Yenişafak Gazetesi eski yazarı ve İstanbul Şehir Üniversitesi Konuk Öğretim üyesi Ali Bayramoğlu, Erken Seçimi, Abdullah Gül’ün adaylık sürecini, Kürt Sorunu’nu ve gündeme dair birçok konuyu İznews’ten Ercan Ekinci  değerlendirdi.

İktidar bloğunun ummadık bir an da erken veya baskın seçim kararı almasını neye bağlıyorsunuz?

Erken seçim kararının alınmasının tahmini olarak yanıtlayabiliriz. Herkesin keskin yanıtları var ama erken seçim kararını alanların kafasının içinde değiliz. Ama şunu söylemek mümkün; birincisi, bu erken seçim zaten kaçınılmazdı. Şunun için kaçınılmazdı: Ekonomi çok iyiye gitmiyor. Dolayısıyla şu an yaşanan ekonomik krizin sonuçlarının henüz alt kesimlere yansımadı ya da az yansıdı. Çok daha sert yansıyacak dönemler olabilir. Yani enflasyonun artışı, petrole, doğalgaza ve oradan hareketle bütün tüketim mallarına yansıdığı zaman bu çok acımasız sonuçlar verebilir ve bu durum da Türkiye’de her türlü seçim kaybettirmiştir. Bu durumu kontrol edemediler bir süre. Zaten kendi içlerinde çok anlaşamıyorlar; piyasa ekonomisi mi olacak, kapalı ekonomi tarzı bir şey mi olacak? Birinci faktörün bu olduğunu düşünebiliriz. Cari politikalardan gelebilecek zararları zamana yaymak ve bu etkiler gelmeden önce sonuç almak. İkinci söylenebilecek şey; Mart yerel seçimleri olacaktı 2019’da. Bu çok önemli. Çünkü yerel yönetim seçimleri, Ak Parti’nin en azından en zayıf olduğu seçimlerdir. Yani %40’lar civarında yerel yönetimlerden oy alır, diğer seçimlerde her zaman yüksek oy almıştır. Dolayısıyla kayıpla başlamak, yerel yönetimlerde çok istemedikleri bir şeydi. Bu faktörü dikkate alabiliriz. Üçüncüsü de, Kürt Meselesi’nde, Anti-Kürt politikasının askeri operasyonlarla -en azından bir dönem- Türk Milliyetçiliğini besleyen bir dil kullandılar. Özellikle Afrin sonrası bundan istifade etme arzusu. Bu faktörlere rağmen seçimin bu kadar erkene çekilmesi beklenecek bir şey değildi. Bence Ak Parti’nin de düşündüğü bir şey değildi. Bunu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) gündeme getirince, zannedersem Tayyip Erdoğan bazı konularda ikna oldu. MHP açısından ikna edildiği konulardan bir tanesi, MHP’nin İYİ Parti’ye oy kaybetme telaşı. Dolayısıyla siyasi çıkarlar ve yönetilemeyen krizler olarak baktığımız zaman erken seçim mantıklı bir şey iktidar açısından.

Erken seçim kararı bir bağlamda Abdullah Gül’ün tekrar siyaset sahnesine inmesine yönelik engelleyici bir karar olduğunu düşünüyor musunuz?

