Tam rakamı bilemiyorum tabii ama bugün her birkaç evden birinde, işsiz, kendi çamaşırını yıkamaktan, yemeğini pişirmekten aciz bir erkek yaşıyor.





erkek egemenliği diye bir şeyin varlığını inkâr eden kalmadı pek. (bunun kaçınılmaz olduğunu iddia edenler var tabii ama onlar en azından bu yazının konusunun dışında.) fakat bundan nasıl kurtulacağımız konusunda belki biraz daha düşünmeye ihtiyacımız var. kadın kurtuluşu aslında çok somut bir şeye ifade etse de muğlak bir kavram olabiliyor. bunun en önemli sebeplerinden biri, kadınların kurtuluşunun, terim yerindeyse bir “sürekli devrim” halinde seyretmesi, tek bir tarihsel sıçramayla gerçekleşmemesi. yani farklı dinamiklerin etkilediği, sürekli bir dönüşümün ortasındayız. bu da, marx’ın o çok isabetli terimiyle, “helezonik” bir süreç. bazen ileriye doğru koşuyoruz, sonra birkaç adım geriye, sonra tekrar yola devam…

kadınların kurtuluşunun nihai durağı toplumsal cinsiyetin ortadan kalkması olacak, bu insanlığın gelişiminin son noktası değil tabii ama ondan sonrasını tahayyül etmenin, entelektüel bir çaba olmanın ötesinde bir anlamı olduğunu düşünmüyorum, en azından bu yazıda ele almaya çalıştığım konuyla ilgisi yok.

kadınların kurtuluşu, öncelikle kadınların güçlenmesinden geçiyor. bunu sağlayan birden fazla dinamik var. feministlerin mücadelesi yani politik müdahale bunların en önemlilerinden biri ama tek dinamik olduğunu söylemek doğru değil. zaman zaman kapitalizmin geldiği nokta ve o noktanın ortaya çıkarttığı ihtiyaçlar da etkili oluyor. örneğin savaşlar, kadınlar için erkeklerden daha büyük bir mağduriyet sebebi olmakla birlikte, özellikle ikinci dünya savaşı sırasında ortaya çıkan gerçeklik bir çok kadının, erkeklerin yerine ücretli işlerde çalışmaları ve bu sayede güçlenmeleri olmuş. ama bu patriarkayı ortadan kaldırmadığı için erkekler –üstelik de sayıları azalarak ve bu sebeple kıymete binerek- geriye döndüklerinde kadınlardan eskiden bekledikleri her şeyi beklemeye başlamışlar. nitekim rus feministler, sovyet kadınlarının, ilerleyen yıllarda ev kadını olmaya duydukları hasretin kökeninde politik müdahale yani geleneksel işbölümüne itiraz olmadan, üretimde yer almalarının olduğunu söyler.

ama kendilerini feminist ya da herhangi bir siyasal nitelemeyle tanımlamayan kadınların özgürlük talebi ve bu yönde attıkları adımlar da toplumsal dönüşümün bir parçası.

dünyanın hemen her yerinde, kadınların özgürleşmeye, güçlenmeye başlaması bir ters tepmeyle (ingilizcesi backlash) karşılaşıyor; erkekler, kadınların başkaldırısına, “karşı devrimci” teriminin çok iyi karşıladığı bir biçimde, şiddetle karşılık veriyor. bu sadece kadınlarla ilgili de geçerli değil, eşcinsel görünürlüğünün artması da pek çok ülkede eşcinsellere yönelik şiddette bir tırmanışa yol açıyor. ama hep böyle değil midir, başkaldırı önce şiddetle karşılaşır, sonra kazanır!

bazı feminist kuramcılar, buna erkeklik krizi adını veriyor, ben bu tanımı benimsemiyorum. herhangi bir krizin, acısını çekenlerin değil sebep olanların adıyla anılmasını doğru bulmuyorum. özgürleşme çabalarına duygusal, fiziksel, toplumsal şiddetle karşı çıkmayı kriz olarak tanımlamak, erkekler ve kadınlar arasında bir simetrinin varlığını ima ettiği için de bunu kullanmayı tercih etmiyorum.

türkiye de böyle bir süreçten geçiy

Editör: Haber Merkezi