AMED ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Gazeteci Hamza Özkan’ın moderatörlüğünü yaptığı "Seçime Doğru" programına konuk olan, Yeşil Sol Parti Amed Milletvekili Adayı Cengiz Çandar ve 25. Dönem HDP Erzurum Milletvekili Seher Akçınar Bayar, gündemi değerlendirdiler.

Gazeteci Hamza Özkan: Sayın Çandar, 45 yıllık gazetecilik yaşamınızı özetlerseniz neler söylersiniz; hem Ortadoğu’da gazetecilik yapmış, hem de bir yazar ve akil insan olarak?

“Savaşları tanıdım çıplak gözle. Barış kavramının değerini savaşları doğrudan yaşayarak, görerek, acılarına, sıkıntılarına tanık olarak yaşadım.”

YSP Amed Milletvekili Adayı Cengiz Çandar: Önce bir açıklama yapayım: Barış süreci denilen, Kürt sorununa çözüm arayışı sırasında -ki 2013-2014-2015 yıllarında, “Akil Adamlar Heyeti” diye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seçtiği 63 kişiydi. Tayyip Erdoğan beni “akil adam” olarak görmedi; iyi ki de görmedi. 63 kişi içine, Kürt meselesi ile ilgili bu kadar ilişkime rağmen, davet edilmedim. Kendi politikasına beni alet etmeye kalkışmadığı için kendisine teşekkür ederim. Soruya gelirsek; profesyonel anlamda gazeteciliğe 1976’da başladım. 2016’da noktalandı ama gazeteci sıfatını devam ettirdim; yarım yüzyıla yakındır.

Türkiye’de pek çok gazetede çalıştım. Hem muhabir olarak hem de masa başında editör, köşe yazarı olarak çalıştım. Yabancı yayın organlarına da yazdım, başta Lübnan basını olmak üzere. Esas olarak da dış politika alanında ve Ortadoğu bölgesinde. Çünkü FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’nün eski bir mensubuyum. Lübnan iç savaşı patlak verdiğinde çiçeği burnunda bir gazeteciydim ve derhal saha ile ilişkim oluştu; çünkü karış karış toprakları biliyordum ve siyasi aktörleri biliyordum. Sonra İran İslam Devrimi ile ilişkim oldu ve bütün İran coğrafyasını dolaştım. Giderek Ortadoğu’nun her yerine ayak bastım. Ortadoğu bir sorunlar coğrafyası ve savaş alanı. Savaş muhabiri olarak da İran- Irak, Lübnan İç Savaşı, İsrail-Filisin çatışmaları ve Arap-İsrail çatışmalarında sahada bulundum. Savaşları tanıdım çıplak gözle. Barış kavramının değerini savaşları doğrudan yaşayarak, görerek, acılarına, sıkıntılarına tanık olarak yaşadım. Eğitimim, mesleki ilgim ve doğrultum nedeniyle Türk-Amerikan ilişkileri, Avrupa’daki gelişmeler derken, Sovyetler Birliği’nin dağılışına ve Soğuk Savaş’ın bitişine yerinde tanık oldum, Polonya’da, Çekoslovakya’da ve Macaristan’da. Biraz kendi şansımı da yarattım. Her işte şansın da yanınızda olması lazım başarılı olmak için. Örneğin Berlin Duvarı yıkıldığında Doğru Berlin’deydim. Çekoslovakya’da “Kadife Devrim” denilen devrim başladığında 24 saat içinde oradaydım. Dünya çapındaki büyük dönüşümlere yerinde tanık olma şansı edindim. Adım hep Ortadoğu ile geçiyor ama ben Avrupa’nın her yerinde de, Amerika’da da bulundum. Daha da önemlisi; Bosna Savaş’ını yerinde, defalarca riske girerek, büyük bir heyecan duyarak izledim eski Yugoslavya’nın dağılışını ama esas olarak Bosna Savaşı’nı.

Kürt sorunuyla ilişkim 1970’li yıllarda, Suriye’ye ayak bastığım sıralarda Suriye’li Kürtler üzerinden oluştu. Sonradan dünya çapında önemli bir Kürt lider olacak olan, Irak’ın Saddam sonrası ilk Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani’yi 1973 yılında tanıdım; şu anda Irak’da belli bir siyasi rol oynayan çocukları daha doğmamıştı. O dönemlere yayılan bir dostluğumuz oluştu kendisi ile. Sonra kendi ülkemizin Kürt sorunu ile ve bölge ile ilişkilerim oldu ve yaklaşık 40 yıla yakın bir süredir de Kürt sorunu ile çok iç içe ve ilgili bir hayat yaşadım. Hem bütün Kürt coğrafyasında hem de Türkiye’nin Kürt coğrafyasında hemen hemen bütün siyasi şahsiyetler ile ve halkla çok yakın ve kalpten ilişkilerim oldu. Son cümle olarak; çok heyecanlı bir hayattı. Benim yaptığım gazetecilik fazlasıyla renkliydi ve çok heyecanlıydı; böyle maceralı bir gazetecilikten zevk aldım. Şimdi yeni konumum da Yeşil Sol Parti’nin Diyarbakır adayı olarak yeni bir serüven, yeni bir macera. O maceralı gazetecilik enerjisi ile galiba genç kaldım; hala o gençlik enerjisi ile bu yaşta yeni maceralara atılacak iç direnci ve enerjiyi kendimde gördüm. Amed’e geleli beri de son 3 gündür, zaten çok tanıdığım bir coğrafya, halkın olağanüstü sıcak ve sevecen ilgisi ile karşılaşınca, girdiğim yolda bunun sadece heyecanlı değil temsil edeceğim bu halka büyük borç ifade eden, büyük bir sorumluluk olduğunun da farkındayım.

Gazeteci Hamza Özkan: Sayın Bayar, siz insan hakları savunucusu olarak Mazlum-Der’de uzun bir süre çalıştınız, yöneticilik yaptınız. Başörtüsü nedeniyle de 28 Şubat’ın mağdurlarından birisiniz. Bu iki kimlikle bu sürece nasıl baktınız? Hak ihlallerinin yaşandığı bu dönemlerde bölgedeki sorunlara ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

“Kesişen kimlikler üzerinden yaşıyoruz artık biz: Sadece kadın değilsin, sadece Kürt değilsin, sadece Hanefi değilsin, ya da sadece başörtülü değilsin. Bir sürü kimliğimiz var, bir kimliğimize dair özgürlük alanı gelişirken başka kimliğimize dair gelişmiyor. “

25.Dönem HDP Erzurum Milletvekili Seher Akçınar Bayar: Kısaca özetleyecek olursak; evet 28 Şubat sürecinde başörtüsü yasaklarıyla karşılaştık. Sonrasında Kürt meselesinden kaynaklı olarak birtakım mağduriyetler ve farklı sıkıntılarla karşılaştık. Ama zaten Türkiye özelinde, bu topraklarda iki temel korku kültürü her zaman maalesef pompalanıyor: Biri dindarlık ve din üzerinden, diğeri de etnisite üzerinden geliştirilen bir korku kültürü. Din üzerinden geliştirilen korku kültüründe; başörtüsü serbestisi olduğu zaman, İslami kesimin özgürlüklerine ilişkin bir genişleme olduğu zaman, “rejim elden gidecek şeriat gelecek” korkuları, Alevilerin kendi taleplerine ilişkin şeyler geliştirildiği zaman, “mezhepsel çatışmalar çıkacak” üzerinden söylemler oldu. Kürt meselesine ilişkin de, Kürtler ya da farklı etnik kimlikler ne zaman haklı özgürlük talebinde bulunursa “ülke bölünecek” söylemi üzerinden, her iki kesim her dönemde Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan itibaren baskılanan kimlikler haline geldi. Zaman zaman bu baskının tonu, içeriği değişse de farklı dönemlerde böyle bir süreç içerisine geldi.