Sanmıyorum. Çünkü Abdullah Gül’ün ön plana çıkması çok zordu. Ben de çok istedim ve destekledim bir alternatif olabilir diye. Ama Abdullah Gül öyle bir cevvaliyetli siyasi aktör değil ve Abdullah Gül, ne Kürtlerin, milliyetçilerin, solcuların ve muhafazakârların anlaşması müşkül bir iştir. Dolayısıyla onu zaten kendi kendini engelleyecek başka manivelalar vardı. Bu nedenle bunu yaptığını zannetmiyorum. Biraz da baskın seçim mantığı diye bir şey vardır. Yani 66 gün önce ilan ettiler erken seçimi. Bu da parçalı, kendi içinde koordine olmayan, olması zor bir muhalefet için bir şok karardı. Bundan da istifade etmeyi arzuladılar. Bütün bu faktörler, bence iktidar cephesi tarafından kullanıldı. Ama şunu söyleyeyim bununla ilgili; siyasi hayat seçim tekniklerinden ve bu tür niyetlerden oluşmuyor. İnsanların bir siyasi dil karşısında, siyasi uygulama ve iktidar karşısında, özellikle Türkiye’ye baktığımız zaman kızgınlıkları, memnuniyetsizlikleri, öfkeleri ile muhafazakâr kesim içerisinde doğan rahatsızlıklar artınca, bütün bu çabalar tam tersi bir etki de verebiliyor. Nitekim öyle de oldu. Erken seçim ilanından sonra hiç beklenmedik bir şekilde muhalefet enerjisi iktidar enerjisinden çok hızlı bir şekilde geçti.

“Abdullah Gül de zaten hafif titrekti”

Seçim ilandan sonra kısa bir dönem muhalefet tarafından Abdullah Gül ismi gündemde tutuldu. Ne oldu da muhalefet Abdullah Gül’den vazgeçti?

İktidar cenahı erken seçim kararıyla çok hızlı bir hamle yaptı. Buna karşı nasıl bir tedbir alınır ya da Tayyip Erdoğan nasıl engellenir. Açıkçası Kılıçdaroğlu’nun çevresindeki bazı isimler, Kılıçdaroğlu’nu bu işe ikna etmeye çalıştılar. Saadet Partisi bu işe çok angaje oldu. Dolayısıyla muhafazakâr bir kesim artı Kılıçdaroğlu ve Abdullah Gül’ün kurduğu temaslar ilk an da ortaya böyle bir ihtimal çıkardı. Kürtlerden sıcak haberler geldi. En azından ikinci turda hatta belki birinci turda dorudan Gül ittifakını destekleme eğilimi, bütün bunlar bir anda bu koşullarda yani baskın seçim koşullarında bir umut ışığı olarak çıktı ama dediğim gibi bu çok müşkül bir işti. Cumhuriyet Halk Partisi içinde sorunlar çıkabilirdi, çıktı. Cumhuriyet Halk Partisi çok parçalı bir makina, Kılıçdaroğlu bunu çok iyi idare etmesine rağmen ama asıl problemi İyi Parti yarattı. Benim kanaatim odur, İyi Parti buna hiçbir şekilde yanaşmayınca, Abdullah Gül de zaten hafif titrekti, o da CHP, SP koalisyonuna sıcak yaklaşmadı. CHP’liler de sıcak yaklaşmadılar ve aniden başlayan şey bir fırtına gibi ortaya çıktı ve aniden düştü. Tabi Abdullah Gül formülünün üstünde çok durduk, duruyoruz. Niye, o zaman imkansızlıklardan bahsettiğimiz için bu böyleydi. Kim herkesi bir araya getirir? Tayyip Erdoğan’a karşı nasıl bir seferberlik olabilir. İşte muhafazakâr biri olsun ki, muhafazakarlardan da oy alsın. Ama öyle bir muhafazakâr olsun ki Kürtler ve Solcuları da dışa itmesin. Abdullah Gül, açıkçası AK Partinin bir döneminin reformcu dönemimin simgelerinden bir tanesi. Kısmen daha “özgürlükçü” tavırları olmuş, sağcı bir siyasetçi olmakla beraber, bunu bir anda mümkün kılan bir aktördü. Bu koşullarda aniden çıktı ve aniden de söndü. Belki çıkışı da sönüşü de biraz tabiiydi. Çünkü problem orda, Abdullah Gül’ün siyasi sahneye çıkmamasıydı. Çıkıp, talep edip, koparan, yarışan bir adam olmaktan çok, siz anlaşın, bana gelin, benim üstünden hareket edelim tavrını ortaya koydu. Ama işte o mücadeleyi vermeyince başka siyasi partiler de daha kolay kaçıyorlar. Mesela Akşener, daha kolay kaçınca CHP de hemen onu takip etti. Ben o koşullarda bunun böyle oluştuğunu düşünüyorum. Bu çok daha ileriye bunu götürebilirsin. Amerika da bunu severdi, Avrupa Birliği de onu isterdi. Ve maalesef hayatımız da çok fazla komplo teorileriyle dolu olmakla birlikte o teoriler kolay şekillenmiyor. Yani, tabi Avrupa Tayyip beyi istemiyor. Amerika hiç istemiyor. Kürtler de istemiyor, muhalifler de istemiyor. Dolayısıyla baktığın zaman gitmesi çok kolay gibi gözüküyor ama öyle olmuyor. Bu iş öyle olmuyor çünkü onu destekleyen başka kesimler de var. Bu biraz onların sosyolojisiyle ilgili bir şey. Sosyolojik yapıyla ilgili bir şeydi o, Abdullah Gülle ilgili bir şeydi o. Abdullah Gül’le ilgili dönemde, o evrede diye düşünüyorum.

