Ayşen Şahin

Evrensel Gazete'sinin yazarı Ayşen Şahin bugünkü köşesinde, "Telefonu çıkar…" başlıklı dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.
 

İletişimin kendi sözlüğünde iki yüze yakın tanımı var.

Kelimenin çıkışına baktığımızda Latince ‘communicetionem’, ‘commicare’ fiilinin miş’li geçmiş halinden türetilen eyleme dayalı bir isim.

Commnicare; ‘Çoğunluğu genellemek’, ‘Herkesin yararlanmasını sağlamak’ ve ‘Herkese pay vermek’ anlamına geliyor. Bir görüş diyor ki “communication”ın Türkçe karşılığı bu kelimeyi tam karşılamıyor. Çünkü iletişim Türkçe'de bireyler arasında karşılıklı simgeler gönderimi ve alımı olarak tanımlanırken “communication” temelindeki “Toplumsallaşma” anlamını kapsamıyor. 

Buradan yola çıkıp bir de ‘siyasal iletişim’in tanımını yapacağız ki siyasetin de yüzlerce farklı tanımı söz konusu.

Mesela Habermas toplumsal ilişkiler kurulurken, bireysel ve kolektif kimliklerin birbirlerine bağımlı olarak yaşamak zorunda olduklarını fark edip sınırlı da olsa aralarında sorgulama, dayanışma ve tartışma olgularını öne çıkararak etkinlikte bulunmaları olarak yorumlarken, Kapani siyaseti aynı toplumda yaşayan insanlar arasında yaşanan çatışma, mücadele ve kavga olarak tanımlıyor.

Yasası henüz Meclise gelmemiş, tarihi daha belli olmamış bir seçimin kampanya startı verilmiş gibi bir süreçteyiz.

Gönül istiyor ki ekranlarda, basında siyasal iletişimin nasıl olması gerektiği üzerine teori ve pratik tartışılsın, bizler de yorumlarımızı katalım. Toplumsallaşmanın önündeki iletişememe halini konuşalım, çatışmacı değil çözümcü bir siyasi çizgiyi savunan teoriler üzerinden örnekler dinleyelim.

Ülkede siyasetin tartışıldığı durum sokakta “Çıkar telefonunu” seviyesinde seyrediyor. Bizim kapasitemiz hep mi buydu? Açıyorum TRT arşiv görüntülerini, insanlar geçmiş dönemlerde çok daha nezih şekilde derdini dile getirmeyi, mikrofonla ve birbiriyle iletişime geçmeyi becerebiliyormuş.

“Çıkar telefonunu” sadece bir sokak röportajı klişesi değil sistematik bir siyasal iletişimin sokağa taşmış, yansımış hali.

Şu kalıpları 20 yıldır kürsüden ekrandan ne kadar çok duyduk değil mi?

“Eline diline dursun”, “Bunlar şükretmeyi bilmezler”, “Daha ne verelim?”

“Takmışlar dillerine bir x”, “nankörler”, “bunlar...”

Bu dil, yurttaşa karşı olan yükümlülükler tanımını sadaka kültürüyle değiştiriyor, iktidarı “Kamu yararına ülkeyi bir süre yöneten” pozisyonundan tebaasının ihtiyaçlarını gören muktedir tanımına taşıyordu.

İktidar kendi liderini Ortadoğu’nun baba figürü üzerinden inşa etmişti. 

Ortadoğu kültürü evlada babaya sonsuz saygı duymasını, otoritesini kabul etmesini öğretir.

