İnce, mitinglerde restorasyondan sözediyor. Güçlerin ayrılığı, eğitim, diplomasi, sağlık gibi alanları mutlaka yeniden düzenlemek gerek. Peki medya ne olacak?









Bütün muhalefete umut veren Muharrem İnce, dikkat edin bir çok cümlesine, ‘’Ben Cumhurbaşkanı olunca…’’ diye başlıyor. Keza, TV ya da yazılı basındaki söyleşilerde de muhabirler İnce’ye soru sorarken ‘’Cumhurbaşkanı olduğunuzda…’’ ibaresini sık kullanıyor. İnce, psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş durumda. Bu vaziyet, Akşener ve Karamollaoğlu’nu da etkiliyor, onlar da eskiden olmadıkları kadar demokrat ve muhalif bir profil çiziyor. Hele bir de Selahaddin Demirtaş özgür olsaydı ve kampanya yapabilseydi, Erdoğan maça 4-0 mağlup başlayacaktı. Kaçınılmaz olarak Erdoğan’ın sesini kısan bu siyasi atmosfer sayesinde AKP lideri gerçek olmayan açıklamaların yanısıra mantık dışı konuşmalar yapmaya başladı. Kendisinin kimyası bozulmuş durumda. Aktroller sustu, yandaş kalemler debeleniyor, Cumhur İttifakı miting alanlarının yarısını bile dolduramıyor. Bahçeli ile kapışma da işin cabası.



İnce, seçildikten sonra, Anayasa’da var olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin kendisine tanıdığı yetkileri kullanarak iki yıl içinde iyileştirilmiş parlamenter sisteme dönüleceğini vaat ediyor. Bu 24 ay, Restorasyon Dönemi olacak. Adaletten başlayarak her sektörde özgürlükçü, demokratik, adil, eşitlikçi bir yaklaşımı uygulayacaklarını söylüyor İnce. Belli ki dosyalarına hakim, belli ki arkasında deneyimli bürokratlar, bilgili, parlak gençlerden oluşan dinamik bir ekip var. Kendisi de isim vermeden açıkladı zaten. Bu ekibin bir kısmı CHP’den ama galiba çoğunluğu İnce’nin kendi oluşturduğu takım. İlginç ve önemli bir nokta, İnce’nin vaatleri arasında eski zihniyeti değiştirmek, hayal kurdurmak, utanma duygusunu yeniden canlandırmak, gülümsetmek gibi üstyapıya ilişkin tayin edici alanlar var. Bu söylem, CHP’li olmayan seçmeni de İnce’ye yaklaştırıyor. Üstelik kendisi eğitmen olduğu için, insanların düşünme yeteneğini nasıl geliştireceğini bilen bir politikacı. Yaklaşımı da özgürlükçü ve katılımcı. CHP’nin kadim jakoben anlayışından uzak. Mesela Kürt meselesi konusunda TRT’nin bir kanalının bir yıl boyunca bu konuya ayrılacağını, herkesin konuya ilişkin görüş ve önerilerini serbestçe bu ekranda tartışacağını tasarlıyor. Güzel.



Restorasyon ya da bozuğu düzeltme, ihya etme, yeniden kurma kolay bir süreç değil. AKP’nin 16 yıldır başta hukuk olmak üzere, eğitim, sağlık, diplomasi, medya, çevre… vs… alanlarında gerçekleştirdiği yıkım ve yozlaşmayı düzeltmek uzun vadeli politikalar, perspektif ve uzman kadrolar gerektiriyor. Mesele, eskiye dönmek değil, enkazı kaldırıp yepyeni bir yapı kurmak. Bunu da toplumun onayı ve desteği ile gerçekleştirmek lazım.



İnce’nin konuşmalarında restorasyon döneminde medyaya ilişkin ayrıntılı bir plan-program henüz gündeme gelmedi. Ama TRT konusunda mesela, hakiki bir kamu yayıncılığının işaretlerini verdi. Yandaş medya dahil bütün gazetecileri özgürlüğe kavuşturacağını söyledi. Cumhurbaşkanını eleştiren gazetecilerin hapsedilmeyeceğini, İnce’nin uçağına geleceğini vaat etti. Gazetecilerle tartışmaktansa, üniversite öğrencileri ile tartışmayı tercih edeceğini de açıkladı. Bu da güzel. Ama medya, hukuktan, İnsan Haklarından, Özgürlükten bağımsız, ayrı bir mecra olmasa da, tek başına ayrıca ele alınıp, değişim/düzeltme yani restorasyon stratejisine ihtiyaç duyulan bir alan. Yani, medyada neyi nasıl değiştireceğiz? Bu değişimi hangi araçlarla, nasıl bir kadroyla hayata geçireceğiz? Bu strateji, önem sırasına göre hangi amaçlara hizmet edecek? gibi sorulara ayrıntılı, derin, sağlam, kanıtlı yanıtlar hazırlamak gerekir. Medya mülkiyeti meselesi nasıl çözülecek? Yandaş medya ne olacak? Bugün uluslararası alanda hem teorik hem de mesleki büyük bir sorun haline gelen ‘’Fake News’’ problemi ile nasıl mücadele edilecek?



