ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ: 78 kuşağından şair Şair Muazzez Uslu Avcı Yeni Yaşam Gazetesin'den Berivan Kaya'nın sorularını yanıtladı.   Avcı özelikle o dönem birçok genç gibi kendisinin de işkence ve hapis süreci yaşadığını anlatıyor ve ekliyor: Devrimler her zaman nihai sonuca ermez, sancılı bir süreçtir, bunu bilerek şiirlerimde mücadeleye dair umudu diri tuttum… Kaya'nın yaptığı söyleşi şu şekilde: Birçok şiir ve çocuk öykü kitabının yazarı Şair Muazzez Uslu Avcı ile toplu şiir kitabı ”Söz düştü” ve yaşamı üzerine şöyleştik.

 

 

 

 

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ: 78 kuşağından şair Şair Muazzez Uslu Avcı Yeni Yaşam Gazetesin'den Berivan Kaya'nın sorularını yanıtladı.  Avcı özelikle o dönem birçok genç gibi kendisinin de işkence ve hapis süreci yaşadığını anlatıyor ve ekliyor: Devrimler her zaman nihai sonuca ermez, sancılı bir süreçtir, bunu bilerek şiirlerimde mücadeleye dair umudu diri tuttum…

Kaya'nın yaptığı söyleşi şu şekilde:

Birçok şiir ve çocuk öykü kitabının yazarı Şair Muazzez Uslu Avcı ile toplu şiir kitabı ”Söz düştü” ve yaşamı üzerine şöyleştik. Yaşamı ‘materyalizm ve diyalektiğin ışığında kavramaya çalıştığını’ söyleyen Muazzez Uslu Avcı, bir şairin hem materyalist dünya görüşüne sahip olup, hem de metafizik şiirler yazamayacağı kanısına inanmadığını söylüyor… 78 kuşağından olan Avcı, o dönemin birçok genci gibi kendisinin de işkence ve hapis sürecini yaşadığı anlatıyor.




  •  ‘Şiir bir serüvendir benim için’ diyorsunuz Söz Düştü’nün ön sözünde. Ve devam ediyorsunuz: Yaşar, görür, biriktir ve içsel yazma itkisiyle çıkılır bu serüvene. Burada biriktirirken ve yoğururken, senin yaşam sesin ve yaşama müdahalen nasıl bir bilinci işin içine dâhil ediyor?


Serüven derken, toplum ve tarih içre ne yaşamış ve ne yaşıyor olacaksak bastığım yer oradan. Tarihin, kültürün ve dünyanın bana kattığı tecrübe ile kendimi biriktirdim. Birikim ve bilincim ile sorup sorguluyorum. Cevapları dikte edilen sistem içinde aramak değil, bilimin, felsefenin ışığında ve kendi birkimim, akıl yordamımla bulmaya çalışıyorum. Dünya görüşümü sen de biliyorsun. Tarihi materyalizm ve diyalektiğin ışığında yaşamı kavramaya çalışıyorum. Ve bilincimi bu yöntem süzgeçlerinden geçirerek oluşturmaya çalışıyorum.

  •  Yaşam yolculuğunda bir yılmazlık, yenilmezlik sesi, senin yaşam dokundan şiirinin tüm ilmeklerine sızmış adeta. Buna inanç demem hayatın diyalektik ve tarihsel maddeciliğini özümsemiş bizler için elbet yanlış olur. Şiir ve şairin yaşamı kavrayışı ile şiirdeki gerçeklik arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?


Şuna inanmıyorum bir şair hem materyalist dünya görüşüne sahipken hem de metafizik şiirler yazamaz. Çünkü gerçekliğin sahiciliği buna izin vermez. Yani insan hem fırtınanın nasıl olduğunu bilimsel olarak biliyorken, bir perinin kanat çırparak fırtına kopardığına dair imgelem yapamaz. Gerçi gerçeküstücülük denilen şiirin de aslında gerçek üstü olmadığını, çünkü şiirdeki imgelemin dünyaya ve dile ait olduğunu görürüz. Dünya üstü dünyaya ait olmayan şeyleri bilmediğimiz için olmayan şeyi ne ile eğretiliyebiliriz ki? Gerçeküstücülük; bütünden kopuk, oraya buraya sıçrayan bir anlam kargaşası ile birçok kavramın kelimenin dizim haliyle oluşturulmaya çalışılıyor.

  • Muazzez Uslu Avcı şiiri, egemen her türlü yapının insanı-toplumu aşağılamasına, boğmasına karşı, epik bir çığlık ve kararlı bir duruş diyebilir miyim?


