“Artık Sessizlik Bile Senin Değil” kitabına ve ismine dair konuşan Yazar Aslı Erdoğan, “Sistem dilini de çalabilir. Kutsal sözcüklerini de çalabilir. Hatta sessizliği bile çalabilir. Sessizlik bile işgal edilebilir” ifadelerini kullanırken, yazılarından suç üretenlere karşı “Ben edebiyat hayatıma başladığımdan beri asıl meselem ‘kurbanı’ anlatmaktır. ‘Kurbanın acısını’“ diyor.

Kaleme aldığı 8 kitabı ve çeşitli köşe yazılarıyla hem ülkede hem de dünyada edebiyat alanında önemli bir yer edinen Yazar Aslı Erdoğan, kendine özgü dili, kitaplarında bir olayı, olguyu veya acı ile tanıklığı anlatma derinliği ve kurgusuyla da dikkat çekiyor. Şuana kadar birçok ödül de alan Aslı Erdoğan, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatılan Özgür Gündem Gazetesi’nin Yayın Danışma Kurulu’nda yer alması ve yazdığı yazılar gerekçe gösterilerek “örgüt üyeliği”, “örgüt propagandası” ve “halkı kışkırtmak” suçlamalarıyla 19 Ağustos 2016 tarihinde tutuklandı. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde 4 buçuk aya yakın süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye olan Aslı Erdoğan, 3 yıla aşkın süredir yurt dışında sürgün hayatı yaşıyor. Erdoğan, devam eden dava süreci, sınırlar, mültecilik, sürgün hayatı, kitaplarında üzerinde durduğu ve anlatmaya çalıştığı “tanıklığı” ve “yıkımı” Jiyan Haber’le paylaştı.

‘DAVA UZADIKÇA UZUYOR’

-Sizin gibi birçok yazar, şair, sanatçı ya gözaltı ya da tutuklama ile karşı karşıya kaldı. Yargılandığınız dava ise 28 Kasım’a ertelendi. Sizce nasıl bir karar çıkar. Karar olumlu çıkarsa dönmeyi düşünüyor musunuz ve yaşadığınız sürgün hayatında geride bıraktığınız ülkede özlem duyduğunuz bir şey var mı?

Benim davam uzadıkça uzuyor. 1 yıldır savcı mütalaa vermedi. Mütalaa dördüncü kez ertelendi. Bu Türkiye koşullarında bile çok sık görülen bir şey değil. Olumlu mu yorumlamalı, olumsuz mu bilemiyorum.  Demek ki bana ne yapmak istediklerine  henüz karar veremediler diye düşünüyorum. Ben bu dava sürecini şöyle yorumluyorum: ‘ayağımızın altından çekil. Geri dönme.’ Zaten baştan aşağı hukuksuz bu davada beraat etsem de, bu saatten sonra çok bir anlamı var mı?

‘MUTLAK SÜRGÜN APAYRI’

Herhangi bir röportajda söylediğim herhangi bir cümleden, bir sözcükten  3 sene, 5 sene, 7 sene, bilmem ne diye yüzlerce senelik dava açabilirler. Delilmiş, kanıtmış, hukukmuş böyle şeylerin  artık kıymet-i harbiyesi yok. Onun için bu davanın sonucu çok ta belirleyici değil. Ne olursa olsun şuan dönmem biraz zor görünüyor. Elbette yetişkin hayatımın 10 yılını yurt dışında geçirmiş biriyim. Yurt dışında yaşamak, yarı sürgün durumu, gönüllü sürgün durumu mutlak sürgünden apayrı.

ÖZLEM…

Asla ve kat’a dönememek, dünyanın geri kalanını cezaevine çeviriyor. Sürgün acısını anlatmak çok zor… Herkes bizi çok özgür ya da görece özgür sanıyor. Şuan sanatçıların, akademisyenlerin özellikle gazetecilerin pek çoğu ya  “içeride” ya “dışarıda”. Başka bir seçenek bırakmadılar açıkçası. “Dışarıda” olanların durumu da pek imrenilecek bir durum değil,  sanılandan daha güç. Elbette insan  aidiyet duyguları güçlü olmasa bile “vatanını” özlüyor. Bir hayali vatan yaratıyorsun, bu vatanı kurguladıkça kurguluyorsun. Belki bir  tek kişi, bazen ölü bir kedi. Ben kedimi çok özlüyorum. Annemi çok özlüyorum. İstanbul’u özlüyorum. İnsan ölmüş bir kediyi canlı bir kediden daha fazla özleyebiliyor.

