Ayşen Şahin

Evrensel Gazetesi'nin Yazarı  Ayşen Şahin  , "Sevgi’liler mi günü?" bugünkü köşesine taşıdı.

Yarın Sevgililer Günü.

Sevgi neydi konuşmak için iyi bir seçim diye düşündüm.

Tarihçesi aslında Pagan adetlerine dayanıyor. Sonra II. Claudius döneminde, savaşa rağmen evlenmesi yasaklanan askerlerin gizlice nikahlarını kıyan, sevgilileri buluşturan Valentine, 14 Şubat 269’da yakılarak öldürülüyor, iki yüz yıl sonra aziz ilan edilmesiyle de 14 Şubat, anısına Saint Valentine’s Day adını alıyor.

Yüzyıllar sonra, 1900’lerin başında meşhur Hallmark’ın Sevgililer Günü kartları basmasıyla Aziz Valentine de kapitalizmin kucağına düşmüş oluyor.

Vitrinleri kırmızı kalpler basarken, markalar artık 14 Şubat’ı yalnız geçirenler için de kampanya yapıyor. Zira yalnızların sayısı her geçen gün artıyor. 

Paris’in yüzde 50’si, Manhattan’ın yüzde 94’ü yalnız yaşıyormuş. Türkiye’de 2007’de nüfusun sadece yüzde 7’si yalnız yaşarken TÜİK 2020’de tek kişilik hane halkı oranını yüzde 17.9 açıklamıştı.

Bu sene bu oran düşecek muhtemelen. Çünkü ekonomik sebeplerle aynı dört duvara sıkışmaya çalışıyor insanlar, ısınamıyor, aydınlanamıyor, geçinemiyor.

Geniş aile bir araya geliyor hatta komşular, arkadaşlar seçilmiş aileler olarak evlerdeki odaları bölüşüyor. 

Yalnız yaşamak yalnız hissetmekle aynı şey değil aslında. Evlilerin yüzde 60’ı kendini yalnız hissediyor bir başka araştırmaya göre. Kalabalık yaşamak, yalnızlığı ortadan kaldırmıyor.

Etrafım her geçen gün daha fazla “İnsan sevmiyorum” diyenlerle doluyor.

Şimdi hemen “Millet aç aç, senin derdin sevgi mi aşk mı?” demeyin, sevgisizleşen toplum oldukça büyük bir dert, sadece midemiz değil bizim ruhumuz da aç.

Cengiz Aytmatov’un müthiş eseri Selvi Boylum Al Yazmalım’da;

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti.” diyordu.

Sevgi emektir demek de; birini, bir canlıyı, memleketi, hayatı sevmek, durduk yerde öylece olacak iş değil demek.

“Sevmek bir eylemdir; edilgen bir duygu değil. Bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değil” der Eric Fromm.

Biz ne sanıyorduk sevgiyi? Ya da sevgiyi düşünmeye derman kaldı mı?

Bu iktidar yirmi yıldır kadını bir aile kavramına hapsetmeye çalışıyor. Şimdi de nafaka düzenlemesi sırada. Baroların çalışmasına göre nafakaların yüzde 66’sı ödenmiyor, nafakanın ortalaması 262 TL. Peki nafaka neden ortaya atılmış bir “mağdur erkekler” lobisi üzerinden konuşuluyor? İştirak, tedbir ve yoksulluk nafakası hep kadına ödeniyorsa bu kadının istihdamdan çekildiğinin ispatı değil mi zaten?

Kadın aç kalmaktan korksun, kadın toplum baskısından korksun, kadın boşanmak istediği adamdan korksun ve aileyi bozmasın.

Bu aileler bu ülkede nasıl kuruluyor? Bu toplumda kaç kişi ömrünü birlikte geçirmek istediği, aşkla, tutkuyla sevdiği insanla akışında, mutlu bir beraberlik kurabiliyor?

Kaç kişi ailesinin uygun gördüğü kişiyle ya da toplum baskısı sebebiyle mantığının sesini dinleyerek evleniyor?

Şiddet hep kadın cinayetleri üzerinden konuşuluyor. Sevmediği bir insanla evlilik görevi addedildiği için zorla cinsel ilişkiye girmek zorunda bırakılan milyonlarca kadın var. Seri tecavüze uğrar gibi yaşıyorlar evliliği, bu evlilikten doğan çocuklara çilekeş, cefakar ana olmaları bekleniyor.  Elalem ne der diye, evden bir boğaz eksilsin diye, bir vesile işte uygun görülenle evlendirilip gönderildiği evde baba sevgisi bilmemiş, anası sütünü helal etmeyecek korkusuyla büyümüş kadınlar, hiç almadığı sevgiyi bebeğine vermeye çalışıyor. Sevgi emektir ama sevmek de aslında görerek, yaşayarak öğrenilen bir iştir.