Ak Parti hükümetinde bu özet İslami kesim açısından değişti. Başörtüsü yasaklarının 60’larla beraber başlayan 70-80-90’larda çok farklı bir formata gelen süreci oldu ve 28 Şubat süreci yasaklarının kendisi aslında Ak Parti hükümetini iktidara taşıyan bir süreç haline geldi. Başörtüsü yasakları özelinde İslami kesimin baskılandığı bir süreç vardı, bu süreç bu sürece getirdi. Ama Ak Parti’nin kendi tabanı açısından baktığımızda -tabii ki İslami kesimi Ak Parti tabanıyla sınırlı tutmamak lazım çünkü İslami kesim Ak Parti’nin tekelinde olan bir kesim değil; başörtüsü yasaklarının kalkması için Ak parti tabanında yer alan, aktif çalışan dindar kadınlar çok fazlaydı. Bu kadınlar bir taraftan özne olma süreçlerini tamamlarken, bir taraftan da kendi içlerinde bir mücadele verdiler. Ak Parti’nin 20 yıllık iktidarının sonlarına doğru başörtüsü yasakları kalkmaya başladı; çok daha erken kalkma olanağı varken çok geç bir dönemde kalktı. Yasaklar kalkmasına rağmen kadınlar çok fazla karar alma mekanizmasında yer almadı, daha çok işin mutfağında yer aldılar. Ama bana kalırsa bu yasakların kalkması da zaten dindar kadınların mücadelesi sayesinde oldu ve bir aşamaya geldi. Başörtüsü yasakları, 28 Şubat süreci, dindar kadınlar bu dönemlerde bile özne pozisyonunu hiçbir zaman yitirmedi. Yine aktivistlerdi, yine sokaklardaydılar, yine öznelerdi. Tabii 28 Şubat sürecinde tek aktör AKP’nin kendisi değildi. Bu dönemde HDP’nin parlamentoda yasakların kalkması için çaba sarf ettiğini ve iktidarda AKP’nin olduğunu çok iyi biliyoruz. O dönemde Erdoğan’ın, HDP başörtüsü yasaklarının kalmasına ilişkin çaba gösterdiğinde, “Dini Zerdüşt olanın başörtüsü gibi bir problemi olamaz” şeklinde bir ifade ile bir taraftan Zerdüştlük dinine ilişkin bir nefret söylemi içine girdiğini, bir taraftan da sanki başörtüsü meselesi AKP’nin tekelindeymiş gibi bir söylem içine girdiğini görüyoruz. Kamuoyu bunu bilmiyor ama; başörtülüler genellikle sadece Ak Parti içinde yad edildiği için- parlamentoya başörtülü vekil gönderen siyasi partilerden biri HDP’dir. Eş başkanlık sistemi içinde, seçilebilecek yerlerden 4 ya da 5 tane başörtülü belediye başkanı. Türkiye’nin ilk başörtülü milletvekili ve belediye başkanları HDP listelerinden gösterildi. Bu çok önemli ve kıymetli bir şeydir. Yine dindarlık ve başörtüsü meselesi üzerinden baktığınızda, CHP’nin helalleşme çağrısı içine girmesini de -çünkü yasakların olduğu dönemde aynı zihniyetin ürünü olarak bu yasaklar ortaya konuldu- önemli buluyorum. 28 Şubat süreci ve dindar kadın olma serüvenim açısından bunları görüyorum.

Mazlum-Der Diyarbakır şubesinde uzun süre yöneticilik yaptım. Sahada, alanda kendi şahitliğimde bu iki temel meseleden dolayı -aynı zamanda dindar bir kadın ve Kürt olarak, kendi alanlarımdaki mağduriyetler ve yaşamda karşılaştığım sorunlar oldu. Kürt meselesi özelinde, Türkiye’nin üçte birini oluşturan kabaca 30 milyon Kürt’ün Türkiye topraklarında yaşadığını biliyoruz; 60 milyon seçmenin 20 milyonunun Kürt olduğunu biliyoruz; ortalama 11 bin siyasi tutsak olduğunu biliyoruz; 20 bin faili meçhulün Kürtlere yönelik işlenmiş cinayetler olduğunu biliyoruz. 3500 tane köy yakılmış; yerleşim yerlerinin adı değiştirilmiş. Ana dilde eğitim tamamen yasaklanmış durumda. Baskılanan bir Kürt siyaseti var bir taraftan da. Kayyum atanan belediyeler var; yerel yönetimlere ilişkin kazanımlarda geri dönüşler var, problemler var.

Bireysel ve kültürel haklarda da ciddi bir ayrımcılık var. Mesela Türkiye’deki tarih okumalarına baktığımızda, okullarda okutulan tarih, edebiyat kitaplarına baktığımızda bu ayrımcılığı çok bariz görüyoruz. Bu kitaplarda Mevlana’yı, Fuzuli’yi, Nesimi’yi görürken; Hâmî’yi, Cizîrî’yi, Feqiyê Teyran’ı göremiyoruz. Osmanlı ve Selçuklu geleneğinden söz edilirken Eyyübi ve Mervani’leri göremiyoruz; Göktürk’lerden söz edilirken Med’leri göremiyoruz. Ya da Orta Asya kökeninden söz ederken Kürt Aryen’leri göremiyoruz. Bu ayrımcılığın her alanda yerleştiğini görüyoruz. Kendi adıma şöyle bir zeminde, kesişen kimlikler üzerinden yaşıyoruz artık biz: Sadece kadın değilsin, sadece Kürt değilsin, sadece Hanefi değilsin, ya da sadece başörtülü değilsin. Bir sürü kimliğimiz var, bir kimliğimize dair özgürlük alanı gelişirken başka kimliğimize dair gelişmiyor. Başörtüsüne ilişkin serbestlikle kamusal alanda kendimi ifade ediyorken, anadilimi asimilasyon neticesinde gidip kurslarda öğrenmek zorunda kalıyorum; kendi çocuğum anadilinde eğitim alamıyor. Dolayısıyla özgürlük alanları tanımlandığı zaman bir bütün olarak bakılmalı ve bunun üzerinden gelişmeli.

Hamza Özkan: Sayın Çandar, gazetecilik sürecinizde birçok hükümet değişti. Her gelen hükümet öncesinde Kürt sorununa ilişkin ve diğer sorunlara ilişkin çeşitli vaatlerde bulundular. “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” denildi; “Kürt realitesini tanıyoruz” denildi; “Kürt sorunu benim sorunumdur” denildi. Bu 45 yıl içinde gazeteci kimliğinizle hem Kürt siyasetçilerle hem de dönemin başbakanları, cumhurbaşkanları, bakanlar ve milletvekilleriyle görüşmeleriniz, röportajlarınız oldu. AKP’ye kadar, Çözüm Süreci öncesi dönemi de özetlersek; Kürt sorunu çözülemedi mi, çözemediler mi? Ne oldu? Neler söyleyebilirsiniz?

“Kürt sorunu, Kürt sorunu diyememek halidir.”

