İSTANBUL - 95 yılını geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut durumunu Osmanlı’nın son dönemine benzeten Öcalan’ın avukatı Emran Emekçi, cumhuriyetin yaşadığı krizin Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet” fikriyle aşılacağının altını çizdi.


Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 95’inci yılını geride bıraktı. Türkiye’de kurulan cumhuriyetin 95 yılda geldiği aşamayı PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet” tezine dikkat çekerek değerlendiren avukatı Emran Emekçi, Öcalan’ın İmralı sürecine kadar “Türkiye Cumhuriyeti” tarihini üç aşamalı olarak değerlendirdiğini söyledi. Öcalan’ın 1 Nisan 1923’te çoğulcu toplumsal yapıyı temsil eden “Birinci Meclis”in feshedilmesinin demokratik cumhuriyet sürecini tersine çevirmenin ilk adımı olarak gördüğünü ifade eden Emekçi, Öcalan’ın bu dönemi “Otoriter Cumhuriyet Dönemi (1924-1950)” olarak adlandırdığını söyledi.


Cumhuriyetin kuruluşu ve gelişim aşamasına ilişkin sorularımızı Öcalan'ın avukatı Emran Emekçi cevapladı.


Öcalan, Cumhuriyetin kuruluş öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını dönemin kapitalist hegemon gücü İngiltere’nin müdahalesine ve bu nedenle Türk-Kürt ilişkilerinin bozulmasına bağlıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?


Evet, Öcalan Tarihte Kürt-Türk ilişkilerinin stratejik olduğunu, bin yıllık bir tarihi olduğunu, bunun hem Kürtlerin hem de Kürtlerin yararına bir ilişki olduğunu her seferinde dile getirmiştir. Bu ilişkinin bozulma sürecini 19. yüzyılda İngiltere’nin başat olduğu kapitalist hegemonyanın bölge politikalarına bağlıyor. Ondan önceki hegemonya İspanya, ardından Fransa imparatorluğundaydı. İngiltere bu dönemde etrafı imparatorluklarla çevrili küçük bir adada sıkışmış haldeydi, bu imparatorluklar, onun hegemon bir güç haline gelmesinin önünde engel olarak duruyordu.  Dolayısıyla parçalanması ve zayıflatılması gerekiyordu. Bunun için Yahudi entelektüel ve sermaye çevrelerinin de desteğini alarak ulus-devleti icat ettiler. Zaten bu zihniyetin kökeni Tevrat’tan beri ‘Tanrının seçkin kulları’ olarak ifade edilen Yahudi kavmiyetçiliğinde vardı. Bu anlayışı ulus-devlet olarak güncellediler.  Bununla Fransa imparatorluğunu (XIV. Louis idamı) ardından İspanya, Avusturya ve en son Osmanlı imparatorluğunu parçaladılar.


Bu anlayışın Osmanlı İmparatorluğu’na yansıması ne oldu?


Ulus-devlet ve milliyetçilik akımları sadece Kürt-Türk ilişkilerinin bozmakla kalmadı, imparatorluğun da sonunu getirdi. Dikkat edilirse 19. yüzyıl aynı zamanda Osmanlı’nın çöküş sürecidir.


Bu anlayışın Osmanlı İmparatorluğu’na yansıması, Osmanlı siyasal yönetim anlayışını ve birliğini parçalayan sonuçlar yarattı. Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu çok milletli bir yapıydı ve diğer milletlerle esnek bir siyasi birlik üzerine kurulmuştu. Kürtlerin de 16. yüzyıl başlarındaki Amasya Protokolü temelinde kabul görmüş bir statüleri vardı; feodal otonomi, eyalet, hükümet, yurtluk denen siyasi yapılanması vardı. Ancak 19. yüzyıl ile İngiltere’nin müdahalesi ile başlayan Osmanlı siyasi yapısını esnek ve kapsayıcı niteliği, hegemonya yararına dayatılan merkezileştirme politikaları nedeniyle bozulmuş, bilinen 19. yüzyıl Kürt isyanlarına yol açmıştır. Ulus-devlet ve milliyetçilik akımları sadece Kürt-Türk ilişkilerinin bozmakla kalmadı, imparatorluğun da sonunu getirdi. Dikkat edilirse 19. yüzyıl aynı zamanda Osmanlı’nın çöküş sürecidir. Bunu önlemek için geliştirilen Panislamizm akımı başarısız kalmış, diğer yandan İttihat Terakki’nin oluşumu, Panturanizm’i, Enver Paşa macerası ise, imparatorluğun sonunu getirmiştir.


