Yeni Yaşam Gazete 'sinin  ' Kadınların Sözü' Yazarı  Hatice Betül Çelebi  "Kadınların Sözü Kırık döküğüm" bugünkü köşesine taşıdı.

Kadın olmaya dair hassasiyetlerimizin ortaklaştığı ve neredeyse aynılaştığı özel anlar vardır. Bir çocuğu dünyaya getirmek ve okula başlayacağı ilk yıl, istisnasız bu özel anların içinde en önemli olandır. Minicik bir bedenin, sizin bedeninizde can bulması, gözlerini bilinmezlik dolu bir yaşama açması, savunmasız ve bakıma muhtaçlığı ve bebeğin her çığlığında kendini açığa çıkaran kronik kaygı. İşte böyle anlarda insana dost sohbetinden daha iyi gelen bir şey yoktur.

Bu ihtiyacın yarattığı beklenti ve mutlulukla karşılamıştım, ziyaretime gelen arkadaşımı. Benden büyük olması ve yaşama dair biriktirdiği deneyimlerden olsa gerek, odaya girdiği ilk anda içimi bir rahatlama kapladı. Eczacı Odası seçimlerinden geliyordu. Önce biraz havadan sudan konuştuk, biraz da mesleki konular derken, odanın içinde rüzgar gibi esti, üşüttü yüreğimi birden, kayıtsızca ağzından çıkan cümlesi: “Biliyor musun, bebeği merak ediyorlar, bebeği de engelli mi diye, sordular.”

Her engelli birey gibi alışkındım aslında bu meraklı tavırlara. Engelli olmanın hastalık olarak kabul gördüğü bir toplumda, bozulmuş bir bedene sahip olan biri olarak, toplumun “normal” normlarına uyan bir çocuğu dünyaya getirmeniz beklenen bir durum değildir.

İlk çocuğumda hepsini tecrübe etmiştim. Zira gördükleri anda baştan aşağı süzerek kendince tıbbi kontrolden geçiren, sağlamlığından emin olmaya çalışan, sağlam olduğu kanaatine vardıktan sonra da soramadığı sorular içinde kalmış bir halde, meraklı gözlerle bu kez benim vücudumu inceleyerek, bu doğumu benim yapıp yapmadığımı teyit etmeye çalışan, üstenci bu yaklaşımı çok iyi tanıyordum. Lakin sağlık alanında 4 yıl eğitim almış bir meslek grubunda, engelliliğin bulaşıcı bir hastalık gibi, ebeveynden geçeceği önyargısı üzerine söylenmiş bu sözleri içime sindirememiştim. Engelliliğe ilişkin kökleşmiş kalıpların, entelektüel bilgiye baskın çıkan gücüne şaşırıp kalmıştım. Biraz canım sıkılsa da sohbete devam etmek istedim.

“Okula yazdırdınız mı oğlunu?” diye sordu, arkadaşım. Neşem yerine geldi, muhabbetin konusu içimdeki sızıyı unutturmuştu. “Evet, hepimiz çok heyecanlıyız” diye cevap verdim. Arkadaşımın yüzü biraz ciddileşti, çok önemli bir sır verecek gibiydi. “Yanlış anlamazsan sana bir şey söylemek istiyorum. Bence babasıyla gönder, sen okula gitme. İlkokul çocukları çok acımasız olur. Senin durumunu görünce çocukla dalga geçebilirler” dedi.

O andan sonra sohbet, benim için kendi içimde başlayan tek taraflı bir diyaloğa dönüşmüştü. Sadece kafamı sallıyor ama konuşmaları dinleyemiyordum. Misafirimi ne zaman ve nasıl yolcu ettiğimin farkında bile değildim. Çünkü karşımdaki sağlamcı, beni en zayıf yerimden vurmuştu. 12 yaşımdan itibaren sorulardan, meraklı bakışlardan, yüksek basamaklardan, taşıtlardan, yollardan, aciz gören üstenci kibirden yılmadan mücadele eden ben, birden nefessiz kalmıştım. Hiçbir hal ve koşulda kendimi toplumun kalbinden geri çekmeyen ben,  şimdi görünmez mi olmalıydım? Mücadelem, bizleri görünmez kılmak isteyen bu ayrımcı sisteme karşı değil miydi? Engelli bir bedene yüklenen negatif yükler ve sosyal baskı, anneden çocuğa geçen bir miras mıydı?