Cumhurbaşkanı sözcüsü Kalın ve Genel Kurmay Başkanı Akar, Gül’le ne konuştular. Bu konu hakkında bilginiz var mı?

Önce ben Genel Kurmay Başkanı’nın oraya gidip gitmediğinden emin değildim. Sonra ortaya çıktı. Çok kibar bir şekilde, “sen bu işe girmesen, Türkiye’de istikrar önemli”, Ortadoğu’daki durumlarla ilgili telkinlerde bulundular sanırım. Ama bunları nasıl yaptılar, hiçbir fikre sahip değilim, hiçbir bilgim de yok.

Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül’ün adaylığından korkmamıştır sanırım…

Olabilir, göndermiş olabilir. Yani bunun tersini de söyleyebiliriz. Korkmuş da olabilir. Yani, çünkü Abdullah Gül’ün adaylığı demek, Tayyip Erdoğan’ın çok güvendiği muhafazakâr kesimin tekelinin kırılması demek. Oradan %5 veya %10 bile kopsa, Abdullah Gül’e gitse, bu Tayyip Erdoğan için en vahim şeydir. Yani, Tayyip Erdoğan’ın AK Partiden ve HDP’den endişe edeceğini sanmıyorum. Zaten Güneydoğu’da İslami gelenekten gelen oylarla daha çok HDP ya da daha seküler milliyetçi çizgi etrafındaki oyların bölünmesi sabittir. Aralarındaki değişim %3-%5 olur. Seçimden seçime bundan daha fazla değişmiyor. Solcular açısından da durum böyle. Dolayısıyla, risk ne Tayyip Erdoğan için? Risk; muhafazakarların bölünmesi. Muhafazakârların bir kısmının başka partiye oy vermesi.

“Saadet Partisi’nin taşıyıcı olmaktan çok sembolik olarak büyük önem taşıdığını düşünüyorum”

Bu durumda, bunu Saadet Partisi yapabilir mi?

Yapamaz bence. Saadet yapabilir mi? Saadet çok yeniyi, umudu temsil eden bir siyasi gelenek değil. Her ne kadar, Karamolaoğlu çok sempatik, çok özgürlükçü bir dille sahalarda dolaşsa da, yani muhafazakârlar zannedersem o siyasi partiyi tanıyorlardır artık. Arkasında Oğuzhan Asiltürk’ün olduğunu, daha Erbakancı, daha ağır bir kriz devleti siyasetinin egemen olduğu bir yapı orası. Şöyle düşünmek lazım bakın: Mesele sadece siyasi değil. Şimdi muhafazakarların içinde, sınıfsal parçalanmalar ve dokular var. Zaten, Fazilet ve AK Parti’nin ortaya çıkmasını bunlar sağlamıştı. Yani, yeni bir burjuvazi oluşuyordu, yeni bir entegrasyon talebi vardı. Avrupa’yla ve Avrupa değerleriyle… Bu bir tür, önce Fazilet’i sonra AK Parti’yi doğurdu. Erbakan böyle yenildi. Şimdi bugün de böyle bir talep var mı? Kısmen var. Kısmen bir sınıfsal farklılaşma var, ok memnun değiller elitler ve sınıfsal olarak üstte olan gruplar, muhafazakârlar içerisinde de, Tayyip Erdoğan’ın izlediği bu tutucu politikalardan. Entegrasyonu engelleyen bu politikalardan. Bir de çok şahıslaşmış bir siyaset izlemesinden. Peki bunların yeni partisi, yani daha yeni bu sınıfsal hareketin itirazın zıplayıcı partisi Saadet Partisi olabilir mi? Laik kesim için; evet. Laik kesim için muhafazâkar, muhafazakârdır. Ama ben bu hassasiyetleri temsil eden bir siyasi parti olduğunu sanmıyorum.