Ama Mustafa Kemal de İttihat Terakki yapılanması içinde biri değil miydi?


Evet. Albay düzeyinde İttihat Terakki yapılanması içindeydi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılış sürecini önleyemeyen Panislamizm ve Panturanizm akımlarının yenilgisini yakından görmüş ve deneyimlemiştir. Kafasında tasarladığı model kesinlikle bunlar değildir. Cumhuriyet fikrini, ilanına kadar bir sır gibi sakladığını, hatta bunun ‘Demokrasi sistemiyle yönetilmesi arzulanan cumhuriyet’ olduğunu bizzat cumhuriyet tarihçileri dile getiriyor.


Ancak bu hayata geçirilemedi değil mi?


Hayır, 1919-1923 dönemini bunun hayata geçirilme süreci olarak değerlendirmek yanlış olmaz.  Çünkü Mustafa Kemal’in bu süreçte Lenin’e ve Kürt aşiret liderlerine mektupları, Amasya Protokolleri, Erzurum ve Sivas kongreleri ardından 1920’de Birinci BMM’nin (Büyük Millet Meclisi) ilanı bir toplumsal uzlaşmayı ifade ediyordu. Birinci Meclisin niteliğine ve hedeflerine bakıldığında da bunu görmek zor değildir. Toplumun ağırlıklı güçlerini temsil etmektedir, demokratik vasfı açıktır. Dini, milli ve sınıf yapısıyla kendisine esas aldığı Misak-ı Milli sınırları konusuna da açıklık getirmiştir. Sonuna kadar işgale karşı çıkmaktadır. Müslüman Türk ve Kürtler esas toplumsal güçlerdir. Komünizme karşı düşman değildir. Lenin’in şahsında Komünist Enternasyonal’le dostluk içindedir. Daha da somutlaştırırsak TBMM’de ittifakı sağlanan güçler ideolojik olarak laik Türk milliyetçileri, eşraf ve aşiretlerden İslami ümmetçiler olarak Türk ve Kürt önderler, alt tabakadan Bolşevizm’e sempati gösteren sosyalistlerdir. Yani dikkat edilirse 1920-1923 döneminde Kürt inkârı yoktur, aksine meselenin kabul gördüğü ve demokratik temelde çözümünün öngörüldüğü bir dönemdir. Örneğin Mustafa Kemal’in 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşması ve 27 Haziran 1920’de Meclis Başkanı sıfatıyla, El Cezire Bölge Komutanı Nihat Paşa’ya gönderdiği Kürt ve Kürdistan politikasını belirleyen talimatı, bugün bile esas alınması gereken bir politikayı ifade etmektedir. Yine 1 Mart 1921 Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) görüşmeleri sırasında BMM’de yaptığı “Türkiye Halkı” kavramına açıklık getiren konuşmasında; Türkiye halkını Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkesi kapsayan bir “sosyal topluluk” olarak ve bu topluluğun devletini de “Türkiye devleti” olarak tanımlaması çok önemlidir.


 Kürt meselesinin 1921 Anayasası gereği yerel özerklik temelinde çözüme kavuşturulacağını söylemektedir. Bu çözüm modeli, bugün bile esas alınması gereken bir demokratik çözüm modeli olarak önemini korumaktadır.