Cengiz Çandar: Bu cevabı vermeden önce Seher hanım’a özellikle çok çarpıcı değerlendirmeleri ve anlatımı nedeniyle teşekkür edeyim. Çünkü beni zihnimde bambaşka geri bir döneme götürdü. Ben bir 28 Şubat mağduruyum aynı zamanda. Andıç diye bilinen komploya, rahmetli gazeteci M. Ali Birand ile birlikte, Genel Kurmay tarafından düzenlenmiş bir komploya maruz kalmıştık. Komplonun arkasındaki yalan iddia, iftira; bizim Abdullah Öcalan’dan ya da PKK’den para alarak gazetecilik yaptığımızı, Şemdin Sakık’ın ifadelerini -ki böyle bir ifadesi yok- Genel Kurmay marifeti ile sokup, bizim gazeteciliğimizi engellemeye çalışmışlardı ve belli ölçülerde de başardılar. M. Ali Birand o sırada Sabah Gazetesi’nden çıkarıldı. Benim yazılarım yasaklandı, durduruldu ta ki Akın Birdal vurulana kadar. Ve Sabah Gazetesi’nin patronu biraz utanç duygusu ile tekrar başlatana kadar. O da bir kayıt ile; “aman asker hakkında bir şey yazma, Kürt sorununa değinme, bunları yapmadan yazabilirsin” diye. Ben bunlara değinerek, alenen değinmeden edebi üslupla onu becermenin de mümkün olabildiğini o sırada anladım. Ama benim andıçlanmamın sebebi Kürt sorunu değildi, iftira Kürt sorunu ile ilgiliydi. Başörtüsü konusunda benim o dönemin iktidarına karşı dikilmem ile ilgiliydi. O yüzden başörtüsü giyen kadınlarımızın yüksek öğrenim hakkının başörtüsü nedeniyle engellenmesine karşı laik denilen, öyle algılanan kesimden sesini yükselten az sayıda insandan biriydim. Geriye dönüp baktığımda da bunun asla bir pişmanlık unsuru olmayacağını Seher Hanım’ın sözlerinden duydum ve mutlu oldum. Yani boşa ses çıkarmamışız, yanlış bir şey yapmamışız.

Soruya dönersek; Kürt sorunuyla didişmeye, uğraşmaya, o konuya eğilmeye başladığınız takdirde çok kısa bir süre sonra varacağınız bir yer var. O yere vardıktan sonra işler çetrefilleşiyor. O da Kürt sorununun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun arka planına giden; Türkiye Cumhuriyeti’nin, digital çağ tabiri ile update (güncelleme) edilmemesi, yenilenmemesi ama çok radikal bir şekilde zihniyet anlamında yenilenmemesi halinde asla çözülemeyecek sorun olduğunu; çok dallanıp budaklandığını ve Türkiye sınırlarının ötesine de taşan özelliklerine değinerek çok geniş alanı kapsayan, işin içinden çıkılmaz bir sorun olduğunu görebiliyorsunuz. Şunu da görebiliyorsunuz; Kürt sorunu çözülmeden ve çözülemeden Türkiye’nin demokratik bir ülke olması mümkün değil. Türkiye demokratik bir ülke olma yoluna girmeden de Kürt sorununu ele alıp konuşamıyorsunuz. Son zamanda tutturduğum deyim ile, siyam ikizleri gibi yapışık; ya da yumurta tavuk meselesi gibi hangisi önce hangisi sonra hep tartışılan. Yani Kürt sorunu çözülmeden demokrasi olmaz; Türkiye’de demokrasi olmadan, demokratikleşme yoluna girmeden Kürt sorunu çözülmez. Hangisi öncelikli!? İç içe, önceliklik diye bir durum yok. Bu sorun Türkiye’nin doğumu anında, daha Türkiye Cumhuriyeti rüşeym halde iken bünyesine girmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri aslında var olan, adeta aşılmaz bir sorun olduğu için de çok büyük bir radikal hamle ile ancak mümkün. Yani Cumhuriyetin radikal bir dönüşümü ile üzerinden aşılabilecek bir sorun. Bu olmadığı sürece de Türkiye sürekli tıknefes kalmaya, geri dönüşler yapmaya, güvenlik politikalarına öncelik vermeye ve ülke içinde kaçınılmaz olarak antidemokratik, otokratik bir zulüm biçimine doğru yol almaya kendisini mecbur hissediyor. Bu sorunun yakın geçmişe kadar bir türlü çözülememesi sorunuzla ilgili; hatırlattınız Demirel’in, Mesut Yılmaz’ın sözlerini. Mesut Yılmaz bir metafor kullanmıştı, Brüksel’in yolu Diyarbakır’dan geçer sözü ile. Yani Türkiye’nin batıya gitmesi için doğuya doğru gelip, Diyarbakır’dan geçmesi gerekiyor demek, Kürt sorununu çözmeden Türkiye’nin Avrupa Birliği entegrasyonunun da mümkün olamayacağının ifadesi.

Bir anekdot olarak ilginç bir şey söyleyeyim; ben bunu Mezopotamya Ekspresi adlı kitabımda da yazdım: Tayyip Erdoğan 2005 yılında Diyarbakır’a gelip “Kürt Sorunu” sözcüklerini telaffuz etti. Hatta devlet adına özür diler gibi bir ifade kullanmıştı ve çok büyük bir atılım gibi algılanmıştı. Tayyip Erdoğan, Kemalist İttihatçı siyaset geleneğinden gelen biri olmadığı, Müslüman, İslami düşünce geleneğinden gelen biri olduğu için, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ve o güne kadar bu soruna karşı askeri çözüm ya da güvenlikçi bir çözüm ile yaklaşan bütün siyaset okullarının bagajlarına sahip olmayan birisi olarak, hele de gelip Diyarbakır’da bu sözleri sarfettiğinde bir umut da yaratmıştı. Ben o zaman geçmiş örneklerden bir şeyin farkındaydım; bu gönderme yapılırsa deminki örneklerdeki gibi, bir kere sözünü edip hareket etmiyorsanız o zaman misli ile geri geliyor, büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor toplumda. Ve daha da zorlaşıyor işi çözmek. Tayyip Erdoğan bu sözü söyledi arkası gelmedi. Ben de kendisini izliyorum gazeteci olarak. Çok fazla bir yakınlığım da yok, belli düzeylerde tanışıklığımız var. O dönemde sözcüsü olan Akif Beki’ye dedim ki; Başbakan ile beni bir araya getirsene, bir şeyler söylemek istiyorum Kürt Sorunu ile ilgili. O da dedi ki; uzun bir uçak yolculuğu ayarlayalım, sen gazeteci olarak davetli ol. Yolculuk uzun olunca bir zaman aralığında konuşursun. O yolculuk Kuveyt-Yemen-Londra-Türkiye yolculuğuydu. Son ayağında gezinin, Londra’dan Ankara’ya uçarken uçağın özel bölmesine çağrıldım. Elimde de bazı raporlar var kendisine vermek istediğim. Kürt sorunu ile ilgili konuşmak istediğimi biliyor. Oturduk; “bizim kulübe hoşgeldiniz” dedi. “Yani Kürt sorunu ile ilgilenenler kulübüne hoşgeldiniz, yeni bir katılım sizinki” dedi. Ben de “Çok sevindik bu konu ile ilgilenmenize. Yalnız bu işin biraz kıdemlisi olarak size bazı deneyimler, gözlemler aktarmak ihtiyacındayım. Ben bu bölgeyi tanıyorum, bu konuyu da iyi kötü biliyorum ve ilgiliyim; bölge halkını da hissediyorum ve biliyorum nispeten” dedim. “Bu öyle bir sorun ki, bir kere lafını edip arkasını bırakırsanız çok derin yaralar açıyor, büyük hayal kırıklıklarına yol açıyor ve çok kötü geri dönüş yapıyor. Şiddet ortamı daha fazla besleniyor, acılar daha artıyor... Yani madem sözünü ettiniz, bunun arkasını getirmelisiniz, hamle üstüne hamle yapmalısınız. Böyle bırakırsanız çok büyük sıkıntıya girersiniz, bütün ülke girer, en başta da oranın insanlarının çilesi artar. Bunları size aktarmak istedim, birkaç rapor da ilginizi çekecektir. Bu sorunla ilgilendiğiniz andan itibaren 5 ay geçti ve hiçbir şey yapılmadı, ağzınızdan bu konuya bir atıf, bir ima bile çıkmadı”. Onun üzerine bana dedi ki; “ben Kürt Sorunu demekle yanlış yaptım aslında. Şöyle demek daha doğru olurdu; Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunları filan gibi bir ifade tuttursaydık daha iyi olurdu. Çok büyük tepki oldu, rahatsızlık yarattı benim Kürt Sorunu demem” dedi. Ben de bunun üzerine dedim ki; “Tam da bu söylediğiniz Sayın Başbakan, Kürt Sorunu işte budur” dedim. “Nasıl yani?” dedi. Dedim ki; “Bir filin tarifinin çeşitli yolları vardır, hepsi doğrudur. Kürt sorununun da birçok tarifi vardır. Fili tanımlarken çok uzun dişleri vardır, çok büyüktür, büyük kulakları vardır, hortumu vardır vs. bunların hepsi fil tarifine girer. Kürt sorununun ne olduğuna dair de bir sürü tanım vardır, bir doğru tanımı da şudur: Kürt sorunu, Kürt sorunu diyememek halidir” dedim. “Şimdi siz bana diyorsunuz ki ya da sizi öyle ikna etmişler, ya da siz kendinizi öyle ikna ettiniz: Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunları. Bunu dediğiniz zaman, hayat pahalılığı, ders kitapları, kanalizasyonlar, yolların imarı.. Bütün bunlar Balıkesir’de de, Trakya’da da sorun; Burdur, Gümüşhane, Trabzon’da, Diyarbakır’da da sorun. Bunlar ortak sorunlar. Kürt sorununda, Kürtlerin Kürt olmaktan dolayı sahip olduğu, yüzyüze olduğu sorunlar vardır. Siz bunu diyemiyorsanız en büyük sorunlardan biri de Kürt sorunudur, Kürt sorunu diyememektir” dedim. Pek hoşlanmadı dediklerimden, bir şey de söylemedi, öyle kaldı konuşmamız. Sonra aynı Tayyip Erdoğan iki tane, ki biri gizli Oslo, ikincisi 2013-2015 Barış Süreci denilen şeyi başlattı.