Zihniyet değişiminde önemli bir rolü olan hatta belki de en önemli araçlardan biri olan medyayı restore etmek için, iletişim bilimciler, sosyologlar, basın hukuku uzmanları, gazeteciler, basın meslek örgütlerinin temsilcileri, siyasal bilimciler, bilişim uzmanları ve medya okur yazarlık bilinci yüksek yurttaşlardan oluşan, özgün konular üzerinde çalışacak komisyonlar kurarak işe başlayabiliriz.



İlk aşamada hiyerarşi gözetmeksizin, eşzamanlı olarak 3 temel alan ele alınabilir:



  • Mevzuatın yeniden düzenlemesi


  • İletişim Fakültelerinin yeniden yapılandırılması


  • Mesleki ortamın kendini yeniden kurması




Türk mevzuatında Orman Kanunu dahil neredeyse her kanun, tüzük ve yönetmelikte basına ilişkin hükümler bulunuyor. Bunların topyekün gözden geçirilmesi, kısıtlayıcı hükümlerin ayıklanması, özgürlükçü bir yaklaşımla, radyo, TV, sosyal medya dahil, düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü ilgilendiren tüm hükümlerin toplanarak tek bir İletişim Kanununda birleştirilmesi olumlu bir adım olur. Medya mülkiyetinden gazetecilerin çalışma koşullarına, okurun hak ve görevlerinden sendikanın konumuna kadar tüm alanlar, Batı standartları temel alınarak, ilgili tüm tarafların görüşleri hesaba katılıp, yapıcı bir tartışma sürecinden sonra uzlaşmayla yeniden kaleme alınmalı. Sözkonusu aslında sadece teknik ya da hukuki bir çalışma değil. Çünkü bu İletişim Kanunu, esas olarak özgürlükçü, çoğunlukçu, katılımcı bir perspektifle oluşturulur, Türkiye’nin ve mesleğin/sektörün özelliklerine uygun bir şekilde tatbik edilecek şekilde Meclis’ten çıkarsa, yasal alanda önemli bir güvence sağlanmış olur. Fransa’da Mitterrand’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde çıkarılan Hersant Yasası ile bu aralar Macron’un üzerinde çalıştığı ‘’Fake News’’ yasası olumlu örnekler değil. Buradan yola çıkarak, konunun esas olarak ve sadece yasal düzenleme ile çözülemeyeceği gerçeğini de unutmamak gerekir. Sorun ideolojik ve siyasi.



 



İletişim Fakülteleri, gazeteci, medya yöneticisi yetiştiren eğitim kurumları olarak önemli. Ne var ki Türkiye’de iletişim eğitimi, teorik düzeyde kalmanın yanısıra akademik özgürlüklerin çok sınırlı olması nedeniyle, daha çok resmi ideolojinin yaygınlaştırılması ve meşrulaştırılması hedefini güdüyor. İletişim Fakültesi mezunlarının en fazla yüzde 25-30’u mezun olduktan sonra medyada iş bulup çalışabiliyor. Bu fakültelerin bir başka sorunu da, artık Batı’da değiştirildi, gazetecilik mesleğinin 4 yıllık lisans eğitimi gibi uzun bir süreye gerek duymaması. Mevcut durumda iletişim fakülteleri, az çok her şeyden birazcık bilgi veren ama hiçbir şeyi, bu arada altyapı eksikliği nedeniyle, gazetecilik tekniklerini bile doğru dürüst öğretemeyen kurumlara dönüştü. Gazeteciliğin temel ilkeleri, en fazla iki yıllık bir master programı hatta 2 yıllık bir meslek yüksekokulunda öğrenilir. Genç gazeteci adayı önce 4 yıllık bir sosyal bilim fakültesinden mezun olur. Böylelikle hiç olmazsa, tarih, coğrafya, sosyoloji, hukuk, psikoloji, edebiyat…vs… gibi bir alanda bilgi sahibi olarak gazetecilik tekniklerini öğrenip mesleğe başlayabilir. Burada da sorun teknik ya da pedagojik değil, ideolojik ve siyasi bir sorun var ortada. İletişim fakülteleri resmi ideolojinin basındaki memurlarını mı yetiştirecek yoksa kendi devletine, kendi toplumuna, kendi çevresine, tüm iktidarlara eşit uzaklıkta, eleştirel, sorgulayıcı yaklaşan, kamu çıkarını savunan, bilgili ve bilinçli yurttaşların kamuda aktif olmalarını sağlayacak haber ve yorumları yayınlayan bir profesyonel mi yetiştirecek?