Sevgi ve şefkat duygusu babadan değil anneden beklenir. Baba, muktedirdir. (Wikan, 1996:146 )

“Disiplin daha çok baba tarafından sürdürülmektedir ve temelinde azarlama ve dayak vardır. Babanın takdir ve azarları oldukça etkili olmaktadır. Cezalandırmada temel bir kalıp yoktur, o anki ruh haline göre ceza verilmektedir. Aynı davranış için çocuğa gülünürken, başka bir zaman görmezlikten gelinebilir veya kötü bir davranış için çocuk dayak yerken, başka zaman aynı davranış için azarlanabilmektedir.” (Fernea, 1995) 

Bir yandan da ülkenin dar gelirli, eğitime ulaşamamış kesiminin temsilcisi olma iddiasını taşıyordu ancak süreç içinde bu sınıfsal ayrımı ekonomi üzerinden değil bilgi ve birikim üzerinden ortaya koydu.

Eğitimli kesimin bir tahakkümü var ve bu hegemonyayı yıkmak toplumun daha geniş kesiminin siyasette temsil edilmesi anlamına gelecek diye kurguladı iletişimi. 

Bu da zaten liyakatın ortadan kaldırılmasına iyi bir zemindi.

“Onlar okumuşsa ne olmuş yani, okumamış ama inanmış biri bu işi ondan iyi yapacaktır, neticede bizim insanımızdır.”

Alnı secdeye değmiş olmak öz geçmişlerde tecrübeden ve eğitimden daha geçer akçeydi.

Söz, yetki, karar onlarındı.

Bu dil sokağa sirayet etti. Çünkü söz, bir bağlama oturmak, bilgiyle desteklenmek, tez-antitez oluşturmak zorunda değildi.

Hatta ne toplumsal ahlak çizgisi gözetmesi gerekiyordu ne de yasal sınırları.

Cezasızlık ve hesap vermezlik, ağızdan çıkan söz iktidardan yana olduğu sürece herkes için geçerliydi.

Bu da afaki, hamasi, tehditkar söylemleri besledikçe besledi.

Artık hakikat değildi önemli olan, argümana bile ihtiyaç yoktu, söylediğine yeterince inanmak, onu savunmak için yeterliydi.

Ekonomi tıkırındaydı, uzaya gidiyorduk, tarım müthişti, devlet her zor durumda tabii ki halkının yanındaydı, orman o kadar çok yanmamıştı, sele anında müdahale edilmişti, her yerde aşıya çok para alınıyordu, dünyada en iyi ve ücretsiz aşılama yapan Türkiye’ydi, Almanya açlıktan, İngiltere yoksulluktan kırılıyordu, Rusya bize hastaydı, Biden’ın işi çıkmasa mutlaka gelirdi, herkes bizi kıskanıyordu, tabii ki ülkemizde de çekemeyen nankörler olacaktı.

“Çıkar telefonu, telefonun varsa konuşma, hani nerede kötü ekonomi?”

Bir röportajda gençlere kafeye gidebiliyorsan daha ne olsun işte deniliyordu, bir diğerinde cüzdanında 20 lira var daha ne? 

Geçen yine bir röportajda, ülkede her şeyin muhteşem gittiğine ikna edemediği bir gence çalışmıyorsun ondan geçinemiyorsun diye bağırıyordu biri. Genç “Neden çalışayım daha 17 yaşındayım. Benim okumam lazım” deyince şöyle haykırdı “Baban adam olsaymış da çalışsaymış.”

İşte orada Ortadoğu’nun baba figürünün çatırtısını kulaklarımla duydum sanki.

Otoriteyi tartışılmaz kılmak için buldukları strateji kontrolden çıktı, cahil cesaretiyle ivmelendi, ahlak duvarlarını da yıkıp geçti.Bu topraklarda anaya hakaret, babaya küçük düşürücü söz söylenmezdi. 

Kendi imgelerinin de saygınlığı ayaklar altına alındı, bu iletişim dili sokakta bile elde patlamaya başladı.

Cahil sadece bilgisiz demek değil, bunu kötü amaçla kullanmak da cehalete dahil.

Yeni bir dönem için iyiliği hakim kılmak istiyorsak yeni bir toplumsal ahlak da inşa etmek gerekecek, bunun temeline de eğitimi almak şart.