‘ASIL MESELEM KURBANI ANLATMAK’

-Tutuklanmanız ile birlikte yazdıklarınızdan dolayı fikir özgürlüğünüz, yaşananları anlatma ya da yaşananlara karşı insani olarak hissetme, acı duyma, empati gösterme duygunuz da birileri tarafından “tehdit” olarak görüldü ve siz bu çizilen “yok sayma, görmezden gelme” çizgisinin dışında kalarak birilerinin acısını anlatmaya çalıştığınız için özgürlüğünüz kısıtlandı. Sonrasında da yurt dışı süreci… Peki, şuan hissettiklerinizi, anlatmak istediklerinizi özgür dile getiriyor musunuz? Özgür hissediyor musunuz?

Şöyle diyeyim. Geçenlerde onursal doktora aldım Fransa’dan. Edebiyatım üzerine yapılan konuşmada biri dedi ki  ‘bu cümleleri yazmış birinin cezaevine girmesi ne tuhaf.’ Hakikaten benim için bu “planı” yapanlar ya beni hiç okumadılar ya da bu derin çelişkinin farkında bile değiller ya da umursamıyorlar. Edebiyat hayatıma başladığımdan beri (ki köşe yazarlığım da bunun bir parçasıdır) asıl meselem ‘kurbanı’ anlatmaktı. ‘Kurbanın acısı.’ Kendimde kurbanım bazen. Bazen biraz daha katilim. Bazen biraz daha tanığım. Ben travma üzerine yazıyorum ve köşe yazarlığına başlayınca da elbette ister istemez kendi coğrafyamda, kendi zamanımda olan vahşetin bir tanığı olmak zorundaydım.

‘HİÇBİR DEVLETİN SUÇ İŞLEME HAKKI YOKTUR’

Yazarlık meselesi, entelektüel dürüstlük meselesi, insanlık meselesi… Yani aslında ben sadece işimi yaptım. Bu yüzden devletin üzerime polisiyle, savcısıyla gelmesi hakikaten en hafif deyimiyle “skandal”! Türkiye devletinin de hiçbir devletin de suç işleme hakkı yoktur. Adam öldürmek, insan öldürmek hakkı yoktur ve bu, barbarlık boyutuna vardığında her insanın görevi de bunu en azından dile getirmektir. Tanıkları  susturmaya çalışıyorsanız suçlu olduğunuzu bütün dünyaya siz kendiniz  ispatlamış olursunuz. ‘Cizre’de ne oldu’ sorusunu  araştırmak devletin görevi. Orada ölümlerin hesabını  sormak, vermek  devletin varoluş nedeni…

‘İKİ KELİMEYİ BİLE YAN YANA GETİRMEK SUÇ OLDU’

Türkiye’de geldiğimiz nokta öyle bir ülke olduk ki insan öldürmek serbestleşti kimileri için. Kimileri için iki cümleyi, kelimeyi yan yana getirmek bile müebbetlik bir suç oldu. Elime silah alıp on kişiyi tarasam da müebbetle yargılanacaktım. Ha evet Kürtleri tarasam belki ceza davası bile açılmayacaktı. Kuşkusuz önce cezaevi sonra sürgünle  bir bakıma benim dilimi kestiler. Hedefleri buysa. Beni bu kadar ciddiye almalarına şaşırdım aslında. Benim üzerimden başkalarına  gözdağı vermekse hedefleri bir korku ülkesi yaratmaksa, korku eşiği aşılabilir bir şey.

‘ÖZGÜR OLDUĞUMU DÜŞÜNMÜYORUM’

Şuan yazdığım bir gazete yok. Teklifleri kabul edersem, Avrupalı okura seslenmek zorundayım. Bu bile başlı başına bir kısıtlama. Öte yandan polis korkusu olmadan geceleri uyuyabilmek te bir lüks! Bir ölçüde özgürleşmek diyelim ama tabi ki de özgür olduğumu düşünmüyorum. Hoş bir slogan gibi geliyor kulağa ama ‘ya hep beraber ya hiçbirimiz’, şimdi anladım ki  çok doğru bir slogan. Hakikaten kendi başına özgürleşmek çok ta mümkün değil.