O kadınlar bazen saçlarını okşayan bir adam bulduklarında her şeyi geride bırakıp kaçıyorlar evden. Ölümleri pahasına. Sonra işte televizyon programlarında bir takım sinirli sunucular haykırıyor “Tükürün hain ananın suratına” 

Hadi hak geçmesin erkek açısından da düşünelim.

Ataerki, adamların kucağına hediye gibi bırakıyor otorite hakkını. Bunu kullandıkça sırtı sıvazlanıyor. Oysa sevgi emek istiyor. Bilmiyor sevmeyi, sevilmeye de çalışmıyor. Kadına idare etmesi öğütleniyor, adama bir şekilde yönetmesi. Çocuklar onunla korkutuluyor “Babana söylerim bak.”

Otoriter babalığın tatmini sevgisizliği kapatmaya yeter mi?

O çocuklar olması gerektiği düşünüldüğü için mi getiriliyor dünyaya yoksa aşkla mı?

En az 3 çocuk tembihleyen birinin sözleri şu:

“Aşkı reddetmiyorum ama maalesef hiç olmadım. Eşim sosyal bir hanımdı, toplantılarda tanıştık. Aynı görüşleri paylaştık. Bir hanımefendinin aracığıyla oldu.”

Bir resmi daire griliğinde, kuralcılığında evlerde sevgisiz çocuklar büyüyüp paslı demir gibi saçılıyorlar ortalığa.

Her geçen hafta bir tarikat, cemaat, diyanet yurdunda bir taciz, tecavüz, suistimal davası daha çıkıyor.

En son Erzurum Diyanet yurdunda 7 çocuk sistematik işkenceye uğradı. Bu ve benzeri davaları yakından takip eden Gazeteci Mustafa Hoş vampir sendromundan bahsediyor ve sürekli uyarıyor. Bir kere buna maruz kalana, uzmanlar eşliğinde en doğru şekilde yaklaşılmazsa bir gün maruz bırakan olabilir. 

Çocukları bir polis aracına doldurup, şehrin içinden geçirip karakola götürürseniz, bir arada toplu ifadelerini alırsanız, mahkemede tecavüzcüsü ile yüzleştirirseniz, hakimin bir cümlesi bile ağzından sert çıkarsa, ne olacak o çocukların geleceği?

Biliyor musunuz o çocuklar, 23 Nisan’da makamında ağırladığı çocuğun koruma altında olduğunu ifşa eden ve ramazan diye çay ve kek bile ikram etmeyen bir bakanın korumasında.

Sevgi neydi?

Arzulanmış bir bebeği kucağına alan her ebeveyn dehşetle izliyor yaşananları. Bir yandan bu çocuklar sanki çok uzak bir ülkede yaşıyor onlara göre bu hayatı. İzliyorlar sadece.

Sevgisizlik pandemi gibi yayıldıkça yayıldı. Kimse tarafından sevilmeyen kendini sevemiyor, kendini sevmeyen kimseyi sevemiyor. Bunca yaralı, öfkeli, yalnız insan arasında, yüreği yeten bile kendinde insan sevecek gücü bulamıyor. 

Sevmek öğrenilen bir iş. Kıskançlık şiddeti sevgiye dahil değil, yasaklar koyup kendine hapsetmek, etrafına duvarlar örmek, bildiğin yola zorla sokmak sevmek değil.

Sevmek önce kendinden başlanılan bir iş. Oysa eğitim sistemi, azarlayıp tehdit eden siyaset dili, etrafta sürekli yargılayan gözler, sözler, bu ülkede çok zor kendini sevebilmek.

“Kendini sevmek, ömür boyu sürecek bir aşk hikayesinin başlangıcıdır” der Oscar Wilde.

Bir kahve içmeye param yetmedi diyene, dışarıda kahve içme o zaman git evinde iç deniliyor. Sinema bileti pahalı diyene karnın doydu bir sineman mı eksik deniliyor. 

Öyle bir ücret politikası ki sabah işe git, akşam doğruca eve gel, suyu damlatarak yıkan, karanlık ve soğukta otur ki faturalar şişmesin. Sonra uyu-uyan-işe.

Kim nasıl sevsin kendini?

İnsanca bir yaşam isteği de sevgiye dair.

“Kırılmadık Bir Şey Kalmadı”da Özdemir Asaf’ın satırlarında geçer:

“Sevgisiz yaşamak, yaşamamaktır dedim. Yaşamak, dedim, ilkin sevgi ile, sevmek ile başlar, doğumla, doğmakla değil... Yaşam da sevgisizlikle biter dedim, ölümle, ölmekle değil...”

Sevmek insanı çoğaltan bir iş olmalı Nâzım Hikmet’in dediği gibi;

“İçimde ikinci bir insan gibidir 

seni sevmek saadeti..”

Editör: Haber Merkezi