Sonra ben Türkiye’den ayrı kaldığım yedi yıllık süreci Kürt Sorunu üzerine kitap yazmakla geçirdim. O kitap 2020 yılında, hem benim kendi saha deneyimimle hem gözlem ve 4 sene yoğun kütüphane çalışması, saha çalışmalarına ilişkin kaynakların taranmasıyla, teorik boyutlarıyla bezenerek kitap olarak çıktı. Türkiye şartları nedeniyle Türkçe’ye çevrilemedi; 15 Temmuz sonrası hiçbir yayınevi Kürt kelimesinin kapağında yer aldığı bir kitabı basmaya elini uzatamaz. Basan olursa da kitap ya toplatılırdı ya da içeriğinden dolayı bir takım durumlara maruz kalırdık. Şunu söylemek için anlattım bunları; Oslo ve sonrasındaki Barış Süreci’ne çok titiz bir şekilde araştırmacı olarak baktığınız zaman siyasi iradenin çözüme yönelik olmadığını, hiçbir zaman olmamış olduğunu, sorunu tam kavramadığını, dolayısıyla çözecek araçları da gereğince kullanmaktan aciz olduğunu ve çözemeyeceklerini anlıyorsunuz. Bunlar aldatmaca mıydı? Hayır. Bir siyasi konjonktürün, belli dinamiklerin zorladığı süreçlerdi her ikisi de. Aldatmaca diyemem, demem; kendi araştırmamın sonucu bu değil. Ama şu: bu siyasi irade -ki hala aynı irade Türkiye’nin başında, biraz çekildi ve tek adam rejimine dönüştü ve akp-mhp ittifakına dönüştü ama; bu sorunu tam idrak edip bütün boyutlarıyla, kapsamıyla algılayıp çözebilme yeteneğinden ve donanımından uzak, sahip değil. O anlamda İttihatçı-Kemalist gelenekten sonra İslami arka plandan gelen ikinci bir yeni dönem Türkiye’sinin siyasi karar vericileri de Türk milliyetçi özünü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki o genetik yapıyı devam ettirip daha da kötü noktalara, bugün geldiği noktalara, bir zulüm ve istibdat rejimi ile Kürt sorununa yaklaşmaya vardırdılar; işin içinden iyice çıkılmaz bir hale geldiler.

Önümüzdeki dönem seçimle birlikte en önemli umutlardan biri Türkiye’nin mevcut bu yapıdan kurtulup bir nefes, biraz oksijen alabilmesi. O oksijen ile ciğerlerimizi ve beynimizi doldurmaya başlayalım ve bu sorun üzerine yeni bir ruh ile, geçmiş olumsuz tecrübelerden doğru dersler çıkararak eğilebilelim ve yol alabilelim. Türkiye demokratikleşme yoluna girmeden bu soruna eğilemeyiz. Fakat havada bu oksijeni bulamadan Türkiye’de demokratikleşme yoluna da giremeyiz. Bu bakımdan hayati bir seçim bu. Kürtlerin kimliğini inkar eden yapılar Kürt sorununu çözmek diye bir meseleye zaten sahip olamazlar. O umutları verenler uygun donanıma sahip değildi, galiba o niyete de sahip değildi. Evvelki gün Diyarbakır’daki konuşmada da görüyoruz ki bütün mesele Kürt silahlı hareketinin silahlarını teslim etmesi, o zaman mesele çözülecekmiş. Sorun bundan çok daha karmaşık. O hareket de bu sorun nedeniyle ortaya çıktı zaten

Hamza Özkan: Sayın Çandar, o dönemde bir barış grubu PKK’den silahlarıyla beraber geldiler; iyiniyetler, ateşkesler yapıldı. O döneme ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Cengiz Çandar: O iyiniyetle gelenler hapise gitti sonra. Büyük büyük bir fırsat heba edilmiş oldu. Üstelik anlaşmalı olarak geliyorlar. Bütün perde arkasını biliyorum; kim ile görüşerek o karar alındı ve Türkiye’ye geldiler. Ondan sonra hapise girdiler. E nasıl yol alabilirsiniz!? Ona rağmen Kürtler bağrına taş basarak, bir daha bütün bu tecrübelerden geçmiş olmalarına rağmen, barış yönünde hamle yapmaya çalıştılar. Bugün hala aynı hamleyi yapıyorlar. Seher hanım eski bir HDP Milletvekili olarak yakından biliyordur. Şunu söylüyorum: HDP ve şimdi de seçimlere giren Yeşil Sol Parti, Türkiye demokrasisinin başına gelebilecek en hayırlı, en güzel şeydir. Çünkü Türkiye’nin en girift sorununu Türkiye’nin kurumları içinde çözmek için yol almaya çalışıyorlar. Bundan daha büyük bir hizmet olabilir mi Türkiye’ye. Klasik laf vardır ya; Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü diye. Alın size işte Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü. Ülkenin birlik-bütünlüğü için Kürt halkının enerjisini, bütün çilelerine, çektiklerine, altında yaşadıkları zulme rağmen Türkiye’nin kurumları içine taşıyarak yasal zeminler üzerinde çözmeye çalışıyor ve barış içinde, kan dökülmeden, silahlar konuşmadan. Bundan daha büyük hediye olabilir mi Türkiye Cumhuriyeti’ne. O bakımdan gerek HDP gerek seçime giren Yeşil Sol parti Türkiye demokrasisine verilmiş en büyük armağandır.

Hamza Özkan: Sayın Çandar, teşekkür ediyoruz. Sayın Bayar siz de çözüm sürecinde mecliste milletvekiliydiniz. O döneme ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

“İmralı, Kandil ve HDP üzerinden gelişen bir süreç vardı; diyelim ki siz partnerleriniz ile bir sorun, pürüz, problem yaşadınız. Problem yaşıyor oluşunuz çözüm sürecine ilişkin ve Kürtlerin haklı taleplerine ilişkin devam edemeyişiniz anlamına mı geliyor!? Milyonlarca Kürt var bu ülkede!”

