün bilgeliğimizin de aynı zamanda bir ağaçta saklı olduğunu söylemek de yerinde olacaktır. Yüz binlerce ağaçlı bir ormanda iki yaprak birbirinin aynısı olamaz ve aynı güzergâhta asla iki yolculuk birbirine benzemez.” Victor Hugo ise aşkı tanımlarken ağaç metaforuna müracaat eder: “Aşk, ağaç misalidir; kendiliğinden büyür ve tüm varlığımıza derin kökler salar.” Kim bilir; belki de aşk, karşıdevrime yazgılı bir devrimdir. Wangari Maathai’nin indinde yaşadım diyebilmek için ağaç dikmiş olmak elzemdir: “Bir çukur kazana, ağaç dikene, sulayana ve yaşamasını sağlayana kadar hiçbir şey yapmış sayılmayacaksın. Sadece konuşuyorsun.” Andrea Koehle, “En derin köklerimden bir direnç toplayabilmeyi öğrenebilmek için bir ağaç diker.”

“Ağaç olsaydım, insanları sevmek için hiçbir sebebim olmazdı,” diyen Raven Boys, Maggie Stiefvater’a katılmamak imkansız. Ben bir insan olarak bile insanları ve insanlığı sevmek için bunca az sebep bulabiliyorken bir ağacı düşünemiyorum bile. Kaldı ki ağaçların insanlar karşısındaki o savunmasızlığı, tehlikelere açıklığı beni her daim hüzünlendirmiştir. Şimdi bir daha dönüyorum Cibran’a: “Ağaçlar, toprağın göğe yazdığı şiirlerdir. Bizler onları yere devirir, kendi boşluğumuzu kaydetmek için kâğıda dönüştürürüz.” Hani evleri yüksek kurmuştu ya alçak ve ruhu bodur insanlar; belki de bir gün o ağaçlar kıyam eder, yongalarından yekvücut olur, o arsız ve hadsiz “göğüdelen”lerden ve yükseldikçe alçalanlardan hesap sorarlar. Bir roman karakterinin çocusu muhayyilesiyle söylüyorum: Keşke bütün ormanları saklayabilecek kadar büyük bir sığınağım olsaydı.

Editör: Haber Merkezi