Saadet Partisi’nin CHP ile ittifak içinde olması, muhafazakarlardan oy alır mı?

Çok fazla değil. Saadet’in orada bir cazibe olup olmayacağından emin değilim ama eğer %3 alacaksa toplam seçimlerde o oranları göreceğiz. O kadar alacak. Ama şu var; İYİ Parti oyunu yükseltebilir. HDP Güneydoğu’da oylarını yükseltebilir. O söylediğim küçük marjlar dediğim geçişler yaşanabilir. Her yerde yaşanabilir. Ve AK Parti, 2015 Haziran’ında gördüğü %40’ı karşısında görebilir. Bu müthiş bir şey. Burada daha önce MHP’ye oyları vermişti. Bu sefer biraz İYİ Parti’ye ve HDP’ye karşı kaybedebilir. Az miktarda Liberal’in verdiği oylar artık ona gitmez. Dolayısıyla, orada Saadet Partisi’nin taşıyıcı olmaktan çok sembolik olarak büyük önem taşıdığını düşünüyorum. Varlığı, o pozisyonda olması muhafazakârları oradan etkilemese bile bir miktar faydası olacaktır diye düşünüyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim vaatlerinde özellikle Güçlü Lider vurgusu ön plana çıkıyor. Daha önce, siz de Erdoğan’ın tabiatında Demokrat biri olmadığını söylemiştiniz…

Bunun Türkçesi; daha kavramsal olarak “istikrar” demek istiyor. Güçlü Lider önce birkaç şey demek. Muhafazakârlar açısından istikrar, siyasi istikrar, koalisyonlar olmayacak, kavgalar ve kaos olmayacak. Tek elden verilen kararlar yürütülecek. İkincisi, “bazı kuvvetli adımların muhafazakârlar açısından attım bundan sonra da atabilirim” mesajları veriyor. Bunu Kürt Meselesi’nde yaptı. Bunu İsrail’e karşı yaptı. Dış politik alanda kişiye bağlı riskler aldı. Muhtemelen bunun altını çiziyor. Bir başka altını çizdiği şey de Güçlü Liderle; Güçlü Devlet demek. Güçlü Devletten anlaşılan da siyaset karşısında bir tür asayişin ve devletin güçlü temsili demek. Bence vermiş olduğu mesajlar bunlar. Klasik sağ mesajları bunlar. Ve bu sağ mesajların karşılığı muhafazakârlarda var mı? Var. Olmasa zaten bu adam bu günlere gelmez. Bugün, Afrin olaylarında AK Parti’nin, MHP’nin oyları bir miktar yükseliyorsa, Türk milliyetçiliğinin hastalıklı boyutları bu meseleyi başka türlü görüp bunu destek haline çevirebiliyor. Benim anladığım, güçlü adam, güçlü lider, güçlü taşıyıcı…Bir de şunu hiçbir zaman unutmamak lazım. AK Parti muhafazakârlar için Tayyip Erdoğan demek. Niye? Onların alanlarını o açtı. Onları sistemin içine o soktu. Üniversitede öğrenciler okuyamıyordu bugün okuyorlar… Basın önemli ölçüde onların eline geçti ya da onlara boyun eğmek zorunda kaldı. Şimdi bu bir iktidar kavgası. Bu iktidar kavgasında, muhafazakarların bir kısmı açısından Tayyip Erdoğan onlara yol açan ve onları sistemin içine sokan bir adam…