Seher Akçınar Bayar: 7 haziran 2015’de HDP ile ilk defa parti olarak parlamentoya girme kararı alındı. Kürt siyasi hareketi daha önce bağımsız vekiller ile parlamentoya giriyordu. Aslında HDP o dönem büyük bir risk aldı. Ana akım Kürt siyasi hareketinin amacı çözüm dediğimiz, barış dediğimiz sürece bir noktada katkı sunmaktı. Paradigma olarak o andan itibaren HDP’nin şöyle bir süreci vardı: Sayın Çandar da belirtti, Kürt meselesi çözülecek ise Türkiye’de parlamento zemininde çözülmeli. Kürt meselesinin çözülebilmesi için de demokratikleşen bir Türkiye lazım. Kürt meselesinin çözülmediği bir zeminde Türkiye demokratikleşemezdi. Dolayısıyla tam da böyle bir noktada HDP parlamentoya parti olarak girme kararı aldı; bir risk aldı. O süreçte bir çözüm süreci vardı, bir çatışmasızlık zemini vardı. O çatışmasızlık zemini içerisinde HDP 80 vekil ile parlamentoya girdi. Ve ben çok net hatırlıyorum; 8 Haziran sabahı pek çok Kürt’ün, hatta pek çok ötekileştirilmiş, etnik kimliği, cins kimliği ne olursa olsun pek çok ötekileştirilmiş insanın ilk defa, “kendimi bu ülkeye ait hissediyorum” dediğini gördüm. Bu şu açıdan çok önemliydi; seçim sürecindeki siyasal baskılara rağmen farklı kimliklerin kendisini parlamentoda kendisi olarak görmesi. Ve insanların kalıcı bir barışa dair, onurlu bir barışa dair ümidini daha da artırdı. Ancak ne oldu? 7 Haziran ile 1 Kasım arasında hükümet kurulmadı, kısa sürede erken seçim kararı alındı. Bu kararın alınmasının sebebini de biliyoruz. Çözüm süreci de bitirildi, bitirilmesinin sebeplerini de biliyoruz. Bu çok uzun başlıklar geniş zaman aralığında konuşulabilir. Çözüm sürecinde 7 Haziran seçim sonuçlarında AKP şunu düşünüyordu; biz çözüm sürecini başlattığımız zaman bunun bize siyasi kazanımı olacak, parlamentoya daha güçlü gireceğiz, zaten HDP de güçsüz bir pozisyonda duracak. HDP’nin 80 vekille parlamentoya güçlenerek girmesi bana göre AKP hükümetini rahatsız etti. Çünkü AKP hükümetindeki çok önemli isimlerden şunu duyduk: Erdoğan bir risk aldı, çözüm sürecini sürdürdü ama bundan nemalanan ana akım Kürt siyasi hareketi oldu; %10 baraj riskine rağmen 80 vekille meclise girdi ve gittikçe büyüyen bir zemin oldu, şeklinde.

Çözüm süreci içindeki beklentiler açısından baktığımızda, hükümetin çözüm sürecine ilişkin amaçladığı şey ile Kürtlerin çözüm sürecine ilişkin elde edecekleri kazanımlar arasındaki makas da çok genişti. Mesela sürecin tamamının yasal güvence altına alınmamasından ötürü pek çok seçilmiş şu an cezaevinde. Kaldı ki yasal zeminde kalsaydı bile bunlar yaşanacaktı. Çünkü sözkonusu Kürt meselesi olduğu zaman yasama, yürütme ve yargı erklerinin çok rahat hukuku çiğneyerek ve araçsallaştırarak hareket ettiğini çok iyi biliyoruz. Maalesef Kürt’ün başında bir sopa olarak duran bir yargılama süreci oldu. Genel olarak sürece baktığım zaman, bu süreçte hükümetin muhatabı İmralı, Kandil ve HDP üzerinden gelişen bir süreç vardı; diyelim ki siz partnerleriniz ile bir sorun, pürüz, problem yaşadınız. Problem yaşıyor oluşunuz çözüm sürecine ilişkin ve Kürtlerin haklı taleplerine ilişkin devam edemeyişiniz anlamına mı geliyor!? Milyonlarca Kürt var bu ülkede! Anadiline ilişkin talepleri var, yerel yönetimlerin güçlendirilmesine ilişkin talepleri var, bir halkın kendi kaderini tayin edebilme hakkı var. Velev ki siz partnerleriniz ile problem yaşadınız, peki sizin ülkenizde yaşayan 30 milyon Kürt’ün derdine neden derman olamadınız? Asıl niyet hakikaten Kürt meselesine ve Kürt halkının taleplerine ilişkin bir çözüm geliştirmek olsaydı sözünü ettiğim aktörleri de -bu ifadeyi tırnak içerisinde kullanıyorum, “ekarte” ederek mevcut hakları veremez miydi Ak Parti hükümetinin kendisi? Vermek ifadesi gerçi yanlış oldu, bir hak idi bunlar. Bu hak talebinin yerine getirilmesini sağlayamaz mıydı? Eğer kalıcı bir çözüm, gerçekten arzu edilen siyasi rant değil de toplumsal barış olsaydı bana kalırsa bu süreç geliştirilebilirdi.

Sayın Çandar da ifade etti; bana kalırsa Kürtler tamamen üzerine düşen her şeyi yerine getirdi. Ana akım Kürt siyasi hareketi 1995’den beri ittifaklar ile kendisini var eden, ittifaklar üzerinden siyaset geliştirmeye çalışan bir sürecin içine girdi. Genelde bu ittifak geliştirdiği kesimlerin kendisi Türkiye siyasetinde yer alan, Türkiye’deki farklı kimlikler ve Türk etnisitesine sahip olan insanlarla bu süreçler yapıldı. 1995’de aynı süreç var, 2007’de, 2011’de, 2015’de var. Ha keza 2023’de Emek ve Özgürlük Platformu olarak Türkiye’deki farklı bileşenlerle bu sürecin içerisine girdi. Dolayısıyla böyle etnik bir ayrışmaya girmeksizin amaç, bir taraftan yerelde Kürtlerin hak ve özgürlüklerine dair bir takım kazanımlar elde etmek iken öte taraftan Türkiye’nin, demokratik bir zeminde nefes alacağı bir sürecin içerisine girmesiydi. Ben bunu çok önemsiyorum. Niyet gerçekten toplumsal bir barışı, onurlu ve kalıcı bir barışı sağlamak olsaydı çözüm süreci dediğimiz sürecin kendisi tamamen ortadan kalkmamış, devam ediyor olacaktı. Bana kalırsa çözüm sürecinin bitişi ile en çok üzüldüğüm şey ölümler, geri getiremeyeceğimiz canlar. Kürtler açısından baktığınızda, sürekli cezaevleri ile terbiye edilmeye, kontrol edilmeye çalışılan bir kitle var. Ama bunun hiçbir zaman başarılı olamadığını, Kürt meselesini yakından izleyen insanlar çok iyi bilirler. Dolayısıyla ana akım Kürt siyasi hareketi açısından baktığınızda sürekli bedel ödüyor ve bu bedeller üzerinden büyüyerek gelen bir siyasi hareket var. Bu kadar iyiniyet beyanına rağmen, bunca tavize rağmen, hala böyle ikircikli bir pozisyonda tutulan, hala kapatılmaya çalışılan, hala üzerinde siyasal baskılar olan Kürt’lerden söz ediyoruz. Ümit ediyorum ki önümüzdeki süreçte parlamentoda yeni zeminde bu çözüm sürecine tekrar dönülür, tekrar süreç işletilir. İşletilmek zorunda çünkü Kürt meselesini kalıcı bir şekilde çözemeyen hiçbir iktidara Türkiye Cumhuriyeti parlamentosu altında uzun süre siyaset yapabilme hakkı yoktur. Bakın Kürt meselesi çok temel bir problemdir; ekonomi meselesini etkiliyor, kadın meselesini etkiliyor, uluslararası ilişkiler meselesini etkiliyor. Böyle kangrenleşen bir meseleyi çözen Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde hiçbir şey duramaz diye düşünüyorum. Bu meseleyi çözemeyen iktidarların kendisi bu topraklarda uzun soluklu siyaset yapamaz. Kürtler artık şu aşamadan sonra, bu kadar iyiniyet beyanından sonra bedel ödeyerek değil, bunca ölümler olmadan bir takım siyasi kazanımlar elde etmek istiyorlar. Bu yüzden parlamentoda bu meseleyi çözmek istiyorlar. Bakın, Eş Genel Başkanları’ndan tutun pek çok milletvekiline kadar, belediye başkanına kadar, sivil zeminde siyaset yapan pek çok seçilmişine kadar, bunların tamamı cezaevinde olan bir siyasi parti ısrarla parlamentoda olmak istiyor. HDP’nin olmadığı bir parlamento bana kalırsa meşru bir parlamento değildir kesinlikle. O yüzden bunun farkına varılarak; Türk devlet aklının ya da iktidardakilerin, muhalefettekilerin bu farkındalıkla genel siyasetlerini, genel paradigmalarını kurmaları oldukça anlamlı olur diye düşünüyorum.