Kararlı duruş, insanın sağlam bir dünya görüşüyle oluyor. İnanmayanın kararı olmuyor. İnanmak derken, inançlar da değişir ve doğru tek değil, bunlar sık sık değişebilir. Ne de olsa bizim dışımızda bize rağmen bir evren var. Ama evreni bilerek evrene inanmak var. Çünkü bilirsiniz ki Evren de tıpkı bizim gibi aynı kimyanın ürünü. Bilmediğim için bu sonsuz evrenin bir yaratıcısı var gibi bir kuşkuya kapılmam. Çünkü bilincim hemen sarsar beni. ”Ne demek madem evren üstü bir yaratıcı var onu yaratan nedir?” sorusu dürter.

Genellikle şiirlerimde ironi, yergi ve umut çoktur. Umuda inanırım. Ama harekete geçirilmiş umuda inanırım. İyimser umudun bir nevi duadan farklı olmadığına inanırım. Umudun arkasındaki güç, diyalektiğin ta kendisidir. Her şey değişir, çatışır, çelişir ve dönüşür… Hiç bir şey ebedi değildir. Her şey hem birbirinin içinde hem birbirinin dışındadır. Çok olmayacakmış gibi zamanlarda birden her şey ters yüz olur, zıtlar birliğe girer. Uzlaşmaz çelişkiler çözülür. Bir zemheri biter ve bahar başlar… Bu doğanın içinde var olan şeydir zaten…

  • Şiirlerinde bir sorunsal olarak izlediğini düşündüğüm epik kahraman- trajik kahraman çatışması da var. “Çelik zırhlı yalnızlık” şiirinde örneğin, /Kadife sevgilerin deldiği/Çelik zırhlı yalnızlık/ne kadar su almıştır kim bilir/Sertleşmek için hayata/ ya da “Yaramazlık hakkı” şiirinde /bu kavga uzun sürecek anladım/yaramazlık hakkımı kullanmalıyım/bir soluk ara!…/ dizeleri sarstı kendi çelişkilerimi de… Bu bir anlamda şiirdeki bireysel imgenin evrensele çıkış yolu hem de andaki somut dirimsel çelişkisi mi?


Çeliğe su verildikçe sertleşir. Benim hayatım bir mücadele serüveni. Kadın olarak mücadele, ezilen olarak mücadele ve genel olarak sınıf mücadelesi. Mücadele derken düşünsel anlamda değil, eylemsel mücadele ile de geçti hayatım. Bazen insan hayatın acımasız koşullarında katılaşıp çelikleşiyor. İnsanız neticesinde içine doğduğumuz toplumun ve kültürün ürünüyüz. Kapitalizm kendini çürütürken insanlığı da çürütüp yozlaştırıyor.  Yaramazlık hakkı da öyle. Hayatımız savaşlarla ve dikta rejimlerinin baskısıyla geçti. Ne çocukluğumuzu ne gençliğimizi yaşayabildik. Bu bıkkınlık bazen bir mola istiyor. Çocukluğun saf haline sığınmak ve bir yaramazlık hakkı kullanmak istiyor.

  • Masumiyet teması şiirlerinde özellikle, su, kuş ve çiçek imgeleri üzerinden belirli bir vurguya sahip. İkinci şiir kitabın “Üstüm başım tozpembe”deki “Papatya” şiirinde /ve hala açıyorsa bir papatya/henüz masumiyet bitmedi demek/ dizesi bir yanıyla ütopik bir duygulanım; fakat neredeyse her hücrenin kirlendiği bir zamanda insan bu kavrama bir umut imgesi olarak sarılabiliyor. Masumiyet ile toplumcu bilinç arasında şiire yansıyan geçirgenlik senin poetikanda nasıl bir yer tutuyor?   


Buradaki masumiyet imgesi, kapitalizm insanı doğayı ne kadar çürütse veya kirletse de, doğaya ait olanı tamamen ele geçiremiyor. Yağmur yağmak isteyince yağıyor, rüzgâr esmek isteyince esiyor, çiçek doğası gereği rengiyle kokusuyla açıyor uygun koşulları bulunca. İnsan içinde böyle. İnsanı kendine yabancılaştıran kapitalizme rağmen insan içindeki doğaya ait olanı tam kaybetmiyor. Uygun koşulları yakaladığında içindeki insana kavuşabiliyor. Yani insanı canavarlaştıran etmenler ortadan kalktığında masumiyet de kurtulacaktır. Ve eğer insana dair masumiyet bitmiş ise zaten umut da bitmiştir…

  • Halepçe, Sivas, gezi, Hüseyin Penahi, Ali İsmail Korkmaz v.b… günümüzde yaşanan acıları şiirde dokuyuşun, onları bağlamından koparmadan, arkasındaki kapitalist-emperyalist çelişkileri/iktidar olgusunu sezdirerek yol almış. Günümüz şiirinde bu gerçeklikten uzak duruluyor.” Hüzünlü şairlerim” şiirinde sen de soruyorsun: / Ne muhteşemdi belagatiniz / zulmüm karşısında dilinizi bağladınız / Neredesiniz? / Yani insanın gerçek hikâyesini çok az şair yazıyor? Ne diyeceksin şiir yazanlardaki bu kaçışın nedenleri hakkında?


