MERHABA ARKADAŞLAR, HEPMİZ FARKLI BİR RUH HALİ İÇİNDEYİZ... ARTIK, TELEFONLARDA ŞIPIDIK ŞIPIDIK TERLİK SESLERİNİ DUYUYORUZ. 2002'DE ÖZGÜR POLİTİKA'DA YAYINLANAN YAZIM. BİR DOSTA VERDİĞİM CEVAP, MODASI GEÇMEYEN YAZILARDAN. ARŞİVİMDE GEZİNİRKEN, SİZLERLE PAYLAŞMAK OLMAZDI ELBETTE. HEPİNİZE SELAMLAR, SEVGİLER.

BİR MEKTUBA YANIT

Değerli dost, o güzel mektubunuzu ilgiyle ile okudum; matematikçi olmanıza karşın felsefeye ilgi duymanız ve kendinizi gerçekleştirmeniz, mektubunuza yanıt vermemin keyfini doğuruyor.
Elbette felsefe önemlidir. Felsefesiz bir edebiyat edebiyatsız bir felsefe düşünemiyorum. Platon , akademinin kapısına “ Geometri bilmeyen buraya Girmesin!” diye yazmıştı. Yetkin edebiyatçılarda “ Felsefe bilmeyen yazmaya kalkışmasın!” demeli bence. Çünkü salt gözlem ve duygularla bir yere kadar gidilebilir. Edebiyat , mitolojinin ve felsefenin kıvrımlarından doğup gelmişse de, felsefeyi sadece, soyut ve kuru bilgi olarak almadığım gibi, bir doğru yaşama ve mutluluğa ulaşma çabası olarak da görüyorum. Dolayısıyla felsefe salt öğrenilecek bir şey değil,aynı zamanda yaşanacak bir şeydir de... Bu yüzden, felsefe hem kendinin hem de yaşadığı dünyaların farkında olan insanlardır da diyebiliriz.
Felsefe ve sanatsal dünyanın gerisinde kalan toplumların içinde bulunduğu durum ortada: kendi içinde boğuldukları gibi tarihleri de yoktur. Yeni felsefe çığırlarının açılması ve güçlü edebiyatın yaratımında da derin bir bilgi birikimi ve düşünce gereklidir. Bu bağlamda toplumların sosyoekonomik ve siyasi yapısı, sanatsal ve düşünsel ürünlerin gelişmesinde belirleyicidir; çünkü felsefenin temelini düşünsel özgürlük, yaratıcı atılım ve kavrama esnekliği oluşturur. Yargılama, eleştiri, çelişme, karşılaştırma ise düşünsel gelişmeyi beslemiyor mu? Ve bundandır ki, felsefeye ve sanata gönül vermek, özgürleşme ve yetkinleşme yolunda ilerlemektir.
Tarihsel akış düzensiz bir akış olmadığına göre, daha iyiye ve daha yetkin olana doğru diyalektik disiplin içinde ulaşıldığı su götürmez bir gerçektir. Ve elbette diyalektiğin yasaları çelişme ilkesine dayanır. Devinimin kendisi de bir çelişme değil mi? Her türlü devini ve her türlü değişme; nesnelerin özünde var olan iç çelişmelerin gelişmesinden başka bir şey olmadığına göre, özne ve nesne ilişkisi insan ve toplum gerçeğinde ortaya çıkmıyor mu?
Bu yüzden, insanın kişiliğini belirleyen de kendisi ile çevresi arasındaki bu çatışmadır. İnsan yaşadığı toplumun ürünüdür böylece. Ve her çağ, her toplum kendi sanatçısını, edebiyat akımını yaratır. Her şey bir nedenden doğar!.. Nasıl ki toplumun yapısı değişince, davranış biçimleri üzerindeki ahlak değerlendirmeleri de değişiyorsa, kavramlar ve karakterler de kılık değiştirmek zorundadırlar.
Dünyayı daha coşkusal olarak kavrayıp, duyguların örgütlenme biçimi olan sanatta düşünceler imgelere, simgelere dönüşmediği sürece yetkin bir sanattan söz edemeyiz. Düşünür neden niçinler ile yorum yaparken, sanatçı yaşamı gösterip işaret eder. Kendi toplumun ruhunu içinde taşıyan yazarlar da özeli yazsalar bile, geneli yansıtmıyorlar mı? Çünkü birey toplum, toplum da bireydir.
Sözünü ettiğiniz yazarlar büyük ve yetkin yazarlardır. Thomas Mann,’ın Büyülü Dağ ile Tonio Kroğer’ini okudum. Savaş yıllarını yaşamış ve özel yaşamından izler taşıyan romanlarını soğuk buldum. Hans Costrop’unu sevmedim. Lukacs’ da Mann ‘ı pek aşkın görmediği gibi, perspektifini de sınırlı görür. Kafka’yı yıllar önce okumuştum; şu an ki bilinç ile onu yeniden ele alıp okumak istiyorum. Kafka pek çok yönü ile eleştirilse bile, bence büyük bir yazardır. Karakterleri zorluklara göğüs geren, itilmiş, yalnız ve umutsuz olsalar da çizdiği bu karamsar dünyanın nedenlerini de bize gösterir. Lukacs, Kafka için, “insanları birer nesneye indirgendiği sömürgeci kapitalizm dünyasının yarattığı korku aslında öznel bir yaşantı olan bu korku nesnel bir varlığa dönüşür” derken, onun büyük bir yazar olduğunu altını da çizer.
Tüm sanat eserleri de insanın kişiliği ile çevresi arasındaki çatışmadan doğuyorsa James Joyce, Virginia Woolf, Kafka gibi yazarların ürettiklerine zorlama diyebilir miyiz? Özellikle Virginia Woolf’un yaşamını ve eserlerini izlemeye çalıştım. Bilinçaltı tekniği ile yazdığı romanlar derin psikolojik öğelerle yüklü olduğu gibi şiirsel dilindeki yoğunluğu da çok seviyorum. Örneğin “Dalgalar” adlı kitabı anlatılmayan,ama okunup duyumsanan ve üstünde düşünülmesi gereken bir romandır. Salt gözleme ve olaylara dayanan roman ve öyküleri çok yüzeysel buluyorum. Kurgu ve imge, dil bilinci ile bütünleşip şiirsel yaratımlar ortaya çıktığında özgün bir edebiyattan söz edebiliriz. Güçlü ve yetkin eserler de, mektubunuzun ana noktasını oluşturan felsefesiz hiç düşünülemez.










Editör: Haber Merkezi