O dönem önerilen  “Türk Devleti” ve “Türk Cumhuriyeti” kavramlarını reddetmesi, etnik ve dini milliyetçiliğe yer vermemesi, ısrarla “Türkiye Halkı” ve “Türkiye Devleti” toplumsal ve siyasal birliği ifade eden kavramlarını kullanması, bilimsel kavramlarla hareket ettiğini gösterir. Burada birlik anlayışını etnik ve dini temelde değil, toplumsal birlik ve siyasal birlik anlamında bilimsel ve sosyolojik temele oturtuyor. Bu durum çoğulcu toplumsal yapıyı yansıtan BMM’nin sadece Türk Meclisi olmadığını, Türklerden, Lazlardan, Çerkes ve toplumun diğer unsurlarından oluşan bir meclis olduğunu vurgulamasında da kendini gösteriyor. Hakeza bu meclisin cumhuriyetin ilk anayasası olan 1921 Anayasasını çıkarması, bu anayasada yerel özerkliğin kural, merkeziyetçiliğin istisna olarak düzenlenmesi, yerel kongre iktidarlarının anayasa taşırılmasıydı. Bunun böyle olduğunu Anayasa hukukçuları da söylüyor. Yani 1921 Anayasası toplumsal gerçeklikle uyumlu bir toplumsal sözleşmeyi ifade ediyor.  Nitekim bu anayasanın Kürt gerçekliğine uyarlanması ve somut ifadesi 10 Şubat 1922 tarihli Kürt Özerklik Kanunu’nun aynı meclis tarafından onaylanmasıydı. Bu durumu Mustafa Kemal’in de 16-17 Ocak 1923’te İzmit Basın Konferansı’nda Vakit Başyazarı Ahmet Emin’in (Yalman) Kürt meselesine ilişkin sorduğu soruya verdiği yanıtta da teyit etmekte; Kürt meselesinin 1921 Anayasası gereği yerel özerklik temelinde çözüme kavuşturulacağını söylemektedir. Bu çözüm modeli, bugün bile esas alınması gereken bir demokratik çözüm modeli olarak önemini korumaktadır.


Ama sonra bakıyoruz, birdenbire Kürt yok oldu, nasıl oluyor bu?


Lozan sürecinde İngiltere’nin devreye girmesiyle birlikte bu süreç tersine dönecektir. Aslında Birinci Lozan görüşmelerinde Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı olarak tanımlanan ve bugünkü Suriye Kürtleri ile Irak Kürtlerini de kapsamına alan Misak-ı Milli coğrafyası üzerinde demokrasi sistemiyle yönetilmesi arzulanan bir cumhuriyet tezi ile gidilmişti. Ancak dönemin kapitalist hegemonyasının başat gücü İngiltere, karşı bir tezle ortaya çıkacak ve buna onay vermeyecekti. İngiltere Misak-ı Milli’yi kabul etmiyor, Musul ve Kerkük’ün kendisine verilmesini istemekle kalmıyor, en önemli şart olarak kapitalist sistemi benimsemeyi dayatıyordu. Bu da Misak-ı Milli’den taviz verme, demokratik cumhuriyetten vazgeçme, kapitalist sistemi ve onun temel sacayağı olan ulus-devleti benimseme anlamına geliyordu. Nitekim gelişmeler de bu yönlü olacaktı.


Nedir bu gelişmeler?


Birinci Lozan görüşmelerinin kesilmesinden sonra ülkeye dönen İsmet İnönü, İngiltere tezlerine yönelik adımlar atmaya girişecekti. Önce İzmir İktisat Kongresi ile kapitalist ekonomiyi benimsediklerini ilan edecekti. Ardından yayınlanan deklarasyonla da İngiltere’nin Musul-Kerkük meselesine ilişkin tezinin kabul edildiğini ilan edecekti. Bu her iki ilanı memnuniyetle karşılayan İngiltere, İkinci Lozan görüşmelerinin başlaması startını verecekti. Nitekim İkinci Lozan görüşmeleri, İngiltere tezlerinin onaylanmasıyla sonuçlanacaktı. Bu durum özellikle mecliste büyük tartışmalara neden olmuş, bunun yalancı bir barış olduğu, Musul-Kerkük’ün İngiltere’ye verilmesinin ihanet olduğu, Misak-ı Milli’den taviz verilmesinin kabul edilmeyeceği –O dönemki Meclis tartışmaları bu yönlüdür- dile getirilmiştir. İnönü, hatta Mustafa Kemal’in devreye girerek milletvekillerini ikna çabası sonuç almamış, birinci mecliste Lozan Anlaşması’nın onaylanmayacağı anlaşılmıştır. Bu dönemde Kürt milletvekillerinin “Musul-Kerkük’ü neden veriyorsunuz?” itirazlarına Mustafa Kemal’in yanıtı “Mecburum” olmuştur. Sonuç, Laik Türk milliyetçilerinin, sosyalistlerin, İslamcıların, Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların ve diğer tüm farklı toplumsal kesim ve inançların demokratik ittifakını yansıtan Birinci BMM’de Lozan Anlaşması’nın onaylanmayacağının anlaşılması üzerine 1 Nisan 1923’te bu çoğulcu toplumsal yapıyı temsil eden Birinci Meclisin feshedilmesi olacaktır. Birinci Meclisin feshi, dönemin kapitalist hegemon gücü İngiltere ile bağlantılı gelişen demokratik cumhuriyet sürecini tersine çevirmenin ilk adımıydı, diğer adımlar da peşi sıra gelecekti.