Engelli olmaya ilişkin toplumun önyargıları ile oluşan ayrımcılık, ötekileştirme, dışlanma, damgalama ve sosyal izolasyon, ailenin tüm fertlerine atfedilen olumsuz yüklermiş meğer. Bunu, arkadaşımdan duymak canımı yakmıştı. Yıllardır yürüttüğüm mücadelede, oğlumun hassasiyeti gündeme gelince yenilmiş, içimde bir yerlerde gizlenen sağlamcı, hakimiyeti ele geçirmişti. Değersizlik duygusu tüm bedenimi kaplamış, her hal ve koşulda kendime yeten ben, oğluma yetemem kaygısı ile görünmezlik fikrine teslim olmuştum.

İki yıl boyunca çocuğumun okuluna gitmedim. Kendim için karşı koyduğum tüm negatif tepkileri, onun zarar görebileceği endişesi ile göğüsleyemedim. Toplumun tam da beni görmek istediği gibiydim, görünmezdim. Ta ki kızımın minicik ellerinden kağıda dökülen o çizgileri görünceye kadar. Nihayet kalemi tutmayı başardığı o gün bir şeyler karalamış, kalbinin tüm masumiyeti ve ışığı ile beni çizmişti. Çizgi bir bedenin üzerinde başım, kıvırcık saçlarım ve ellerimin yanında duran iki adet bastonum… Kızımın bedenime verdiği kabul, direncin yeniden harlanan ateşi ve içimdeki sağlamcının yenilgisiydi. 

Engelli genel başlığı altında isimlendirilen nüfusun, erkek, kadın, genç, çocuk, yetişkin ve farklı cinsel yönelim olan bireylerden oluştuğu gerçekliği çoğu zaman göz ardı edilir. Sosyal organizasyonlarda inşa edilmiş tek tip engelli lavabolarının bulunması bu düşüncenin en somut pratiğidir. Oysaki engelli kadın olmak kendi içinde daha farklı sorunların yükünü de beraberinde getirir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin olduğu toplumlarda engelli kadınlar, hem kadın hem de engelli olmalarından kaynaklı çifte ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Irksal ve inançsal farklılıkların ilave olduğu durumlarda ise çoklu ayrımcılıklar yaşanır. Ataerkil toplumun kadına yüklediği cinsiyet rollerini yerine getirebilme yeterliliğine sahip olmayan, hasarlı ve eksik bedenler olarak görülen engelli kadın, eğitim, istihdam, aile, sağlık, barınma ve üreme hakkı gibi birçok haklarından mahrum kalarak görmezden gelinen, dışarıda bırakılan ve yalnızlığa mahkum kılınandır.

Kadının itibarsızlaştırıldığı toplumlarda engelli kadın olmak; sosyal, kültürel, ekonomik ve politik tüm yaşam damarlarının dışında bırakılmak, istismar, taciz, tecavüz, şiddet ve kadın cinayetleri ile yaşanan toplumsal çürümüşlüğün toksit etkilerine herkesten çok daha fazla maruz kalmak demektir.

Toplumun normatif değerlerinin dışında kalan bedenleri, normal olandan sapma olarak gören kolektif yaklaşımın kökleri, Aristo’nun kadını “eksik erkek” olarak tanımlayan yaklaşımıyla, beden ve kadın olmak arasında kurduğu doğrusal bağa kadar uzanır. Aristo’ya göre toplumsal doğa, karşıtlar arası hiyerarşik bir ilişkiler ağıdır. Bedenin ruha, duygunun akla, kölenin efendiye, kadının erkeğe tabii olması gerekir. Erkeğin tanrısal aklına biat etmeyen kadının duygusal aklı, ruhunun önüne geçen bir bedene sahip olmasındandır. Bu nedenle kadınlar insan tipinden sapmış ucubelerdir.