“PKK’siz Kürt Sorunu’dan Kürtsüz Kürt Sorunu’na geldi”

Kürt Sorunu rafa mı kaldırıldı, çözüldü mü? Bitti mi, ne oldu? Erdoğan meydanlarda Kürt Sorunu’nun bittiğini dile getiriyor…

Geleneksel devlet dili vardır. Oraya bir geri dönüş yaptı AK Parti. AK Parti’nin hikayesini hatırla; Kürt Meselesinde 2002-2003 sonunda iktidara geldiği zaman, zaten tek taraflı ateşkesin olduğu, Öcalan’ın hapishanede iyice tecrit olduğu bir dönem. O dönemde herkesin umudu, Kürtlerin de umudu yükseldi. Fakat 2004, Avrupa Birliği kapısında gelindiğinde, Kürtlerin adının hiç zikredilmemesi yeniden çatışmaları başlattı. Tayyip Erdoğan hemen reaksiyon verdi 2005’te. Açılım, Kürt meselesi vs. O dönemde ilk defa “Kürt Sorunu yoktur ya da geri kalmışlık sorunundan başka bir şey değildir”in bir adım ötesine gitmeye çalıştı. “Hizmet ve siyasetle entegre edebilirim Kürtleri… Ben onları entegre edersem zaten PKK’nın da varlık nedeni ortadan kalkar” diye bir dönem geçti. Yine olmadı. 2009’dan sonra bu kez PKK ve Öcalan’la masaya oturarak Kürt Meselesi’ni tartışmak için değil de, silahı bıraktırmak için yol almak istedi. Kısmen becerebildi. 2013’ten sonrasını biliyorsun. Ama 2013’te özellikle Rojava’nın infilakı Kürt Meselesi’nin çapının, tanımının coğrafi olarak bir kere büyümesi ve genişlemesi, Türkiye içerisinde başlayan çok kuvvetli bir iktidar mücadelesi; Örgüt ve Devlet arasında Kobani olaylarıyla başlayan ve sonra devam eden… Bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ı inisyal (asli) projeye geri çevirdi: PKK’sız Kürt Sorunu. Oradan Kürtsüz Kürt Sorunu’na geldi. “Yani Kürt Sorunu diye bir şey yoktur… Nedir Kürt Sorunu? Kimlik haklarıysa; bireysel hakta kullanma imkanları verdik. Bizim limitimiz budur, bu limitle ilgili her şeyi verdik. Bundan daha fazlasını yapmayız. Yapmaya kalktık, kaybettik. 2015 seçimlerini bu yüzden kaybettik. Yapmaya kalktık, kamu otoritesini kaybettik.” Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın şu an için kafasında Kürt Sorunu’nu böyle gördüğünü düşünüyorum. Yani tamamen dış politik yayılma, büyük güçler mücadelesi sorunu ve terör ve şiddetin alanının daraltılması sorunu. Ama bu şu anlama gelmiyor. Tekrar eski günlere geri dönülmez değil, Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bile… Bir taraftan da görüşmeleri sürdürüyor. Yani sürdürüyor derken masada değil de haberleşiyor…

Kiminle haberleşiyor?

Yani Kürt tarafıyla haberleşiyor. Aslını bilmiyorum. Öcalan’ın bütün konuşmalarının kaydedildiği, mahkumlarla konuşmalarının kaydedildiği kesin. Öcalan’la devletin bazı unsurlarının görüştüğü, görüşmediğini varsayabilir misin? Görüşüyorlardır. Hep görüştüler, yine görüşüyorlar. Belki Hakan Fidan gitmiyordur. Başkaları gidiyor, bunlar kaydediliyor. Bu kayıtlar Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın önüne geliyor. Yani burası Türk devleti… Hapishanedeki Öcalan’ı her zaman izledi, takip etti. Yine aynı şeyi yapıyordur. Ama diğer taraftan, muhtemelen istihbarat örgütlerinin ben bazı aracılarla görüştüğünü düşünüyor. Dağın aracıları mı diyelim, Avrupa’daki adamların aracıları mı diyelim… Bunlar da Tayyip Erdoğan’a raporlar olarak giderler. Kapılar hiçbir zaman kapanmaz. Bu kullanılır, kullanılmaz başka bir tartışma. Varsayarak söylüyorum bunu… Yarın öbür gün Türkiye sıkışıp masaya oturmak zorunda kalabilir. Bunun hiç şakası yok. Bu bölgede ne tür dengeler evirilecek, Amerika-İran ilişkileri nereye savrulacak…

