LAĞIM AKIYOR LAĞIM/ BAYRAM BENİM NEYİME

Bir Ramazan Bayramının ortasındayız. Müslüman topluluklar bir aylık açlık sınavına kendilerini sokarak, her gün aç kalanların haliyle bir eşitlik duygusu yaşadılar ve bir ayın sonunda bunu bir şenlikle tamamlamaya koyuldular. Müslüman inancın oruç eyleminin felsefi temelini böyle açıklayabiliriz. Finaldeki şölenin şeker başta gelmek üzere, ekonomik gücüne göre- gücüne göre diyorum, çünkü İslam dini sınıfların varlığını kabul eder, Allah katında bunu meşru görür- tatlıların çeşitleriyle kutlamak da onun şöleni. Küslerin barışı, çocukların sevindirilip armağanlara boğulması- tabii yine gücü oranında- ve dahası, ana baba, hısım akrabanın buluşup sarışması yanında daha geniş insan topluluklarından devlet katlarına kadar “barış” ilanları da şenliğin siyaset eliyle de toplumsallığını gerçekleştirmektedir.

Hal böyle tasarlanmışken, hayatın gidişatı bir dizi olumsuz gelişmeyle kesişince ortaya bayrama dair şenlik yerine yasa, kırılmaya hatta vahşete kadar, bayram dışı olgularla karşılaştık.

Bunun başında salgın geliyor. Son iki yılın sadece Ramazan değil bütün Bayramlarının yolunu zaten Covid 19 salgını kesip durmakta. Toplaşmak, sarışmak, birlikte bayram namazı eda etmek - burada da çifte hal kaçınılmaz elbet; siyasi erke ve yakını topluluk, Mesela Ayasofya’ya, onun içinde de iki ayrı sınıf olarak dizilebiliyorken- yasak, turistik gezi hariç etrafta dolaşmak, hısım akrabaya bayram ziyareti yasak. Yollar köprüler bedava iken- tabii devlet kasasından şirketlere ödeme aksamamakta- yola çıkmak özel izinli ayrıcalıklılara kalmışken, ağızlarda Bayram tadı kalması ne mümkün. Bu arada her gün resmi açıklamalara göre 200-300 arası covid cenazesinin kimsesiz sessiz sedasız kaldırılması gerekmekte iken ölmüşlerin mezar ziyaretlerini yapmak ne mümkün… Tabi mesele sadece salgın değil, salgını yönettiğini iddia eden iktidarların, bunu bir fırsata çevirip yasakları olağanüstü hallere tahvil etmeleri var ki, “ört ki ölem” hali kıldı hayatlarımızı.

Bu manzara Türkiye’den ama dünyanın bütün Müslüman inanç toplulukları da kendi ülke ve siyasi erk koşulları arasında aynı şeyleri, boyutları farklılaşarak yaşıyor. Bir iki örnek versek, bayramın barışını kesen, Mescit-i Aksa’dan başlayıp Gazze’de yoğunlaşıp tüm kurtarılmış Filistin topraklarında savaşa yürüten İsrail faşizmi, Filistinlilere bayramın b’sini bırakmadı; ölüm, gözyaşı ve zindan tüm şiddetiyle sürüyor. Tepedeki iktidarımız da fırsatçının önde gideni; bir yandan Müslüman hamisi pozunda duyguları sömürüyor, elindeki bütün araçlarla ezilmemizi, sömürülmemizi, yok oluşumuzu perçinliyor.

Aynı şey, daha alçak yoğunluklu olarak Güney Kürdistan’da uçaklı bombalı operasyonlarıyla Kürtlere Bayramı zehir etmekte... Kuzeyde, dağlarda yaylalarda kurda kuşa yem diye atılan ve de ailelerine bile verilmeyen cenazeler, arkalarından yükselen ağıtlar… HDP Amed il binası kapısında eyleme soktukları anne kadınların Saray’da ağırlanması hele, bir hançerleme faaliyeti. Kürtlerin arasına sokuldu o hançer. Bayramlaşma da onlarla olunca, Terörle Mücadele Yasasının nedamet getirenler maddesini baş çözüm aracı seçtiklerine dair ilanı Bayram ziyafeti niyetine sunmuş olduklarını gördük. Koruculuk sisteminden sonra buldukları Kürdü Kürde kırdırma siyaseti. Ve; teslim olun, nedamet getirin! Cumhuriyetin Eğitim bakanının dediği gibi; Türklerden başkalarının bu topraklarda yaşaması için tek bir koşul vardır; biat etmek, hizmet etmek! Vardıkları yer yüz yıldır aynı yer. Biz görmesek de, duymasak da, bilmesek de ya da bir başka ifadeyle; üç maymunu oynasak da gerçek bu.