Hamza Özkan: Sayın Bayar teşekkür ediyoruz. Sayın Çandar en son dün Diyarbakır Sur’daki büro açılışındaki konuşmanızda; meclise seçildiğinizde, cezaevinde olan sürgünde olan Kürt siyasetçilerini Amed’e getireceğinizi söylediniz. Aynı zamanda CHP de açıklamasında Kürt sorununu mecliste çözeceğiz dediklerinde bir çok tartışma yaşandı; kimi muhatap HDP dedi, kimi Öcalan dedi. Son görüşmesinde ailesi ile görüşen Sayın Öcalan da, “Kürt sorununu bir haftada çözerim” demişti. CHP’nin açıklamasıyla birlikte seçimden sonra yeni bir çözüm sürecinin müjdesi midir bunlar? Dünkü söyleminiz de bir heyecan yarattı. Neler söylersiniz?

“Bu hapishane kapılarının açılması lazım, sürgündekilerin geri gelmesi lazım. Bunların olması ülkede normalleşmeye başladığımızın, ülkenin o karanlık kötü döneminin sona erdiğinin ve deminden beri konuştuğumuz konuların gerçekten ele alınabilirliğinin ikliminin ve zemininin oluşması anlamına geliyor.”

Cengiz Çandar: Bir yanlış anlamayı engellemeye çalışayım hemen: Biz seçileceğiz ve hapishane kapılarını açıp Selahattin Demirtaş’ı, Figen Yüksekdağ’ı, Gültan Kışanak’ı, Ayla Akat’ı Selçuk Mızraklı’yı alıp geleceğiz Amed’e; Hele bir seçilelim yurt dışından Fırat Anlı’yı kapıp getireceğiz Osman Baydemir’i, Hatip Dicle’yi, aklınıza gelen ne kadar isim varsa! Böyle bir Zaloğlu Rüstem yok yani! Çünkü Türkiye parlamento aritmetiği ne olacak daha bilmiyoruz. Umarız çok iyi olsun. Ama şunu görebiliyoruz; Yeşil Sol Parti’nin anahtar konumuna geleceği ve onunla işbirliği yapmadan hiçbir önemli yasal düzenlemenin, Anayasa değişikliğinin vs. yapılamayacağının çok muhtemel olacağı bir meclis aritmetiği ortaya çıkacak. Muhtemelen Cumhurbaşkanı değişecek. Ve eğer Cumhurbaşkanı değişirse, seçimde aday olan Kemal Kılıçdaroğlu “mecliste çözelim” dedi; bizim gibiler, bu tavırdaki insanlar da meclise gidecek, yeni bir aritmetik, bu iş tamam artık çözülüyor! Böyle bir durum da yok. Hayal tacirliği tehlikeli, gereksiz bir iştir; hayal tacirliği yapmayalım. Bir de bütün hayatı boyunca belli tavırlar ve mücadeleler içinde olmuş bir kişi olarak ben ve benim gibiler birden bire siyasetçilik anlamında -siyasetçilerin kötü bir imajı vardır ya; vaatte bulunurlar ve yalancıdırlar esas olarak, yapamayacakları işleri bol keseden vaat ederler- onlardan olmaz. “Bu tam siyasetçi olmuş, alıyor getiriyor Selahattin Demirtaş’ı Amed’e!”. Hemen böyle bir şey olacak bir durum yok Türkiye’de.

Bu önümüzdeki parlamento çok çetin sorunlarla yüz yüze kalacak ve nasıl yol alacağı çok da net değil. Anlatmak istediğim şuydu benim: Az önce konuştuğumuz konuya gönderme yaparak, “Türkiye’de Kürt sorunu çözülmeden demokratikleşme olmaz, demokratikleşme olmadan da Kürt sorunu çözülmez” dedik. Bütün bu konuların ele alınabilmesi için Türkiye’nin normalleşmesi lazım, Türkiye şu anda anormal bir ülke. Bu yeni seçimlerle birlikte bir normalleşme havası, bir iklim

değişikliği, bir bahar gelecekse ilk yapılacak işlerden bir tanesi -eğer gerçek bir bahar olacak ise ve hiç ele alınmamış çok çetrefilli sorunların üzerine gidilebilecek ise, bunun bir takım simgesel işaretlerinin olması lazım. Türkiye’nin en büyük felaketlerinden biri son 6 yılda adalet oldu, yargı oldu. Adaletsizlik Türkiye’nin her yerinde hüküm sürer durumda. Az önce Seher Hanım da söyledi; bir siyasi hareket düşünün, barışçıl yoldan bir takım konuların ele alınması için parlamento zeminine gelmiş, ama o hareketin 11 bin şahsı ve bu arada milletvekilleri, parti başkanları, belediye başkanları hapiste ya da sürgünde! Şimdi bunların statüsü değişmeden, bu görüntü değişmeden, Türkiye’de adalet tekrar tesis edilmeden, yargı gerçek bir yargı haline geri getirilmeden “hadi biz Kürt meselesini meclis çatısı altında çözelim”; oldu çözelim! Şu anda bu konuşmayı yaptığımız şehrin, Amed’in %70 oyla Belediye Başkanı yaptığı Osman Baydemir ülkesine giremiyor. Ondan sonra gelen Belediye Başkanı Fırat Anlı ülkesine gelemiyor. Bir başkası Gültan Kışanak, daha yeni 2018’de seçilen Selçuk Mızraklı hapiste iken “biz Kürt sorununu çözeceğiz, biz bu konuya çok önem veriyoruz ve parlamento çatısı altında çözelim diyenlerle -ki iyi ki diyorlar küçümsemiyorum, konuşalım” deniyor. Ama bu hapishane kapılarının açılması lazım, sürgündekilerin geri gelmesi lazım. Bunların olması ülkede normalleşmeye başladığımızın, ülkenin o karanlık kötü döneminin sona erdiğinin ve deminden beri konuştuğumuz konuların gerçekten ele alınabilirliğinin ikliminin ve zemininin oluşması anlamına geliyor. Onu kastederek ben söyledim. Gerçekten de ben yedi yıl yurtdışında, çok da iradi olarak değil malum nedenlerle kendisini yurtdışında yaşamak zorunda hissetmiş biri olarak parlamento kapısından içeri girdiğim zaman, her an benimle benzer konumlarda olan dostlarımı, o yüzleri, hapishanelerde yatan dostlarımı hatırlayacağım. Onlarla ilgili bir iyileştirme yapmadan ne yapayım yani? Seher hanım biliyor oraları; Meclis kafeteryasında yemek yemeğe mi gideceğiz oraya, bu işleri yapmak için gideceğiz. Birinci sırada da bu dediğim durum var. Çünkü bunun olabilmesi, halkın seçilmiş temsilcilerinin tutuklu bulunmaması ve sürgünde yaşamaması ve tekrar ülke hayatına kazandırılması normalleşmenin çok çarpıcı bir örneği olacak. Aynı zamanda bütün bu sorunların meclis çatısı altında ele alınabilirliğinin altını çizmiş olacak. Bunu anlatmak istedim.