Olası ikinci tur ihtimalinde, muhtemelen oradaki kilit oy Kürtlerin oyudur. Tekrar Kürt Sorunu gündeme gelebilir mi?

Yok, o söz konusu olamaz. Bu durumu ne muhafazakârlar sindirirler, ne de Kürtler inanırlar. Bir de MHP’nin oylarını iyice kaybederler… Şu anda zaten uluslararası dengeler, Türkiye’nin angajmanları müsaade etmez. Birinci turda geçemezse, belki ikinci turda Kürt Meselesinde daha yumuşak bir söylem kullanabilir ama o kadar. Bir taahhütte gireceğini sanmıyorum. Kürt Meselesiyle ilgili asıl mesele, Ortadoğu. Ortadoğu’da Türkiye’nin derdi ne? Kürtler ilerlemesin. Kürtler özerk bir alan oluşturmasın. Çünkü orası hem bizim için risk. Yani Türkiye’nin Kürtleri, hem de PKK’nın yerleştiği, kökleştiği bir alan. Burada engelleyelim diye bakıyorlar. Bazı hamleler yaptılar. Çok ağır bedellerle bazı alanları kopardılar. Yani o koridorun oluşmasını engelledir. O kendileri açısından bir başarıdır. Ama bundan sonraki hedefi nedir: Bir tanesi Menbiç’tir. Menbiç’te böyle olacağını biliyorduk. Çünkü ABD ne Türkiye’den ne de Kürtlerden vazgeçebilecek durumda.

Dengeliyor mu?

Tabi ki, bu çocuk oyuncağı bir şey değil. Herkes ilkelere göre hareket etmiyor, çıkarlara göre hareket ediyor. ABD bölgeye yerleşmek zorunda, çünkü İran meselesi var. Kürtler de her anlamda en yakın müttefikleri. Ama Türkiye de koca bir NATO ülkesi ve yanı başında Türkiye’yle kavga etmek istemiyor. Dolayısıyla, hatta Türkler ve Kürtleri uzlaştıracak bir hamleler bile bekleyebiliriz Amerika’dan. Ama bugün itibariyle, “Münbiç’i Türklere vermiyorum ama Türklerin rahatsız olduğu YPG’yi de oradan Doğu tarafına çekiyorum.” Yani dolayısıyla, Türkiye alabileceklerini aldı. Daha fazla alabileceği bir şey yok. Kandil’e gitmek falan bir masal. Öyle konuşmak… “Vuruyoruz,” kaç yıldır vuruyor. O başka bir şey. Kandil’e gitmek demek; büyük kara operasyonu demek. Büyük kara operasyonu; İran’la, Irak’la, Amerika’yla pek çok açıdan anlaşmak demek. Ve çok da kolay değil. Çok ağır bedeller demek bu. Sincar (Şengal) PKK’nın Suriye-Irak bağlantısının en güçlü olduğu koridor. Orada da ancak Irak’la hareket ederse bir şeyler yapabileceğini biliyor. Dolayısıyla orada da gidip tek başına hareket edemez.