Diğer adımlar neydi?


Ardından milletvekillerinin merkeziyetçi liste usulüyle tepeden belirlenmesi, bu listeye İkinci Meclise Lozan Anlaşması’na muhalefet eden milletvekillerinden hiçbirinin alınmaması, özellikle de Ermeni tehcirinde yer alan ırkçı, milliyetçi ittihatçılara yer verilmesi gelecekti. Böylesi antidemokratik usulle belirlenen milletvekilleriyle girilen bir seçim de göstermelik bir seçim olarak tarihe geçecekti. Bu şekilde Lozan Anlaşmasını noter gibi onaylayacak ittihatçı kadrolardan oluşturulan II. BMM’nin (11 Ağustos 1923) zaten ilk işi de, 23 Ağustos 1923’te Lozan Anlaşması’nı onaylamak olacaktı. Bu meclisin ikinci işinin de 20 Nisan 1924 tarih ve 491 Sayılı Yasa ile kabul edilen 1924 Anayasası ile Türk ulus-devlet yapılanmasına geçilmesiyle Lozan süreci tamamlanmış olacaktı. Böylece İngiliz hegemonyasının çıkarlarına göre dizayn edilmiş bir meclis, onun eliyle yürürlüğe konulan bir devlet (Türk ulus-devleti) ardından onun hükümeti (İnönü hükümeti) ve tek parti diktası gelecekti. Öcalan bu dönemi Otoriter Cumhuriyet Dönemi (1924-1950) olarak tanımlamaktadır.


Yani 1919-1923 sürecini tersine döndüren yeni bir dönem ve Öcalan bu dönemi “Otoriter Cumhuriyet” dönemi olarak adlandırdığını ifade ettiniz. Nedir bu yeni dönemin özellikleri?


1924 Anayasası’yla cumhuriyetin kuruluş anayasasını ifade eden 1921 Anayasası’nın benimsediği yerel -vilayet ve nahiye şuralarının- özerkliğinin kaldırılması, tam ve katı bir merkeziyetçilik, Cumhuriyetin elverişli demokratik zeminden uzaklaşılması, farklılıkların inkârı, ‘Türkiye Halkı’ ve ‘Türkiye Devleti’ kavramları terk edilerek ‘Türk Milleti’, ‘Türk Devleti’, ‘Türk vatandaşı’, ‘Türklerin özgürlükleri’ gibi tekçi bir etnik milliyetçiliği ifade eden ibarelere dönülmesi, temel insan hakları ve özgürlüklerin bile Türkleştirilmesi, farklılıkların hak talep etmesinin açıkça anayasa gerekçesinde caiz görülmeyeceğinin belirtilmesi olarak sıralanabilir. Belirtmek gerekir ki Lozan sürecinde İngiltere ile varılan anlaşma, İngiltere tezlerinin kabulü ve 1924 ulus-devlet anayasasına geçişle birlikte Kürt birdenbire yok oluyor, sistem dışına itiliyor. Sonrası biliniyor; 1925 Piran komplosuyla başlatılan Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek Kürtlerin tenkil ve tedibi talep edilmiş, buna karşı çıkan, “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam” diyen dönemin Başbakanı Fethi Okyar hükümetten düşürülmüş, yerine İngiliz yanlısı İnönü hükümeti getirilerek, Şark Islahat Planı, Takrir-i Sükûn, İstiklal Mahkemeleri ve tek şef diktası dönemine geçilmiştir. Bu süreçte ulus-devletin aşırı bir milliyetçilikle yürütülmeye çalışılması, her türlü demokratik adımdan daha önemli görülmüştür ve bu dönemde demokrasi sorunu alabildiğine ağırlaşmış, demokrasiye kelime olarak bile yer verilmemiştir.


 1945’ten sonra demokrasiden bahsediliyor, hatta “Demokrat Parti” isimlendirmesi var. Bunu biraz açar mısınız? 


