Çocukların Ağlayışları, Elizabeth Barrett Browning

Duyuyor musunuz ağlayan çocukları ey kardeşlerim
Keder yıllarla mı gelir
Onlar ki o küçücük başlarını annelerine yaslıyor
Lakin bu, gözyaşlarını dindirir mi hiç
Körpe kuzular çayırda meleşiyor
Yavru kuşlar yuvasında ötüşüyor
Genç karacalar gölgelerde oynaşıyor
Terütaze çiçekler batı'ya doğru esiyor
Heyhat küçük, o küçücük çocuklar ey kardeşlerim
Acıya gark olmuş ağlıyor
Bu hür ülkede
Oyun çağlarında onlar ağlıyor”

Çeviren: Serdar Taş

"Çocuk maden işçilerine 'bodur alev çalısı' denilirdi çünkü onlar, parmakları kanayana kadar pürüzlü kömür parçacıklarını çıplak elleriyle ayıklardı."

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, budalalık çağıydı; inancın devriydi, kuşkunun devriydi, aydınlığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi; umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı. Hem her şeyimiz vardı, hem de hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz ya doğrudan cennete gidecektik ya da tam öteki yana; hülasa şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."

"Benim için çalışan iki oğlum var. İşten sonra kolları ve dizleri kanar. Bu yüzden ben de bir başka baca temizliğine gitmeden önce tuzlu suyla yaralarını ovarım."

9 yaşındaki George Allinsworth: “Buraya geçen cuma geldim. Ertesi gün gece yarısından sonra saat 3’te işe başlayacaktık. Bunun için bütün gece burada kaldım. Evim buradan 5 mil uzakta. Altıma önlüğümü, üstüme de ceketimi çekip yerde uyudum. Diğer iki gün, sabah saat 6’da buradaydım. Evet, burası sıcak bir yer! Buraya gelmeden önce, tam bir yıl boyunca yüksek bir fırında çalıştım. Taşradaki çok büyük fabrikalardan biriydi. Orada da cumartesi günleri sabahın 3’ünde kalkardım, ama hiç değilse eve gidip uyuyabilirdim, evimize yakındı. Diğer günler sabahları saat 6’dan akşamları 6 veya 7’ye kadar çalışırdım.”

Viktorya dönemi İngiltere'si azgın bir endüstriyelleşme atılımına tekabül eder. Sanayileşmenin arkeolojisi yapıldığında heyhat ki çocukların ve kadınların kemikleri ve emekleriyle karşılaşılır. Bilhassa 19. yüzyılda işçi sınıfından ailelerin çocukları fabrikaların yanında yöresinde, sağlıksız, hijyenden yoksun toplu konutlarda, işçi gettolarında, barakalarda yaşıyordu. Her gün olmamak kaydıyla ve şayet biraz olsun talihleri varsa bir tike ekmek, az biraz domuz eti, birazcık süt, bir tutam da peynirle yetersiz ve sağlıksız beslenebilen çocuklar gelişim bozukluğu yaşıyor, birçok bebek de ölüyordu. Sabahları işçileri yutan, akşamları da posası çıkmış vaziyette tüküren, karbon dumanı üfleyen kaknem ve cibilliyetsiz fabrikaların, çığlık atan, homurdanan, pavkıran makinelerin, bulut karanlığıyla isin birbirine karıştığı kasvetli gökyüzünün İngiltere'sidir bu dönem. Eşitsiz gelişim yasasının en eşitsizlerinin, kimi zaman eşitsizliğin en eşitlerine çocuklarını satabildiği bir dönemdir bu. Peki fabrikatörler, sermaye mâliki beyefendiler neden çocuk işçi çalıştırıyorma gereği duyuyordu? Çünkü ucuzdular, çünkü devasa makinelerin altına girip de mekanizmanın dişlileri arasındaki kirleri, tozları ve uygunsuz herhangi bir şeyi temizleyecek kadar küçük bedenleri ve parmakları vardı, çünkü şikâyetlenmezlerdi, çünkü sendika kuramazlardı, çünkü genel grev örgütleyemezlerdi. Devrin bir çelik fabrikası patronunun beyanatı şöyledir: “Gece, 18 yaşından küçük çocuk çalıştırmasak işlerimiz yürümezdi. İtirazımız, üretim masraflarının artacak olmasıyla ilgili. Usta işçi ve kısım şefleri bulmak zordur, oysa istediğiniz kadar çocuk bulabilirsiniz.”