-Ülkeden gitmek zorunda kalan hem bir yazar hem de sürgünde olan bir Aslı Erdoğan olarak mültecilik, sınırlar ve bu sınırlar nedeniyle yitirilen hayatlar size ne hissettiriyor? Sizce nedir sınır ve mültecilik?

Çok önemli bir soru. ‘Sınır nedir? Her yerde ve herkesin arasında olan bu sınır nedir? Neden aşılmazdır bu sınırlar? Seninle benim aramda bir koridor açabilir miyiz? Buluşabileceğimiz, hiç kimseye ait olmayan bir alan yok mu? Bu alanın varlığına inandığım için edebiyat yapıyorum zaten. Edebiyat tam da burada seninle benim aramdaki koridorda buluşmaktır. Ben kendi hikâyemi anlatırım senin hikâyen olur, senin hikâyeni dinlerim benim hikayem olur. Burada “biz” sınırı en azından geçici bir süre için aşmışızdır.

‘SINIRLAR DERİNLEŞİYOR’

Çok kötü bir dönemden geçiyoruz. Bütün  dünyada sınırlar belirginleşiyor, derinleşiyor, mutlaklaşıyor. Duvarlar yükseldikçe yükseliyor. Duvar  örme vaadiyle birileri başkan seçiliyor. Öteki dikenli tellerle çeviriyor ülkesinin etrafını. Gerçekten korkunç bir dönem. Ben de böyle bir dönemde mülteciyim. Önceleri hiç hoşlanmadığım bir yaftaydı benim için ‘mültecilik’ ama şimdi yavaş yavaş kabulleniyorum. Zor… “Suriyeli mülteciler” dediğimiz o teknelerle, kayıklarla, botlarla kaçanlar arasında aslında pek çok Türkiyeli entelektüel de var. Ben onlardan biri değilim. Yasal yollarla çıktım Türkiye’den. Hatta neredeyse yasal yollarla kovuldum. Kimileri akademisyen, kimileri çok rahat bir hayatın içinden gelmiş her şeyini bir anda kaybetmiş kendilerini küçücük bir botun içinde bulmuşlar…

‘TRAJEDİNİN TAM ORTASINDAYIM’

Çok trajik pek çok hikâye biliyorum. Beni en çok üzenlerden biri Dev- Lis (Devrimci Liseliler) Davası’ndan yargılanan 21 yaşındaki (Mahir Mete Kul) genç bir arkadaşın ceza alma korkusuyla Meriç (Nehri) üzerinden kaçmaya çalışması ve bot devriliyor. Çocuk donarak ölüyor. Onun gibi o kadar çok hikâye var ki. Çok büyük bir trajedi. Ben de bu trajedinin tam ortasındayım.

‘BİREYİN İÇ DÜNYASINDAKİ YIKIMINI ANLATAN YAZILARDI’

-Gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarınızdan derlenen ve “Artık Sessizlik Bile Senin Değil” başlığıyla çıkan kitabınızda “senin olmayan sessizlik” kimin sessizliği ya da neyin sessizliği? Neden sessizlik bile senin değil?

Tutuklandığımda  bir yazı dizisi planlıyordum. “Faşizm Güncesi” de yazıların bir parçasıydı. Provokatif bir başlık ama başlığı dışında aslında ‘provakatif olmayan yazılar’ hatta ilk okuyuşta ‘siyasi bile görülmeyen yazılar.’ Türkiye’de yaşadığımız dönemin  bir birey  üzerindeki etkilerini sorgulayan yazılardı. Yani tanıklığın getirdiği yıkım. Faşizmin getirdiği yıkım. Faşizm sözcüğünü elbette dikkatlice kullanmak gerekiyor ama artık Türkiye’de özellikle 2016 yılı için kullanılacak başka bir deyim bulmak çok zor. Faşizan yöntemleri seve seve uygulayan bir ‘diktatörlük de’ diyebiliriz.