Hamza Özkan: Teşekkür ederiz Sayın Çandar. Sayın Bayar, bir diğer gündem ise “seccade” gündemi idi. Sayın Kılıçdaroğlu’nun seccade meselesi vardı. Dindar bir kadın olarak seccade tartışmasına ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

“Türkiye halklarında eskisi kadar böyle dinin araçsallaştırılarak siyasal alanda propaganda nesnesine dönüştürülmesi artık tutan bir maya değil.”

Seher Akçınar Bayar: Her seçim sürecinde bu tarzda mevzuların olması can sıkıcı. Artık böyle din üzerinden propaganda, siyasal alana dini propaganda malzemesi olarak götürmek oldukça can sıkıyor; dindar biri olarak beni rahatsız ediyor. Bu yeni de değil. Mesela 2015 seçimlerinde Erdoğan yurtdışında yaptığı bir konuşmada HDP için, “bunların sözde başörtülü milletvekili adayları da var” diyordu. Tabi biz “sözde” oluyoruz. Ak Parti’den bir vekil adayı olsaydım “özde”, “hakiki” bir başörtülü bir milletvekili adayı olacaktım.

Hamza Özkan: O zaman da “Kürt kökenli” olurdunuz.

Seher Akçınar Bayar: Muhtemelen evet “Kürt kökenli” olacaktım, Allah saklasın! Mesela, “bunların sözde müftüleri de var” dedi. Nimetullah Erdoğmuş milletvekili adaylarımızdan biriydi, eski Diyarbakır Müftüsü idi, sözde Müftü oldu. Biz sözde başörtülü olduk ki 2015 seçimlerinde Erdoğan elinde Kürtçe bir Kur’an ile miting alanlarına çıkarak bunu üzerinden bir propaganda yapıyordu. Her dönemde oluyor bunlar. Bu son dönemde de maalesef oldu. Sayın Kılıçdaroğlu’nun bunu bilinçli bir şekilde yaptığını düşünmüyorum, kendisini iyiniyetli görüyorum. Farkında olmandan zeminde serili bir seccadeye basmış olabilir. Seccade dinin kutsallarından değildir. Ben bir Sosyolog’um İlahiyatçı değilim ama gerek de yok. Ben halılarım temiz olduğu sürece halılarda namaz kılmayı tercih ederim. Seccade dinsel bir şey değildir, mekanın temiz olması ile alakalı bir şeydir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısı, başörtüsü söylemleri oldu; bunun artniyetli bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Ama seçim döneminde daha fazla kullanılacaktır. O dönemde siyasi partilerin il başkanlıklarının kurşunlanması olayları oldu. Tam o dönemde bu seccade meselesi ön plana getirildi. Ama en çok bir hafta konuşuldu bitti. Türkiye halklarında eskisi kadar böyle dinin araçsallaştırılarak siyasal alanda propaganda nesnesine dönüştürülmesi artık tutan bir maya değil. Biraz da şununla alakalı; bir konuda birini eleştirdiğinizde önce dönüp sizin eylemlerinize, duruşunuza bakarlar; ne kadar adilsiniz, ne kadar hakkaniyetlisiniz; ondan sonra sözü tartılır. Kılıçdaroğlu hakikaten seccadeye bastığı için mi bugün ekmek 9 lira, etin kilosu 300 lira? Markete gittiği zaman insanlar kesesi boş dönüyor artık. Seccadeye bastı diye Kılıçdaroğlu ekonomik kriz bu yüzden mi ortaya çıktı, depremin yarattığı sorunlar bu yüzden mi, İstanbul Sözleşmesi bu yüzden mi kaldırıldı? Kadınlar bu ülkede bu yüzden mi şiddete maruz alıyor, öldürülüyor? Kürt meselesi bu yüzen mi çözülmüyor? Roboski bu yüzden mi aydınlatılmadı, Soma meselesi, madenler, daha sayabileceğimiz bir sürü şey bu yüzden mi? Bunları sormak lazım. İnsanların çok daha temel problemleri var, akşam eve ekmek götürebilecek miyim kaygısı yaşıyorlar. Deprem bölgesi unutuldu, hala malesef yakınlarını cesedini bekleyen insanlar var, hala çadırlarda yaşayan insanlar var, hijyen problemi ile karşı karşıya insanlar var. Böyle bir zeminde seccade üzerinden siyaset yapmak artık tutmuyor. Dediğim gibi mutlaka malzeme olarak kullanılmaya devam edecektir, çok tutacağını zannetmiyorum.

Hamza Özkan: Sayın Çandar son olarak, gazeteci kimliğinizle Amed’e geldiniz ve Yeşil Sol’da siyasetçi ve Amed milletvekili adayı olarak Diyarbakır’daki çalışmalardasınız. Hem partinizin çalışmalarına hem de seçime ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

“Bugüne kadar Amed ve ben iki aşıktık, bugünden itibaren ben Amed’in evladıyım, bu bölgenin çocuğuyum ve seçilirsek vekili olacağım. Beni ışıltılı gözlerle, gülümseyiş ile, sıcaklıkla sarılarak, elimi tutarak, kucaklayarak bana müthiş bir duygu aşılayan bu insanların temsilcisi olmak büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor.”