İkinci felaket “derin devlet” hikayeleri patlamasıyla geldi, memleketin ortasından şimdi pislik dolu bir lağım akıyor. Bayramın öncesinde başlayan Sedat Peker videolarıyla tam bir lağım çukurunda yaşandığını idrak etmemiz, ne müthiş bir darbe! İnsanda adeta Bayramın katledilişi hissiyatını yaratıyor doğrusu. Şimdi bu nerden çıktı, Sedat Peker ne demek istiyor, kimleri işaret ediyor. Erdoğan, damadı ne suçlar işlemiş? Bir damat 128 milyar gibi kayıp, bir damat SİHA’lar kadar uçuşta, gerçek savaş lordu, ağabey Man’da senet sepet zenginiyken Pelikanlar neler götürmüş? Azerbaycan Petrolünden FETÖ’ye uzanan yollar yani lağımlar nasıl döşenmiş? Ağar Marinaya niye çökmüş? Geçtiğimiz haftalarda Bodrum –Yalıkavak’ı yutacak imar genelge- yasaları bu yüzden mi hızlı hızlı çıkarılıyordu? Kolombiya’dan gelemeyen 4 bin ton kokain onun muymuş? O kimlerin adına çökmüş, çöktürmüş ve de döktürmüş? Mafyanın önünü kesmiş mi Mehmet Ağar, niye konuşuyor? Oğul Azerbaycanlı genç öğrenci kadına tecavüz etmiş, kadın şikayete gitmiş savcılığa, Ağar oğlunu kurtarmış, kız kendini öldürmüş filan… Bir de Şirin’leri vardı sahi. O da Özbek genç kadın bakıcısını silahla öldürmekle suçlanmıştı da devletin yetkili, siyasetin etkili elleriyle üstü örtülüp, iç organları olmayan cansız beden otopsisiz “intihar vakası” diye memleketine apartılmıştı hani. Daha neler neler… Televizyonlar, gazeteler, usta kalemler Bayramı lağım dizisini açıklamayla geçiriyorlar. Sedat Peker’in tespihli, mumlu, kılıçlı- Diyanet işleri Başkanının Ayasofya cami mimberine çıkardığı kılıç başka ama- ve de kitaplı muamma kodlarını çözmek için Ahmet Şık’ı ve de önerdiği diğer kalemleri okumam gerekti doğrusu.

1980’lerden 90’ın ilk yarısına kadar Uğur Mumcu üçgenlerin peşinde koşup araştırırdı. Mumcu, M. A. Ağca’nın Papa’ya suikastından başlayıp memleketin en ucra köşelerine, siyasetin merkezine uzanan kirli yolculukları anlatırken Papa Mafya Siyaset adını verdiği ciltleri yazmıştı. Şimdikiler çıtayı yükseltmiş haliyle; Devlet, Mafya Siyaset diyorlar doğrudan. Zaten Uğur Mumcu’nun Yeşil’e öldürtüldüğü an, onun üçlü odak içinde devleti bulduğu andı. İşin başındaki polis şefi Ağar, Mumcu’nun eşine; “söyleyemem Güldal, bir tuğla çekersem bütün yapı çöker” dediğinde bu gerçeği açıklamıştı aslında. Susurluk lağımı bir kaza ile patladığında, en gözde elemanları, katil Çatlı’nın üstünden kendisinin imzası olan sahte kimlikler çıkmıştı. İçişleri Bakanlığından istifa etmek zorunda kaldığında suç ortaklarına; “Bin operasyon yaptık devlet içindi hepsi” diye seslenmişti. Her şey devlet içindi, beka içindi! Korucubaşı Sedat Bucak da, siyah bir çanta dolusu belge ile kendisini yargılamak isteyenlerin üstüne yürüyüp, devlet için çalıştığını kanıtlayıp aynı ellerin işlemleriyle aklanmıştı, şimdilik.