Viktoryen dönemde çocuk işçiliği vakay-i âdiyedendi. Çocuk işçiliğini yasaklayan ya da sınırlayan, çocuk haklarını muhafaza eden koruyucu sözleşmeler henüz yoktu. Çocukların çalışma koşullarını ve tedavilerini hafif ölçekli olarak düzenleyen ancak uygulanmayan birkaç on yıl için geçerli yasalar vardı. İngiliz sanayi devrimi, çocukların ve kadınların "kutsal emeği"nin deryası üzerinde yüzüyordu. Çocuklar ve kadınlar ise sarf ettikleri kutsal emeklerinin ummanında boğuluyordu. Çocuklar emek piyasasının neredeyse her alanında çalıştırılıyordu: maden işçiliği, fare yakalayıcılığı, baca temizleyiciliği, dilencilik, fabrika işçiliği, yevmiyeli çamaşırhane işçiliği, tarlakuşu korkutuculuğu, çanak çömlekçilik, çiftlik işçiliği, tekstil işçiliği, fahişelik, şapka yapımı, beslemelik, hizmetkârlık, sokak satıcılığı, tersane işçiliği, çöpçatanlık, gar işçiliği, hırsızlık, kapkaççılık... Kimi fukara, guraba aile çocukları yollar boyunca at dışkılarını ve başkaca çöpleri süpürüyordu.

Southey: "Köle ticareti, fabrika işçiliğiyle kıyaslandığında daha insaflı kalır."

Bir dokuma fabrikasında çırak yetiştirmekle görevli John Moss'un 1816'da parlamento komitesi huzurunda soruşturulması esnasında, fabrikada zoraki çalıştırılan köylü, taşralı çocuklara dair sorulan sorulara verdiği yanıtlar şöyleydi:

"Hepsi çırak mıydı?"
"Evet, hepsi çıraktı."
"Kaç yaşlarındaydılar?"
"Londra'dan gelenleri yediyle on bir arasındaydı. Liverpool'dan gelenler de sekizle on beş arasında."
"Kaç yaşlarına kadar çırak kalıyorlardı?”
"Yirmi bir."
"Çalışma saatleri ne kadardı?"
"Sabah beşten akşam sekize kadar."
"Yani normal çalışma süresi günde on beş saat miydi?"
"Evet."
"Makine tamiri için ya da pamuk yetişmediği için iş durursa, bu zaman dilimi de çocukların çalışma süresine eklenir miydi?"
Evet, eklenirdi."
"Çocuklar oturarak mı, yoksa ayakta mı çalışırlardı?"
"Ayakta."
"Yani bütün bu süre boyunca hep ayakta mıydılar?"
"Evet."
"Fabrikada oturulacak yer var mıydı?"
"Hiç yoktu... Yatma vakti geldikten sonra onları döşemeye kıvrılıp yatmış bir vaziyette görürdüm."
"Çocuklar makine kazalarına uğrar mıydı?é
"Sık sık."

İngiliz milletvekili William Cobbett, 1824 yılındaki bir fabrika teftişinden edindiği gözlemini şöyle dile döker: "Günde ortalama on sekiz saat çalışmaya ve seksen iki derece sıcaklığa mahkûm edilen bir çocuğun durumu nasıl olabilir ki!? Bedeninde kalbi, kafasında da dili olan herhangi biri, böylesi bir kölelik, bu türlü bir zulüm üreten düzene küfür etmekten kaçınabilir mi!?" Örneğin 1832 yılına ait bir avam kamarası raporunda şöylesi bir ibare mevcuttu: "İşçiler bir kaza vuku bulduğu andan itibaren genellikle ya terk ediliyor, maaşları kesiliyor, tıbbi müdahale sağlanmıyor ya da yaralanmanın boyutu her ne olursa olsun kendilerine tazminat ödenmiyor.”