Doğru. Bu tarih İkinci Dünya Savaşı sonrasına tekabül ediyor ve dünyada yeni gelişmeler var. Dünyada çapında yaşanan faşizme karşı demokrasinin zaferinin getirdiği rüzgârın etkisiyle Türkiye’de üstten bir demokratikleşme çabasına girişildiyse de, bu, devlet ve toplum yapısında, hukukta yeterince yansımasını bulmadı. Gelişme daha çok oligarşik karakterde olduğu için, Öcalan 1950 ve sonrasını Oligarşik Cumhuriyet Dönemi olarak tanımlayacaktı. Bu süreç daha çok ticaret ve toprak sahiplerinin artan ağırlığına ve oligarşik yapıya damgalarını vurmalarında fırsat olarak kullanıldı. Demokrat Parti ile cumhuriyetin oligarşik bir karakter kazandığını belirtmek mümkündür. Daha yaygın olarak, toprak aristokrasisi ve tüccar kesim, yönetimde ağırlıklarını iyice artırdılar. Bürokrasinin konumunda gerileme yaşandı. 27 Mayıs darbesinin esas yönü, gelişen oligarşiye karşı olmakla birlikte, belli bir halk tabanına dayanmadığından, demokratik değerlere bağlılığı yine hazır olmadığından sınırlı bir demokratik açılıma, o da oluşturulan anayasa zemininde mümkün oldu.  Daha sonra, tabanını geliştiren oligarşiye sanayici kesim de artan bir güçle katıldı. Daha çok AP’de ifadesini bulan oligarşiye karşı, daha radikal muhalefetler belirdi. Hem radikal sağ hem sol oligarşiyi zorladı. Oligarşi radikal sağı, solu etkisizleştirmede kullandı. Çatışmalar büyüyünce, ordu daha çok sağ yanlı ve 27 Mayıs’ın sola dönük yönünü de budayarak sağın güçlenmesine çalıştı. Bülent Ecevit’in CHP’deki yükselişi Milliyetçi Cephe hükümetlerini önleyemedi. Ağır ekonomik bunalım ve oligarşik yapıdaki dağınıklık, kontrolden çıkan sağ-sol çatışmaları, 12 Eylül ile sonuçlandı. 12 Eylül darbesiyle de nasıl bir cumhuriyete dönüştüğü biliniyor.


*1990’lar ise bu krizden çıkış arayışlarıyla geçti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 


1990 yılı boyunca birinci (1993), ikinci (1995) ve üçüncü (1998) ateşkesleriyle demokratik cumhuriyet temelinde özgür ve eşit birlik hayata geçirilmeye çalışılacaktı. Öcalan’a göre eğer ‘93 ateşkes hamlesi siyasal demokrasiye dönüşebilseydi, gerçekten Türkiye tarihinde demokratik cumhuriyet hamlesini kazanabilirdi.


Evet. Demokratik sistem, faşist rejimlerin çöküşü ile İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişimine ‘90’larda reel sosyalizmin çözüşünü ekleyince, tüm dünyayı etkilemesi gibi Türkiye’yi de etkiledi. Diğer önemli bir etken, şüphesiz Kürt hareketinin halklaşmasıydı. Kürt halk gösterileri ‘90’larda tam bir demokratik devrim yaşadı adeta. Ekonominin de liberalleşmesi ile bu iç ve dış gelişmeler birleşince, gerçekten Türkiye belki de farkında olmadan tarihinin en önemli demokratik aşamasını yaşamaya başladı. Öcalan, bu aşamayı “Demokratik Cumhuriyet Dönemi” olarak tanımlayacaktı. Bu yönlü yoğun çabaları biliniyor. 1990 sonrası, özgür Kürt iradesinin özgür Türk iradesiyle buluşturulması, demokratik ve özgür birlik süreci olacaktı. Öcalan tarafından bunun ilk formülasyonu, daha 1990’ların başında gazeteci Mehmet Ali Birand ile yapılan söyleşide dile getirilmişti: Demokratik cumhuriyet temelinde özgür ve eşit birlik. Sonrası bu çaba, Yalçın Küçük, Mihri Belli, Ertuğrul Kürkçü ve diğer birçok gazeteci ile yapılan röportajlarda daha da net biçimde sürdürülecekti. 1990 yılı boyunca birinci (1993), ikinci (1995) ve üçüncü (1998) ateşkesleriyle demokratik cumhuriyet temelinde özgür ve eşit birlik hayata geçirilmeye çalışılacaktı. Öcalan’a göre eğer ‘93 ateşkes hamlesi siyasal demokrasiye dönüşebilseydi, gerçekten Türkiye tarihinde demokratik cumhuriyet hamlesini kazanabilirdi. Ne yazık ki, ‘93-96 Çiller-Karayalçın özel savaş hükümeti, bu olumlu gelişmeyi devleti zorlayarak, sonunda çeteleşmeye ağırlık vererek çok ciddi bir saptırma, kirli savaş, rant ekonomisi ve aşırı yoz toplumsal çürüyüşe yol açtı. Bundan çıkış arayışları, 1995 ateşkesine verilen yanıt ise Öcalan’a suikast girişimi ve savaşın daha da tırmandırılması oldu. Ancak bu durum yaşanan krizi daha da derinleştirdi. Nihayetinde 1 Eylül 1988 ateşkesi ile krizden demokratik cumhuriyet temelinde çıkış çabalarına 9 Ekim 1998 uluslararası komplosuyla yanıt verildi ve İmralı sürecine bu temelde gelindi.