Bilimsel eğitimi, kültürel kalkınmayı halkın tüm kesimine eşit ve parasız ulaştırmak için parti programlarına ihtiyaç olacak.

Falih Rıfkı Atay, Rusya Gezisi Notları’nda Sovyetler’in ‘yığın eğitimi’nden ne kadar etkilendiğini anlatıyordu:

“İhtilalciler, davalarını tutturmak için kökte halka ve gençliğe, yukarıda üniversiteye, laboratuvar ve akademiye, teknik ve güzel sanatlara bel bağladılar. Büyük Petro’dan beri Rusya hiçbir zaman son yirmi yıldaki kudret halini görmemiştir. Bilhassa bu asra göre o kadar aykırı bir rejim iken hiçbir ideoloji bu kadar geniş yığınlara mal olmamıştır. Harblerde Ortodoks haçı şimdi kızıl yıldız uğruna dövüşenler kadar fedai bulmamıştır.”

Cümledeki “yirmi yıl”ın altını çizerim.

Bilgisizliğin övgüsü 20 yılda ülkeyi bu duruma getirmiş olabilir ancak 20 yılda eğitim devrimi ile kudret kazanmak da imkansız değil.

Çoğu insanı en çok korkutan, geleceğe dair hayallerinden soğutan, sokaktaki bu “çıkar telefonu” zihniyeti, sığ söylemin yaygınlığı.

Bu yazıyı, o endişelere merhem olabilme-bu ömürde bir merhem bulabilme umuduyla yazıyorum. 

Atay;

“Ne yaparsak halka ve halk ile üniversitede, laboratuvar ve ilim tesislerinde, güzel sanatlar akademisinde akıl ve zevk terbiyesi gören nesillerle yapacağız. Köy enstitüleri, bu cemiyeti kökten bir kavrayıştır” diyordu yazısında.

Eğitimin en önemli derslerinden biri “yurttaşlık hak ve ödevleri” olduğunda aşılamayacak bir durum değil.

Haklar, verildiği kadarına şükretmek ile sınırlandırılmış bu topluma yeniden haklarını anlatmak gerekecek.

Yurttaşlık görevinin de iktidar övmek ve 4 yılda bir sadece oy kullanmak olmadığını, seçime indirgenemeyeceğini.

Bu ülkede hayattan beklenti çıtasını bir kafede kahve içebilmeye indirgeyenlere inat herkesin evinde üç boyutlu gözlükle televizyon izleyebileceği, işçi-emekçi çocuklarının yurt dışı üniversitelerden davet almasına rağmen ülkede araştırma imkanları daha çok diye burada kalmak isteyeceği, eşit, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetinin günde 6 bardak su içmek kadar rutinden sayılacağı bir çıtaya çekeceğiz.

Bunu yeni bir iktidardan umut diye koymayacağız cebe, bu yeni bir toplumsal muhalefetin eylemlikleri sonucu olacak.

Bizim işimiz.

Çıkar telefonu diyene onun çıtasında tartışıp faiz indirimi, ekonomi anlatmaya çalışmak yerine çıtayı dünya normlarına (bizdeki mevcut düzenin arşına) çekip sormak lazım belki de;

- Mevcut kabinede 5 bakanlığın tam adını söylemeyi bir dene?

- Bana beş tane kitap adı söyle

- Son izlediğin tiyatro ne?

- Hobin var mı?

- Türkiye’de Unesco Dünya Mirası Listesi’nden kaç yeri gezdin?

- Ayda kaç kere ailenle yemeğe çıkarsın?

- En son nereye gittin tatile?

- Kimin konserinde eğlendin en çok?

- E sen de hem ülkede hayat güzel diyorsun hem yaşamayı bilmiyorsun, nasıl olacak bu iş böyle?

Bir de böyle iletişim deneyelim, iletişim kurabildiğimiz pazarlar dilerim.

Editör: Haber Merkezi