Buhar, Viktoryen dönem İngiltere'sinin başat enerji kaynağıydı. Buhar, buharlı gemiler, trenler ve buhar kullanılan fabrikaları besleyen nefes olmuştu adeta. Ancak makinelerin buharla beslenebilmesi için gerekli olan sıcaklık kömür yakmak suretiyle sağlanabiliyordu. Bu yüzden gerek ucuz iş gücü olması gerekse de maden ocaklarının dar damarlarında kolayca yol alabilmesi sebebiyle bu dönemde çocuk emeği yoğun ve yaygın olarak kullanıldı. Gerçekten de çocukların küçümen bedenleri daracık maden dehlizlerinde kolayca manevra yapabilmelerini sağlıyordu. Bu da maden işletmecileri için çocuk işçileri cazip kılıyordu. Çocukların maden ocaklarındaki çalışma koşulları felaketti ve adeta Dante’nin cehennemine rahmet okutur cinstendi. Bilhassa kömür madenlerinde mevzubahis durum çok daha kötüydü. Kömür madenlerinin kesif karanlığı görmeyi güçleştirdiği gibi gözleri sürekli bir gerginlik ve basınç halinde tutuyordu. Gerekli havalandırmadan yoksunluğundan ötürü ocaklardaki kömür tozu yoğunluğu oldukça fazlaydı. Günde 12 ila 18 saat çalıştırılan çocuk işçilerin tamamı solunum rahatsızlığına yakalanıyordu. Çocuk işçiler, sıçanlarca istila edilmiş mütemadiyen gürültülü koşullarda çalışıyordu. Bu da mikrobik rahatsızlıklar, veba ve işitme güçlüğü demekti. Birçok çocuk, sürekli eğik, emeklemiş vaziyette çalıştığı için kalıcı omurga/belkemiği rahatsızlığından muzdaripti. Çocuklar arasında gelişim bozukluğu son derece yaygındı. Patlamalar ve çökmeler ise müstakbel ve mütemadi tehlikelerdi ve çocukların her ânına sirayet etmiş bir korkuydu. Güvenlik önlemlerinin ve bilincinin noksanlığından ötürü ölüm, sürekli ve mevcut bir tehditti. Nice çocuğa makber olmuştu madenler. Ayrıca Güneş'in ışığından ve ısısından mahrum kalan çocukların ufarak bedenlerinde kemik hastalıkları da meydana geliyordu. Örneğin madenciler için havalandırmayı sağlayan kapıları açan tuzakçı çocuklar karanlık, nemli ve soğuk maden tünellerinde; ıslanmış, korkulu ve üşümüş halde beklerlerdi. Bir de maden dehlizlerinde kömür yüklenen yük arabalarını/kasalarını çeken çocuklar mevcuttu. Bunlara "çekmeci" deniliyordu.

"Sabah altıdan akşam altıya kadar çalışıyorum. Yemeğimi yemek için öğlen vakti bir saat dururum. Akşam yemeğimde ekmek ve tereyağım var; içecek bir şey alamam."

"Günde on iki saat boyunca karanlık bir maden ocağında oturuyorum. Güneşi sadece ocakta çalışmadığımdan pazar günleri görebiliyorum. Bir defa uyuyakaldım ve bir vagon bacağımın üzerinden geçti." (bir işçi çocuk)

"Karanlıktan nefret ediyorum, karanlık beni korkutuyor. Karanlıkta asla uyumam. Bazen şarkı söylerim. Kapıyı (havalandırma kapısı) açmak ve kapamaktan başka yapacak iş yoktur." (bir işçi çocuk)

"Belimin etrafında bir kemerim, bacaklarımın arasından geçen bir zincirim var. Ellerimin ve ayaklarımın üzerinde giderim. Çalıştığım yerdeki tüneller dar ve ıslak. Elbiselerim neredeyse gün boyunca ıslak."

Yetim ve ihmal edilmiş, fakr u zaruret koşullarında ömür tüketen nice çocuk sokaklarda çalıştı ve yaşadı. Kibrit, çıra, düğme, çizme bağcığı, çiçek, cilalı/parlatılmış ayakkabı, ayak işleri/getir-götür işleri yaptılar, ayrıca burjuva sınıfına mensup olanların yürüyüş yollarını, geçtikleri güzergâhı süpürmek de bu hiçbir şeyden daha az bir şey olan çocukların payına düştü. O çocuklar ki çocuk ölebiliyordu ama çocuk olamıyordu.