Öcalan’ın İmralı sürecinde de bu yönlü çabaları devam etti. Bunlar nelerdi? 


Öcalan’ın İmralı süreci boyunca demokratik cumhuriyet temelinde çözüm çabalarını beş döneme ayırabiliriz. Birinci dönem (1999-2003) İmralı yargılama dönemiydi. Öcalan bu yargılamayı demokratik cumhuriyet temelinde çözüm platformuna dönüştürdü. Savunmaları bu yönlüydü. Hatta daha yargılamalar başlamadan önce gerçekleşen ilk avukat görüşmesinde, sanırım 22 Şubat 1999’du. 1 Eylül 1988 ateşkesinin devam ettiğini açıklayacaktı. Ardından ilk duruşmada yaptığı ön savunma, daha sonra “Demokratik Çözüm Bildirgesi” olarak yayınlandı. Esas hakkındaki savunması da, “Çözüm ve Çözümsüzlük İkilemi” başlığı altında yayınlandı. Hızlı ve adil olmayan bir yargılama sonucunda hakkında idam kararı verilmesine rağmen demokratik cumhuriyet çabasını sürdürdü. 2 Ağustos kararı ve Barış Gruplarının gelişi ve çıkarılacak bir yasa ile demokratik cumhuriyete katılım çağrısında bulunda. Ancak çıkarılması beklenen yasa MHP tarafından engellendi. Bu durum kamuoyuna “Rahşan Affının” engellenmesi olarak yansıdı. Ardından 11 Eylül 2001 komplosu, ABD’nin Irak’a müdahale planı gündeme geldi. Buna karşı çıkan Bülent Ecevit’in felç edilmesi, Necmettin Erbakan’a siyaset yasağı ardından, alternatiflerinin tasfiye edildiği bir ortamda AKP iktidara getirildi. İktidara gelir gelmez de Öcalan’ın Ecevit temsilcisi üzerinden yürüttüğü demokratik cumhuriyete katılım diyaloglarının kesilmesi oldu. Ardından üç ay süren kesintisiz tecrit, birinci dönemin sonu olacaktı.


 İkinci ve sonraki dönemler neden, nasıl sonlandı?


Biliyorsunuz o dönem bir de AİHM ve AB süreciydi. Öcalan bu dönemi (2003-2005) AİHM ve AB süreci olarak değerlendirecekti. Bu süreçte 2005’e kadar “Üç Aşamalı Yol Haritası” belirlenerek hükümetin önüne konuldu ve yayınlanan “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Cumhuriyete Doğru” başlıklı savunması ile İmralı sürecindeki savunmalarına Ortadoğu ve Dünya boyutunu da katarak demokratik cumhuriyet tezini daha da derinleştirdi. Ancak bu süreçte AİHM Mart 2003 kararıyla Öcalan’ın korsanca kaçırılmasını örtbas etti ve komploya alet oldu. Öte yandan Avrupa’nın terör listesi ile Öcalan’sız çözüm konsepti devreye konuldu. Yine ABD’nin içeriden tasfiye girişimi gündeme geldi. Buna karşı  “Bir Halkı Savunmak” dedi ve demokratik cumhuriyet tezini geliştirmeyi ve demokratik katılım yasasını önerdi. Ancak AKP hükümetinin buna yanıtı “Eve Dönüş” adı altında Pişmanlık Yasası çıkarmak oldu. Ardından “Tecrit yoktur” diyen AİHM Büyük Daire, Mayıs 2005 kararından aldığı cesaretle Öcalan üzerindeki tecritti daha da ağırlaştıran ve “Öcalan Yasaları” da denilen 1 Haziran 2005 yasaları (Görüşmeleri kayıt altına alma, avukat yasağı, diğer kısıtlamalar) nedeniyle ikinci dönemin, yani üç aşamalı yol haritası ile başlatılan süreç de böylece sonlandırılmış oluyordu.