Cengiz Çandar: Ben gazeteciliği de siyasi bir şekilde yaptım. İki tür gazetecilik vardır. Yarın T24’de uzun bir söyleşim çıkacak. Diyarbakır’a gelmeden o söyleşiyi yapan meslektaşım bir soru sordu: Sizin gazetecilik yapış tarzınıza da eleştiriler oldu hep. Siz siyasi amaçlı gazetecilik yaptınız. Halbuki Anglosakson gazeteciliğinde sadece haberi verirsiniz, o haberi yönlendirmezsiniz. Çok doğru dedim. Benim yaptığım gazetecilik Amerika’da yapılamaz. Ama ben Anglosakson okuluna ait değilim, Franz okuluna aitim. Bizim kuşakta iki tane çok önemli isim vardır; biri Le Monde Ortadoğu uzmanı Eric Rouleau; Ortadoğu muhabirlerinin piri sayılırdı. Mısırlı bir Yahudi idi köken olarak; efsane büyük bir isim. Sahada tanıdım ve çok sıkı dost olduk. O mesela yakın dostu olan Mitterand tarafından Tunus’a büyükelçi gönderilmişti. Sebebi FKÖ lideri Yaser Arafat Tunus’da idi ve Eric çok hakimdi konuya ve özel ilişkileri olan biriydi. Mitterand ondan istifade etmek istedi. Bir başka örnek, Jan Daniel Fransa’nın önemli bir haftalık dergisinde gazeteciydi. Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle ile Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ki sonra bağımsızlığını kazanınca Cezayir’de iktidar oldu- arasında ilişkiler kurdu, gitti geldi. Ama o bilgileri haber olarak vermiyordu; bir deneyim olarak, kültür olarak ediniyor ve yazdığı yazılarda ondan istifade ediyordu. Ben o tür bir gazeteciyim. Ben de bilgilerimi, kalemimi, mesleğimi Filistin mücadelesinin hizmetine sunmuştum. İsrail Filistin arasında eşit mesafede değildim. Aynı şeyi Bosna için yaptım. Aynı şeyi Kürt sorunu için yaptım. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Celal Talabani arasında; bir silahlı mücadele lideri olan o sırada, Kürt lider ile Türkiye Cumhurbaşkanı arasında ilişkilerin kurulmasıyla, Cumhuriyet’in başından beri gelen Kürt sorununa ilişkin tabunun kırılmasında rol oynadım. Bir yandan da gazetecilik sıfatım devam ediyordu. O yüzden benim gazetecilik anlayışım zaten siyasi idi. Varmak istediğim nokta şu; zaten o işi siyasi olarak yaptığım için şimdi gazetecilik bitti siyasetçiliğe geçiyorum. Benim için eski yaptığım işi devam ettirmiş olacağım. Yalnız şu oldu; bu şehir benim daha önce defalarca bulunduğum, aşkla bağlı olduğum bir şehir, Amed. O yüzden hiç aklımda yokken aktif bir siyaset hayatına giriş davetini alınca, davetin buradan gelmesine sevindim. Eleğimi asmayı beklerken hala mücadele edecek enerjim olduğunu fark ettim. Çünkü bu herhangi bir partinin milletvekilliğine benzeyen bir şey değil. Bu bir mücadele partisi, bir mücadele geleneğinin partisi. Bu partiden davet alıyorsanız sizi mücadeleye çağırıyorlar. Başına bela da gelir yani. Bu parti çok çiftetelli oynanan bir yer değil. Bu parti Türkiye’nin bugün bulunduğu nokta ve gelecekteki arayışı itibariyle bir mücadele partisi. Beraber mücadele davetiyesi olarak algıladım ve bundan mutluluk duydum, onur duydum. İkamet ettiğim İstanbul’dan değil de Amed’den, 1971 yılında ilk karşılaşmamızda kendimce aşık olduğum bu şehirden bu mücadele çağrısının yapılması olağanüstü duygulandırdı, heyecanlandırdı. Üç gündür Amed’in ilçelerinde, şehirde kaç kere el sıkıştım, kaç insanla kucaklaştım, ne kadar uzun halay çektim bilmiyorum. Kürtçem de gelişiyor. Şunu da hissettim; bu halkın sıcaklığı, gösterdiği yakınlık, teveccüh. Bugüne kadar Amed ve ben iki aşıktık, bugünden itibaren ben Amed’in evladıyım, bu bölgenin çocuğuyum ve seçilirsek vekili olacağım. Ondan sonraki kısmı işin ciddi. Beni ışıltılı gözlerle, gülümseyiş ile, sıcaklıkla sarılarak, elimi tutarak, kucaklayarak bana müthiş bir duygu aşılayan bu insanların temsilcisi olmak büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Burası artık benim ailem, ben buraya aitim.

Hamza Özkan: Teşekkür ederiz Sayın Çandar. Sayın Bayar son olarak seçimlere ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

“En önemli şey kriz dönemlerinde sorumluluk alındığında o toplumsal barışı inşa edebilecek, toplumsal kutuplaşmanın ve ayrışmanın önüne geçebilecek dili inşa edebilmektir. Bu bir erdemdir, bu bir beceri işidir. Siyasetçiler bunu sağladıklarında kriz dönemlerinde kalıcı şeyler yapabilirler.”

Seher Akçınar Bayar: Sayın Çandar’ın aşk meselesine dair bir şey söylemek istiyorum. Aşk geçici bir duygudur ama beraberinde sorumluluk varsa o sevdaya dönüşür ve kalıcı bir şeye dönüşür. Siz bu kalıcılığı sağlamışsınız sanıyorum. Bu seçimler hakikaten kritik bir yerde, çok önemli bir yerde duruyor. Bu seçimde hangi siyasi partiden olursa olsun mutlaka bir sorumluluk bilinciyle, toplumsal barış sağlayabilecek sağduyu söylemleriyle ön planda olan bir seçim olmasını önemsiyorum. Çünkü genelde iktidarın kendisi ötekileştirici, bağıran, kızan, sürekli öfkeli, elitist dili bırakmayan bir yerden yaklaşıyor. Muhalefetin de iktidarın bu dilinin ve yönlendirdiği yerin dışında başka bir dil kurmasının gerektiğine inanıyorum. İnsanlar bu kutuplaştırıcı dilden, öfke dilinden çok yoruldular. İnsanlar daha adil, daha kuşatıcı bir dil istiyorlar. Siyasette bu dilin inşa edilmesi gerekiyor. Bunda da muhalefetin çok büyük payı var. Pek çok sorunu olan insanlar açısından farklı kesimlerin tamamının bu dile ihtiyacı var. Bu kurgunun yapılması gerekiyor. En önemli şey kriz dönemlerinde sorumluluk alındığında o toplumsal barışı inşa edebilecek, toplumsal kutuplaşmanın ve ayrışmanın önüne geçebilecek dili inşa edebilmektir. Bu bir erdemdir, bu bir beceri işidir. Siyasetçiler bunu sağladıklarında kriz dönemlerinde kalıcı şeyler yapabilirler. Bunu sağlayamazsak biz kaybederiz, herkes kaybeder. Artık kaybetmek, sürekli bedeller ödemek dışında bir yaşam alanı olduğuna dair ümidi ve bunun olabileceğine dair inancı yitirmememiz lazım.

Son olarak seçim sonrasındaki aritmetiğe ilişkin; Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı’nın 300 vekili her ikisinin de alabilir veya alamayabilir durumda olduğu, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yasaların geçmesinde çok belirleyici olacağı görülüyor. Türkiye tarihine baktığımızda, ana akım Kürt siyasetinin ve son kertede HDP’nin dahil olduğu siyasal denklemde her zaman bu hareket çok belirleyici bir yerde duruyor. Seçimden sonra iktidarda söz sahibi olacak kesimin bu durumu görmesi gerekiyor. Millet İttifakı içinde CHP hariç diğer partilerin tamamının oyu neredeyse Emek ve Özgürlük İttifakı’nın oyu kadar ve özelde HDP kadar oy oranı yok. Buna rağmen tamamına Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, bakanlık sözleri vs veriliyor. Burada Emek ve Özgürlük İttifakı artık sadece mevcut yasaları koruma, kazanımları elde eden bir yerde değil de yönetimin bir parçası olmak, değiştiren dönüştüren olmak, özne olmak yolunda ilerliyor. Millet İttifakı’nın bunu görmesi lazım. Bundan sonraki paradigmalarını ve siyasal işleyişini de bunun üzerine kurgulaması gerekiyor. Bunca cezaevi sürecine, kapatılma sürecine rağmen hala büyüyerek gelen bir hareketten söz ediyoruz. Türkiye tarihinde pek çok siyasi parti vardır birkaç dönem kalır ve gider. Ama bu gelenek ayakta, her defasında büyüyerek, barış arzusuyla, toplumsal refahı arzu ederek geliyor. Bunun temel nedeni de HDP’nin bir halk hareketi oluşudur. 14 Mayıs sonrasında kurulacak aritmetikte iktidarların ve muhalefet partilerinin bunu görerek Emek ve Özgürlük Hareketi’ne, HDP’ye yaklaşması gerekir. Ümit ediyorum ki sorunsuz, güzel, adil bir şekilde bu seçim sürecini atlatırız. Türkiye kamuoyunun buna çok ihtiyacı var.

Hamza Özkan: Sayın Çandar, Sayın Bayar teşekkür ediyoruz

Editör: Haber Merkezi