‘SESSİZLİK BİLE İŞGAL EDİLEBİLİR’

Bireyin iç dünyasındaki parçalanmayı, savrulmayı, dağılmayı  anlatan yazılar yazıyordum.“Artık Sessizlik Bile Senin Değil” de bu yazılardan biridir. Sığındığın sessizliğin bile senden çalınması. Sistem, insandan dilini de çalabilir, kavramlarını, Kutsal sözcüklerini de çalabilir. Hatta sessizliği bile çalabilir. Sessizlik bile işgal edilebilir.  O günlerin, Cizre’nin, yangınların, ölümlerin bizi  içten içe nasıl yıktığını  hikâyeleştirmeye çalışan yazılardı. Yazmak istediğim kitabı yazamadım. Ben de anlatmaya çalıştığım ‘faşizmin kurbanı’ olarak hapse girdiğim için yarıda kaldı bu.

“ARTIK SESSİZLİK BİLE SENİN DEĞİL” YARIM KALMIŞ BİR KİTAP

“Artık Sessizlik Bile Senin Değil” aslında tamamlanmamış bir kitaptır. Belki bir gün geri dönerim.  Birebir kurban değilsin ama senin çok yakınında insanlar öldürülüyor, katlediliyor. Bir toplumsal dönüşüm gerçekleşiyor. Sana ne oluyor bu arada? ‘Ben’ dediğin çemberin içinde neler kayboluyor, neler yıkılıyor? Ne gibi oyunlar, yalanlara sığınıyorsun bu yıkımı kendi gözünden gizlemek için?  “Artık Sessizlik Bile Senin Değil” bir Yunan şairden (Yorgo Seferis) alıntılama dizedir. İşgali anlatır. Kendi yurduna, işgal edilmiş  adasına bakıyor, sessizliği dinliyor. Yok, artık bu bile benim değil. Bu bile işgal edilmiş. Bu bile alınmış elimden. Çok güzel bir şiir, benim sayfalarca yazımdan daha fazlasını anlatıyor.

HASANKEYF’TEKİ YIKIM

-Son olarak birçok tarihi ve kültürel kimliğe sahip yerler yıkılıyor, tahrip ediliyor. Bu yıkım aynı zamanda hafızanın ve tanıklığın yok edilmesidir. Yazılarınızda, kitaplarınızda özellikle “Tanık”, “Yıkım” ve “Sessizlik” arasında kalan bir duygu, çığlık ya da ölüm çokça hissediliyor. Bununla beraber Hasankeyf’teki tarihi, kültürel ve doğal hafıza, insanlar, canlıların yanı sıra tanıklıkta yok edilerek zorla göç gibi bir yıkım sürecinden geçiyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yakın tarihimizin sürekli tekrarlanan teması. Hatta çok iddialı olacak ama Türkiye Cumhuriyeti zaten bunun üzerine kuruldu. Türk kimliğinin inşası zaten “ötekinin” icat edilmesi ve  yok edilmesi üzerine kuruludur. 30 ayrı dil konuşan bir kitleyi bir kimlikte birleştirmek için hep “öteki” kurban edildi. Bu önce Ermenilerle başladı, Rumlarla devam etti. Kürtler ve Aleviler hep elimizin altındaki kurbanlardı. Tabi burada sadece bireyler öldürülmedi. Burada halkların bellekleri de yok edildi her zaman. Kırımın sonuna kadar gidilebilmesi için, kırımcılar iyi bilirler ki, insanları öldürmek yetmez, onların belleklerinin de silinmesi gerekir.

Eski bir cümlem : “Bu binanın temelinde cesetler gömülü.” Bu politika da hala sürüyor. Hasankeyf’te katledilebilir , doğa da, tarih de katledilebilir. Ormanlar, Köyler, İnsanlar yakılabilir. Türk milliyetçiliğini gaza getirmek söz konusuysa, politik ya da ekonomik çıkarlar söz konusuysa bunların hiç kıymet-i harbiyesi yok. Özellikle Kürt şehirlerinde, Kürt coğrafyasında  maalesef bu  devlet geleneği daha da vahşice uygulanır. (Sonya Bayık- Jiyan Haber)



Editör: Haber Merkezi