Üçüncü dönem (2005-2009) Öcalan’ın AİHM 2005 kararında tavsiye ettiği yeniden yargılanma talebini sunmasıyla başladı. Öcalan bu dönemi demokratik çözüm yönünden değerlendirmek istiyordu. Yine o süreçte devlet içinden dolaylı iletilen bir diyalog ve ateşkes talebine, 2006 ateşkesi ile yanıt olmuştu. Ancak buna hücre cezaları ile yanıt verilecekti.  Bu hücre cezalarına yönelik el yazısıyla mahkemeye sunduğu yüz yirmi beş sayfalık savunma da avukatlarına verilmeyecekti, halen devletin elindedir. O savunmasında demokratik cumhuriyet temelinde Kürt sorunun çözümüne karşı çıkan iç ve dış güçleri deşifre ettiğini, savunmasının bu nedenle verilmediğini söyleyecekti. Nitekim çok geçmeden Tayyip Erdoğan-Yaşar Büyükanıt (4 Mayıs 2007) Dolmabahçe gizli görüşmesi, Bush-Erdoğan (5 Kasım 2007) görüşmesi gündeme gelecek, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ABD’yi ziyaret edecek ve ziyaret sonrası “Ortak Düşman” açıklaması yapılacaktı. Ardından Öcalan’ın yeniden yargılanma talebinin duruşma yapılmaksızın dosya üzerinden reddi gündeme gelecekti. Sonrası Avrupa Bakanlar Komitesi ve AİHM’in de bu ret kararını onaması ve Öcalan’ın adil yargılanmayan kişi konumunda İmralı yargısız infaz rejimine alınması olacaktı. Bu dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklaması ardından yeni Terörle Mücadele Yasa Tasarısı gündeme gelecek ve ardından genişletilerek yürürlüğe konulacak, tekçilik anlayışı, İmralı’da baskılarla birlikte üçüncü dönemin, yani dolaylı diyaloğun da sonuna gelinecekti.


Dördüncü dönem, adına Oslo süreci de denilen doğrudan diyalog süreci (2009-2011) olarak gelişecekti. Bu temelde Oslo’da doğrudan görüşmeler, İmralı’da devlet heyetiyle doğrudan görüşmeler gündeme gelecekti. Öcalan bu süreçte demokratik cumhuriyet tezini daha da somut hale getirdiği “Yol Haritası”nı kaleme alarak devlete ve hükümete sunacaktı. Ancak bu süreç de yol haritasının hükümetçe kabul edilmemesi, KCK operasyonları, 17 Kasım 2009 cezaevi tadilatı ve yerinin değiştirilmesi ve yanına getirilen diğer mahpusların da grup izolasyonuna alınması, bu süreçte hazırladığı “Kapitalist Modernitenin Aşılması Sorunları ve Demokratik Modernite” başlıklı I-Uygarlık, II-Kapitalist Uygarlık, III-Özgürlük Sosyolojisi, IV-Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, V-Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü savunmalarının verilmeyeceğinin AİHM’e bildirilmesi, Demokratik Toplum Partisi’ni (DTP) kapatma kararı, Roj TV’ye baskı, kendi Hamas’ını yaratma, Hizbullah tutuklularının serbest bırakılması, özel paralı ordu ve on bin imam kadrosunun bölgeye gönderilmesi, HES’ler ve kalekol inşaatlarının hızlandırılması, Batman ve Hakkâri komploları ile sonuçlanacaktı. Öcalan bu gelişmeleri “Yeni Hegemonya-Yeşil Komplo Dönemi” olarak değerlendirecekti. Nitekim bu süreçte bir yandan görüşmeler devam ederken diğer yandan Erdoğan-İran gizli anlaşmasıyla İran’ın Kandil’e operasyonu gündeme gelecek ve 27 Temmuz 2011 son avukat görüşmesi olacaktı.