Dolayısıyla milliyetçilere yönelik söylemler…

Tabi, yani dediği şu: Ben Kürtleri tehlike görüyorum. Kürtlerin yayılma alanlarını kesmeye çalışıyorum. Bir tarafını kestim. Suriye’nin doğusuna bir şey yapamam, Fırat’ın doğusuna… Biraz Irak biraz İran’la ilişkileri düzelterek doğrudan PKK alanlarına müdahale de edemeden konuşuyor. Dolayısıyla şimdi buradan ne çıkar? sorusu kadar önemli olan bu tablonun ağırlığı nedir? Bu tablo ağır ve ciddi bir tablo. Türkiye’nin bütün angajmanları, Türkiye’deki Anti-Kürt ittifakı, oluşmuş olan MHP, BBP, AK Parti, ulusalcı ittifakının ana yapıştırıcısı bu. Bölgede Kürt devleti, tehlike ve bölünme vs… Şimdi bunun üstüne kurulan büyük bir paradigma ve büyük bir politika var.

“Muharrem İnce’nin “barışacağız” sözünü ben değerli buluyorum”

CHP bu seçimde farklı bir refleks gösteriyor. Özellikle CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin Kürtlere yönelik yumuşak mesajı ve yine Kürt Sorunu’nun çözümüne ilişkin 3B’sini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Söylem, söylemdir. Küfür edeceğine, sertleşeceğine, militan sayısının ölümünün çetelesini tutacağına, “barışacağız” sözünü ben değerli buluyorum. Bu dönemde değerli buluyorum. Ama şimdi konuşmanın zamanı mı değil mi, bunları bilmiyorum ama Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi soktuğu kurumsal anayasal durum o kadar vahim ki, Tayyip Erdoğan’dan uzaklaşabilmek, ondan kurtulmak için karşımıza birtakım kişileri çıkardı. Muharrem İnce bir kişi, bir parti ve bir program değil. Muharrem İnce’nin bir geçmişi yok. Benim bildiğim bir performansı yok. Ben bir gazeteci olarak şimdi araştırsam Muharrem İnce’nin nelerini bulurum sana. İktidar ve muhafazakârlarla ilgili söylediği ters sözler, Kürtler hakkında ettiği ters sözlerden tut İslamcılara ettiği ters sözlere kadar… Ama bunlar çok ahlaklı işler değil. Bunları yapmanın anlamı yok. Hayat devam ediyor. O da belki değişmiştir, önüne bakıyordur. Ama şöyle bir durumla karşı karşıyayız biz: Tayyip Erdoğan gitsin diye onu kim götürebilecekse ona destek verme halindeyiz. Bu çok apolitik bir şey. Niye apolitik? Dediğim gibi program yok, toplum-siyasetçi bağı yok, angajmanlar yok, ne yapılacağını bilmiyorum. Senin söylediğin 3B’yi biliyorum. 3B’yi ben de söylerim sen de söylersin.

Muharrem İnce’nin 3B’si Erdoğan’ın daha önceki Kürt Sorunu’nun çözümündeki tutumundan daha mı geri bir tutum?

Olabilir. Ben bunları çok ciddiye de aldığımı da söylemiyorum, söyleyemem. Çünkü seçim döneminde böyle çok büyük laflar edilir. Ama dediğim gibi CHP adayının “barış” demesi bile, terör yerine barış demesi bile bir şeydir. Kazanırsa zaten bir tek Muharrem İnce’yle o iş olmaz. Kazanırsa, muhtemelen partisi devreye girecektir, meclisteki ittifak devreye girecektir. Orada yeniden böyle bir koalisyon tarzı bir şey oluşturulmaya çalışılacaktır. Hemen böyle barış masasını kuracak gibi bir şey beklemeyin. Yani iktidarı kazanan önce devletle karşılaşır, devletin gerçekleriyle karşılaşır. Onun gereklerini idrak eder ondan sonra o güzel ve değişimci siyaset devreye girer. Kaldı ki burada değişimci bir model de yok ortada, olsa modelimiz o modeli biz devlete de dayatırız diyeceğiz ama öyle bir model de yok. Onun için apolitik diyorum. Moral bozmayalım, umarım Tayyip Erdoğan’ı biri yener.

İZNEWS | Ercan Ekinci
Editör: Haber Merkezi