Viktoryen dönemde çocukların yaygın olarak çalıştırıldığı bir başka iş de baca temizleyiciliğiydi. Baca temizleyiciliği, çocukların varlığı için en kasvetli ve vahşi meşgalelerden biriydi. Ufacık srçecik bedenleri, kömür madenciliğinde olduğu gibi baca temizleyiciliğinde de çocukların kullanılmasını cazip ve yeğlenilir kılıyordu. Kayıtlar ne yazık ki üç yaşında çocukların bile baca temizleyiciliğinde çalıştırıldığını gösteriyor. Baca temizleyiciliği çocuklar için ölümcül ve çok tehlikeli olabiliyordu; hele bir de bu onların ilk işiyse... Bacaya sarkıtılan çocukların kol, diz ve dirsek derileri baca yüzeyine sürtünerek tahrip oluyor, öyle ki bazen dizleri ve dirsekleri üzerindeki deri ciddi şekilde sıyrılabiliyordu. Muhteris patronların çocuklara reva gördüğü ise hepi topu yaralarını tuzlu suyla özensizce, şöyle bir yıkamak ve hiçbir şekilde merhamet duymadan bir başka bacadan aşağıya sarkıtmak olacaktı. Bir zaman sonra çocukların derileri, vazifelerini ve çilelerini biraz daha katlanılır kılacak şekilde nasır bağlardı. Demem o ki çocukların derileri, patronların da cevahiri nasır bağlardı. Ne var ki çocukları o andan sonra çok daha büyük tehlikeler beklerdi. Baca temizleyicisi çocukların en büyük korkuları bacaya sıkışıp öylece kalakalmaktı. Sürekli bacadaki kurumu soluyan çocuklarda telafisi imkânsız, geri dönüşsüz akciğer hasarı vuku buluyordu. Baca temizleyicilerinin ömrü nadiren orta yaşları buluyordu. Kimi aileler yetim çocukları adeta birer köle işgücü olarak alıyor, baca temizleyiciliği için fazla büyüdüklerinde de sokaklara atıveriyordu. Öte yandan patronlar, çocukları bacalardan kolayca inebilecek incelikte olabilsin diye bile isteye yetersiz besliyordu. Hatta bazı patronlar, sırf bu sektörde çalıştırmak için çocuk kaçırıyordu. Çocuklar 9-10 yaşlarına vardığında artık baca temizleyiciliği için lüzumsuz hale geliyordu ve “Tanrı’nın inayetine” terk ediliyordu. Daha sonra geliştirilen bir süpürme fırçası ile baca yüzeyleri kurumlarından temizlenmeye başlamıştı. 1788'de sekiz yaşın altındaki çocukların baca temizleyicisi olarak kullanılmasına karşı bir yasa yürürlüğe girdi, ancak müeyyide uygulama konusunda oldukça isteksiz davranılıyordu. Bundan başka ustaların uygun yaşam koşulları sunması ve çocukların pazar günü ayinlerine gitmesini sağlaması öneriliyordu.

"Her sabah saat beşte çalışmaya başlıyorum ve bütün gün gece dokuza kadar çalışıyorum. Tam on altı saat! Çalışırken oturmamıza, konuşmamıza ve pencereden dışarı bakmamıza izin yok. Kiliseye gitmek zorunda olduğumuzdan, çalışmadığım tek gün pazar günleri." (bir çocuk işçi)

Tekstil işletmelerindeki kimi çocuklar, çalışır vaziyetteyken makineleri temizlemekte sorumluydu ve birçok çocuk parmaklarını, elini kaybetmişti; kimileri de devicileyin makinelerin çarkları ve dişlileri arasında çiğnenmişti. Ne de olsa o çocuklar kırılan dişlileri bağlamak için makinelerin altında sürünecek, emekleyecek kadar küçüktüler.


Yine kibrit fabrikalarında çalışan çocuklar kibritleri fosfor gibi tehlikeli bir maddeye daldırmak için istihdam edilmişti. Fosfor, çocukların dişlerinin çürümesine neden olabildiği gibi akciğerlerlerine solunmasından ötürü bazı çocuklar ölüyordu. Herhangi bir kazada ve ölümde yetimhanelerdeki yedek çocuk işgücü ordusu derhal fabrikalara, işliklere, üretimliklere takviye kuvvet olarak sevk ediliyordu. Karl Marx, İngiliz sermayesinin çocuk kanını emerek kanlandığını, semizlediğini söylemiş, öte yandan kibrit üretim atölyelerini yeryüzü cehennemi olarak tasvir edip Dante'ye atıfta bulunmuştu: “İş günü 12 ila 14 veya 15 saat arasında değişiyor, geceleri de çalışılıyor; yemek saatleri düzensiz, yemekler çok kere fosfor tozlarına bulanmış çalışma mekânlarında yeniliyor. Şayet Dante bu iş kolunu görmüş olsaydı, kendi dehşet verici cehennem tasvirlerini geride bıraktığını düşünürdü.”