Ölenlerin yani öldürülenlerin kimliklerini bilince, kıyımın kimliğini de boyutunu da idrak edebiliyor insan: Kürtler, devrimciler yargısız infaz sistemiyle üçer beşer, bazen de ailecek, köycek öldürülmüş, üç bin Kürt köyü yakılarak yıkılarak boşaltılmış, 17 bin faili meçhul işlenmiş, beyaz Toroslarla kayıplar cehennemi yaratılmıştı. Ve daha nice vahşet sahnelerini gözümüzün önüne getiremiyorsak da arşivlere bakabiliriz. Şimdi her şey dijitalde, yeter ki bakmaya yürek olsun. O zaman onlar kendi oluşturdukları kanlı lağım çukurunda boğuldular. Haklı olanlar, mücadele edenler diri ve temiz kaldılar.

Şimdi durum aynı minvalde akan şey traji-komik bir parodi gibi. Ciddiyetle değil, alayla izleniyor. Akademisyenlerin kanlarını oluk oluk akıtacağız diyen Sedat Peker de aynen Ağar gibi binlerce oprasyonun faili olarak, ipi çekilmeden çıktığı Dubai’nin uydu katlarından birinden suç dönemini, suç ortaklarını, “hakkını yemiş” devlet katlarını bizlere dizi tadında anlatıyor. O kendini dünkü suç ortakları karşısında aklamaya çalışırken sırtını dayandığı güçlere, biz gibi aval aval bakıp kalanları da katmak için uğraşıyor. Tıpkı soymadık kaynak bırakmayan Susurluk’tan önce de Mafyayı, kontrgerillayı, siyaseti, devleti suç çeteleleriyle tanıyordu bu toplum. Sedat Peker’den SADAT’a, Ağar, Çakıcı’dan Peker’e ve yeni cingöz Pelikancılara, hatta Meclis Susurluk Komisyonu’na bile ifade vermeyen asker eskisi Korkut Eken’den Soylu’ya kadar hepsini hem saltanatları hem çöküşleriyle tanıdık, devletliler olarak ağırlanışlarını da gördük. ANAP’tan AKP’ye bu zincirin siyasi künyesini okumayan da kalmadı. Çürümüşlük, aşırı soygundan, aşırı silahtan ve aşırı uyuşturucudan aşırı savaş severliğin kucağına yuvarlanarak bugünkü hale geldi. Çöktükleri dolar makinesi Marina manzaralı resimleri, onların yeniden yükselişlerini anlamamız için yetmişti zaten. Ama bu sefer saltanat uzun süremedi, Peker’in itiraflarıyla sallandılar bile. Soylu ile birbirlerine ayar çekmeye, birilerini vurmaya, şehit ilanlarına başladılar bile. E, on yıllardır aynı yolları defalarca yürüyemez, aynı krizlerin gölgesinde dinlenemezsiniz. Hani kapitalizm krizleri var ya, onlar gibi artık on yılda, yirmi yıl değil devreleriniz; üç yıl beş yıl hepi topu.

Sedat Peker video dizisi, sadece ve sadece devletin siyasetin mafyanın iç içe geçip, parsa paylaşımında anlaşamadıklarında hırlaştıkları yeri de gösteriyor. Önümüz sıra taşıp akan bir lağım çukuru, memleketi çevirdikleri hal, lağım çukurunun bir kez daha patlaması. Bayram sevincimizi boğanlar oradan bize bakıyorlar. Kıpırdayacak mıyız diye korku içinde, sopalarına daha sıkı sarılıyorlar belki de. Seyredip, bu kertedeki lağım akıp geçsin diye sabırla bekleyecek miyiz? Yeni lağımcılar yeni lağım çukurları oluşturup sonra da patlasınlar diye… Yoksa silkinip yakalarına yapışacak mıyız? Zira bir yerde bir lağım patlamış akıyorsa, herkese bir şekilde bulaşır… O halde durum hem; lağım akıyor, bayram benim neyime hem de bayramı boğan lağıma sessiz kalırsak biz de boğulacağız hali. İdrak edersek çözüm var. Gür bir şekilde sesimizi çıkarırsak kurtuluş umudumuz var.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Ötekilerin Gündem’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.