Beşinci dönem (2011 ve sonrası) “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa Süreci” olarak adlandırılacaktı. Bu dönem Öcalan avukatlarının 22 Kasım 2011 tarihinde tutuklanması ardından 7 Şubat 2012 MİT darbesi ile sürecekti. Öcalan bu darbeyi önlemek amacıyla cezaevi müdürlüğü kanalıyla devlet yetkililerine mektup gönderecek ve yeni süreç bu temelde başlayacaktı. Bu süreç, HDP heyeti ile görüşmelerin olduğu döneme tekabül ediyor. Bu temelde 2013 Newroz açıklaması ve sınır dışına çekilme yaşanacaktı. Ancak avukat görüşme yasağı devam ederken hasta tutukluların serbest bırakılması da sürüncemeye bırakılmıştı. Eylül 2014 tarihinden itibaren de aile ve vasiyi görüştürmeme uygulaması devreye konuldu. Ardından Kobanê’ye saldırı ve Erdoğan’ın açıklaması gündeme geldi. 30 Ekim 2014 MGK kararı ile “Çöktürme Planı” devreye konulduğu kamuoyuna yansıdı. Sonrası Dolmabahçe Mutabakatı’nın reddi ve Nisan 2015’ten itibaren İmralı Heyeti’ni de görüştürmeme ve mutlak tecritle sonuçlandı. Sonrası biliniyor. HDP’ye saldırılar, Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları, il ve ilçe kuşatmaları, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve Bursa 1. İnfaz Hâkimliği kararı; OHAL süresince ziyaretçi, haberleşme ve iletişim yasağı, HDP’li belediyelere kayyum atamaları, başkan, eşbaşkan ve milletvekillerinin tutuklanması, KHK’lerle STK’lerin kapatılması ve Öcalan’a ziyaretçi, haberleşme ve iletişim yasağına KHK düzenlemesi ardından bu KHK’lerin yasallaşması, mutlak tecritte yasa kılıfı getirilmesi, Efrin işgali, avukat yasağının mahkeme kararıyla sürdürülmesi, aile görüşmelerinin disiplin cezaları üretilerek yasaklanması ve Fırat’ın doğusunu işgal tartışmaları…


Öcalan’ın İmralı sürecindeki demokratik cumhuriyet için gösterdiği çabaları ve engelleme nedenlerini belirttiniz ve gelinen aşamada “Tek adam rejimi”nden söz ediliyor. Cumhuriyetin geldiği son aşama bu mu, buna ne diyorsunuz?


 Er ya da geç gelinecek nokta demokratik cumhuriyet ve onun demokratik anayasası olacaktır. Öcalan’ın deyimiyle “Oligarşik düzen kaybedecek, demokrasi, özgürlük ve adalet kazanacaktır.”


Yaşanan son durum veya cumhuriyettin geldiği son aşama, Osmanlı imparatorluğunun son dönemine benziyor. O süreçten çıkış demokratik cumhuriyet fikri ve kısmen (1919-1923) uygulanmasıyla aşıldı. Gelinen aşamada yaşanan krizden çıkışın yolu da bu dönemin ve 1921 Anayasası’nın günümüz çağdaş demokratik değerleri ışığından güncellenmesinden geçiyor. Gerçekten de bu temelde demokratik cumhuriyet tek çıkış yolu olarak görünüyor. Demokratikleşme yerine oligarşik yaklaşımlar, sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Devletin karakterinde anayasanın da hem bir gerçeği, hem de gerektiğinde anayasal değişikliklerle demokratikleştirmeyi gerçekleştirmek esas alınmalıyken, bundan kaçınılmış, tek adam rejimiyle otoriter bastırma yöntemi tercih edilerek, 1990’lardan beri demokratik cumhuriyet mücadelesi veren Öcalan’a uygulanan mutlak tecrit ve HDP’ye yönelik saldırılar, tutuklamalar, Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları vb. hepsi ortak demokrasi bloğunun, demokratik cumhuriyet veya demokratik ulus bloğunun gelişmesini durdurma, birliğini parçalamaya ve dağıtmaya yönelik olarak devreye konuldu. Fakat bunun bir yarar getirmediği, herkese kaybettirdiği yaşanan ekonomik, siyasi ve toplumsal kriz ve kaostan da bellidir. Er ya da geç gelinecek nokta demokratik cumhuriyet ve onun demokratik anayasası olacaktır. Öcalan’ın deyimiyle “Oligarşik düzen kaybedecek, demokrasi, özgürlük ve adalet kazanacaktır.”

(Kaynak: MA / Sadiye Eser)
Editör: Haber Merkezi