Kadın olmaya ve bedene atfedilen değerler, insanlık tarihi sürecinde binlerce yıl öncesinde değişime uğramış, kadının hem cins hem de beden olarak sahip olduğu itibar, aynı dönemlerde erkeğin analitik aklı tarafından gözden düşürülmüş ve bu analitik akıl tarafından yeniden şekillendirilmiştir. Mezopotamya’da başlayan insanlık tarihinin neolitik dönemine ait arkeolojik kazılarda bulunan ana tanrıça kültünün temsili niteliğindeki Kybele heykelleri, şişman ve birden fazla göğüsleri ile bereketi, bolluğu temsil eden, gündelik yaşam içinde yaşayan kadın bedenlerini değişime uğratmadan doğal haliyle yansıtanana tanrıça tasvirleridir. Neolitik dönemde iyilik, sevgi, dayanışma, doğruluk, dürüstlük, bereket ve üretim ile şekillenen anaerkil yaşam biçiminin inşacısı olan ana tanrıça, sahip olduğu bedenle, saygı ve değer gören bir ilah, tanrı ve tanrıçaların anasıdır.

Sümer rahip krallarla başlayan merkezi uygarlık yaşam formlarında, ana tanrıça kültü devam etmekle birlikte, toplumun yaşam kodları yeni baştan dizayn edilmiş ve ana tanrıça kadın, gücünü kaybetmiştir. Frigler, Hititler, Helenistik ve Roma dönemlerinden kalan ana tanrıça heykellerindeki farklılık çok dikkat çekici olup kadın ve ideal beden ilişkisindeki değişimi de net bir şekilde göstermektedir. Şişman, gösterişsiz ve gündelik yaşamın içinden betimlenmiş Kybele heykelleri yıllar içerisinde, mükemmelliği temsil eden gösterişli bedenlere sahip tanrıça heykellerine dönüşmüştür. Neolitik dönemde, özü dişil olan toplumsal doğanın mimarı olan kadının gücü, merkezi uygarlıklarla erkeğe geçmiştir.  Erkeğin analitik aklının çıkarcı, ikiyüzlü, hırslı, tüketici, rekabetçi, nefret dolu, yıkıcı özellikleri, kadının duygusal zekasıyla var ettiği tüm güzellikleri ve iyilikleri zaman içinde ortadan kaldırarak toplumu çürütmüş, cins olarak kadını itibarsızlaştırmakla kalmayıp aynı zamanda kendi estetik zihniyetini inşa ederek, kadını metalaştırdığı beden normalliği fikri içine hapsetmiştir. Kadının esareti, erkek aklın cinsiyetçi hakim ideolojileriyle devam ettirilirken, beden zindanlarına kapatılması da sağlamcı politikalarla

sürdürülmektedir. Bu nedenle kadının özgürlük mücadelesi, özü itibariyle kesişimselliği olan, iktidarın bedeni kuşattığı ve engelliliği inşa eden sağlamcılıkla mücadeleyi de birlikte yürütmeyi zorunlu kılmaktadır.

“İyileşmek mi ?” dedi, Frida. “Ama ben hasta değilim ki. Kırık döküğüm. Aynı şey değil, anlıyor musunuz? ’’Erkek aklın siyah beyaz dünyasında, analitik olarak inşa ettiği kusursuz bedenli kadın heykellerine karşı kusurlu kabul edilen bedenini, kadının zekasından parlayan göz alıcı renklerle tuvale yansıtması, Frida’nın hem erkek egemenliğine hem de onun illüzyonu olan mükemmel bedene karşı isyanıdır.

Tam da Frida’nın dediği gibi engelli kadın olmak, kırılıp dökülmektir her an. Her an kimden, nereden ve ne zaman geleceği belli olmayan ön yargıların, aşağılamanın, haddini aşan tavsiyelerin, meraklı bakışların ve soruların dört bir yana saçtığı, kalbinizin parçalarını toplamak ve ayağa kalkmaktır. Ve bir başkaldırıdır, yılmadan her seferinde mücadeleye devam eden, yeniden ve yeniden.

* HDP Engelliler Komisyonu Eşsözcüsü

Editör: Haber Merkezi