Viktoryen dönemde çocuk emek gücü, Avrupa ve Amerika için yabancısı olunan yeni bir olgu değildi. Çocuklar enerjileri nedeniyle yetişkinlerden çok daha etkin ve aktif çalışabiliyordu. Üstelik aldıkları ücret, bir yetişkinin aldığının çok daha azıydı. Bu da onları patronların nazarında daha makbul kılıyordu. Öyle ki kimi fabrikalarda çalışan çocuk sayısı yetişkinleri azınlıkta bırakıyordu. Fabrikalarda en kirli işler çocuklara verilirdi ve çocukların hakları değil yükümlülükleri, mecburiyetleri, zorunlulukları vardı.

Viktoryen dönem fabrikalarında ya çok az güvenlik önlemi alınmıştı ya da hiç alınmamıştı; bu nedenle yaralanmalar ve ölümler sık tesadüf edilen vakalardı. Çalışma saatlerinin uzunluğu, fabrikaları ve atölyeleri birer çilehaneye dönüştürüyordu. Normal çalışma haftası pazartesi her sabah saat 06.00'da başlar, cumartesine dek her akşam 18.00'da biterdi. Geciken, uyuklayan ya da herhangi bir hata işleme talihsizliğine düşen çocuklar ya dövülür ya da para cezasına çarptırılırdı.

Viktoryen dönemde işçi sınıfının çocuğu olmak; oyunsuz, oyuncaksız, çocukluksuz bir çocukluğa mahkûm olmaktı. "Endüstriyel devrim", çocuklar ve çocukluk için bir "karşı devrim" mahiyetine geliyordu. Onlara tanınan yegâne özgürlük; çalışma, sakat kalma, çocukluğundan mahrum olma ve “yaşarken ölüm tanrısı” tarafından bir “var-ölüşe” ve erken ölüme yazgılı olmaktı.

Yazının müntehasına gelmişken emek kavramının muhtelif dillerdeki etimolojisine dair de bir notu sevgili okurlara sunmak yerinde olacaktır:

Tükçedeki "emek" kelimesinin eski biçimi olan "emgek"; zahmet, eziyet, sıkıntı demektir. İngilizcede emek anlamına gelen "labour" kelimesi aynı zamanda "doğum esnasında çekilen sancı" demektir. Fransızca "travail" kelimesi ve İspanyolca "trabajo" sözcüğü, diğer Latin dilleri ve İngilizce muadili gibi Latince "trepaliare" yani işkence (etmek), ızdırap (etmek) kelimesinden türer. Hatta Kızılderili Vintu halklarının dillerinde çalışmak; siniri bozulmak, yorulup tükenmek, titremek anlamlarına gelen "lit" kökünden kaynaklanır. Çerkezce laje (çalışmak) aynı zamanda suç, cürüm, kabahat demektir. Birçok Hint-Avrupa ve Ural-Altay dillerinde, Slavik dillerde çalışma kelimesi acı çekmek, ızdırap, eza, cefa, eziyet, yorgunluk, yorucu iş, didinme, aşınma, sıkıntı, bitap, hastalık, angarya, kölelik, rahatsızlık, taciz (edilme), yoksunluk, fakirlik gibi kelimelere tekabül eder. Adem ve Havva cennette şeytanın ayartmasıyla bilgelik ağacının yasaklı meyvesini yemesiyle cennetten kovulurlar ve tanrı onlara o hışımlı ve hoyrat sesiyle şöyle seslenir: "bundan böyle kadınlarınız acı çekerek doğuracak, erkekleriniz de acı çekerek toprağı işleyecek, çalışacak!" yine, "no pain no gain" (acısız kazanç olmaz) gibi kimi maximler de emek sürecinin ihtiva ettiği çileyi, cefayı ele veren bir mahiyettedir.

Editör: Haber Merkezi