Kapitalizmin erken dönemlerde iyi kötü aklı okunabiliyordu. Az da olsa insana dair şeyler vardı. Ama gittikçe hırçınlaşıp vahşileşen kapitalizm insana dair ne varsa ellerinden çekip aldı. Buna bir de akıl karıştırıcı algılar ekleyerek insani olanı rotasından çıkardı. Söz de akil filozofları, yeni kavramlar yeni olgular ortaya attı. İnsanı bütünden kopartıp, orada şurada bura serseri mayın gibi dolaşan tutunamaz hale getirdi. Bu post yapı sökümcülerin edebiyata, sanata çoğunlukla zararı oldu. İşte bu gerçeklikten hastalık gibi kaçan bir anlayışın ortaya çıkardığı yeni nesil genç şairlerin de gerçek ve sahici olan şeylere yüz çevirmesine sebep oldu diye düşünmekteyim.

  • 78 kuşağı sancılarının esini olarak ‘Eski parka’ şiirinde /bir devrim telaşını yaşayan/heyecanı hala üstündeymiş gibi/asi, haki ve ciddi…/  dizeleri düşündürücü. Parka, yetmişlerin devrimci mücadelesinin bir simgesi olarak bir dönem şiirinde önemli bir yer buldu. Sen bunu şiirinde hala canlı dirimsel bir imge olarak sürdürmüşsün. Bir kısım dönek şairde ise sonradan pişmanlık duyulmuş bir epik kahramanlık algısıyla ağlak bir şekilde kullanıldı bu tür imgeler. Sence toplumsal devrimciliğin şiirdeki dirimselliği sona mı erdi?


78 kuşağı şairlerin şiirlerinde genellikle bir pişmanlık, içe kaçış ve sızlanma yakalıyorum ben de. Sınıf mücadelesinin verildiği o devrimci dönemden geçenler, çok acı çekti. Ben de dâhil, işkenceler hapisler… sürecini yaşadı. Bu baskıcı faşizan dönem çoğumuzda bir yılgınlık oluşturdu. Bunlar da şiir yazanların dizelerine sindi. Ama ben ezilenlerin devrimi olacağından hiç umudu kesmedim. Elbette adı üstünde devrim diyoruz. Devrimler her zaman nihai sonuca ermez, sancılı bir süreçtir, bunu bilerek şiirlerimde mücadeleye dair umudu diri tuttum…

  • Şiirlerinde “doğa”, geniş bir ses ve imge bolluğu olarak yer bulmuş… Fakat insanın toplumsal özelliğinden kopuk değil aksine diyalektik bir varoluş ve toplumsal özgürleşme bilinciyle. Tespit ettiğim bir nokta daha var. Anlamsızlığın, kapalılığın sonuç vermediğini gören kimi şairler bu kez doğa fetişizmi, çevre fetişizmi ile imgesel bir boğulma yaşıyorlar İnsan ve toplum çıkmazda ise şiir de çıkmazda diyebilir miyiz sence?


Toplumu çıkmaza sokan sömürü sistemi ile gönüllü ilişki kuran aydın edebiyatçılar da bu konuda sistem kadar kusurlu. Eleştiri veya enerjisini sorunun kaynağına yöneltmekten çok ayrı ayrı sorunlara yönelttiler. Ağacı bütünden değil sadece yaprak olarak görmek istediler. Şiir insan ve toplum ruh ve diliyle örülen bir şey. İnsan ne kadar kısır döngü içine girerse, toplum da öyle, tersi de mümkün. Bu kısır döngülü süreçler elbette edebi üretimlere de yansır, kısır ve çıkmaz bir şiir anlayışı doğurur…

  • /canına okuduğunuz kadını/ne güzel dokumuşsunuz şiirinize/dudağından kirpiğine kadar/ dizeleri “Bu güzel şiirleri siz mi yazdınız” şiirinden… Sence “erkek” şair neden kadın imgesini bir özgürlük ve düşünsel yetkinlik olarak kuramıyor?


Kuramıyor çünkü erkek şairin kendi beyni özgürleşmemiş. Özgürleşmemiş birey de bu aşık veya eş de olabilir. Sevgiliyi mülk gibi görüyor. Aşk ve sevgi, fethedilen bir şey. O yüzden beyni özgürleşmemiş şair, avını övüyor ama avının beynini değil, endamını, saçını, dudağını… Av burada dişi ‘kadın’ ise onun da özgürleşme bilinci olmadığı için, bu imgeler ve güzellemelerle süslenmiş kapana düşüveriyor.