Nihayet, ana hatları ile mesleki ortamın yeniden kurulması aşamasında, sendikanın öncülüğünde, tüm gazetecilerin ve ilgili okurların da mutlaka katılacağı, Türk basın tarihi ile yüzleşme sürecini başlatmak gerek. Osmanlı dönemini bir kenara bırakırsak, 1923’den bu yana medya-iktidar ilişkilerinin dökümü ve değerlendirilmesi, tek tek gazete sahibi, köşe yazarı ve muhabirlerin devletle/hükümetle ilişkilerindeki aksaklık, çarpıklık ve yozlaşmanın eleştirisi/özeleştirisi yapılmadan, yani olumsuz geçmişteki zihniyet açık yüreklilikle yapısökümü yöntemi ile fikri ve pratik olarak yıkılmadan ilerlemek mümkün değil. Aynı bilanço çalışması belki 1980’den ya da 2002’den bu yana da yapılmalı.



Bugünkü yandaş medyanın yarattığı kızgınlık ve nefret ortamında, kimi iktidar yanlısı medya yöneticisi, köşe yazarı ya da TV şahsiyeti konusunda ‘’Bunları Guantanamo’ya göndermek gerekir’’ şeklinde öneriler duydum. Hayır. Sözkonusu kişiler, herhangi bir yasayı çiğnememişlerse, yasal bir yaptırıma tabi tutulmamaları gerekir. Bu yöntem, Altan kardeşler ya da Ahmet Şık örneklerinde görüldüğü üzere, mevcut iktidarın benimsediği bir yöntem. Demokratik bir iktidar, bu konuyu öncelikle meslek örgütlerine ve okurlara bırakır.



Gazeteci Sendikasının önderliğinde Basın Şûrası niteliğinde bir kurum, yakın geçmişte meydana gelmiş, vahim ve kasıtlı mesleki sapmaları somut olarak inceler. İtham edilen kişilere savunma hakkını sağlar. Bilahare olumsuzluğu kayıt altına almak için, mesleki yaptırımlar uygular. Belgelere dayalı teşhir, en sık başvurulabilecek yaptırım olabilir. Yaptırımlar meslekten kesin ve sonsuz ihraçtan özeleştiri/tekzip yayınlamaya, sınırlı süreli olarak meslekten ihraçtan yasa ihlali durumunda dosyayı savcılığa iletmekle sınırlı olabilir.



Şûra kesinlikle intikamcı davranmaz. Sadece olumlu ve sağlam bir gelecek için geçmişin olumsuz ve çürük pratiklerinin/ yaklaşımlarının tekrarını önlemeye çalışır.



Bu arada şunu da unutmayalım: AKP iktidarı Gülen cemaati ile birlikte kurduğu kumpas ve komploları meşrulaştırmak ve yaygınlaştırmak için çok sayıda yandaş kalemden destek aldı. Bu komplolar sonucunda çok sayıda insan haksız yere yargılandı, mahkum oldu, kimisi vefat etti, intihar edenler de var. Yandaş medyanın kimi kalemleri, bilmeden/kaza sonucu mesleki hata filan yapmadı. Bilinçli ve bilgili olarak yani kasten bu komploda görev aldı. Bu konu, meslek örgütünü değil adliyeyi ilgilendiren, yargının yetki alanına giren bir konu. Kumpas ve komplonun mimarları ile birlikte yazıcılarının ve propagandacılarının da yargılanması elzem. Yasanın çiğnendiği bir alanda, tekzip, özeleştiri, özür dilemek mevzu olamaz.



Erken seçim telaşı nedeniyle kesintiye uğrayan, ayrıntılı ve sürekli olarak işlemeye çalıştığım Gazeteciler Meclisi, yapısını genişleterek, bu yazıda önerdiğim Basın Şûrası işlevini de görebilir.



Editör: Haber Merkezi