Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı



 

1960’ların sonlarında, 1970’lerin başlarında Amerikan emperyalizmi, yükselen devrim ve sosyalizm mücadelelerine karşı ekonomik hayatta ‘neoliberal karşı devrim’ ve siyasi hayatta ‘askeri cuntalar’ politikasını devreye sokacaktı.

Tarihin o döneminde Amerikan emperyalistlerinin bu politikasına öncülük edenler, 20'nci yüzyılın ikinci yarısının en soğukkanlı, kanlı katilleriydi.

Milton Freidman, Başkan Richard Nixson, Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, çok uluslu Amerikan şirketleri, Pentagon ve CIA şefleri, yeni sömürge ülkelerin cuntacı komutanları ve iç savaş ordusu vb. başlıcaları idi.

Latin Amerika, Amerikan emperyalizminin arka bahçesiydi. Arka bahçelerinin en önemli bir ülkesinde, Şili’de Allende halk oyu ile 1970’lerde yapılan seçimleri kazanmıştı. Şili’de sosyalizm halkın derinlerine sirayet ediyordu.

Tarihin o döneminde Latin Amerika ülkelerinin toplumsal iklimini, sosyalist düşünce ve kültür ısıtıyordu.

Dünyanın her tarafında olduğu gibi Şili’de de devrim ve sosyalizm düşüncesi toplumsallaşıyordu. Köklü tedbirler almaları gerekiyordu.

Öncelikle Allende’nin darbe ile alaşağı edilmesi ve katledilmesi gerekiyordu. Sonra sıra ‘Şili'nin zihniyetini değiştirmek, uzun süreli ve derin bir operasyona’ gelecekti.

Darbeden hemen sonra Pinochet Cuntası, yayınladığı Temel İlkeler Bildirgesi'nde misyonunu bu şekilde açıklayacaktı.

Bütün bir kültüre ve insanlığın geleceğine açılmış vahşi savaş, Şili’den Arjantin’e, Uruguay'dan Brezilya'ya, giderek dünyanın her tarafına yayılacaktı.

Türkiye’ye sıra 1980'de 12 Eylül cuntası ile gelecekti.

Sadece bir siyasi düşüncenin, sosyalizmin yok edilmesi değildi mesele; bir kültürün yok edilmesi, sonuna kadar anti-sol, antisosyal, bencil ve kendiyle dolu bir kültüre dayalı bir toplumun, bir bireyin yaratılmasıydı da mesele.

Kapitalizmin ve emperyalizmin sonsuz bekası için eski toplumun bütün toplum ve halk değerlerinin kırılması ve giderek bir daha dönmemek üzere silinmesiydi mesele…

38. Uluslararası İstanbul kitap Fuarı'nda 78’liler Girişimi, “12 Eylül Darbesi ve Kültürel Kırılmalar” adlı paneli ile yer aldı.


78'liler.jpg



(Soldan sağa) Feyyaz Yaman, Nimet Tanrıkulu ve Faruk Eren / Fotoğraf: Independent Türkçe



Panelistler Faruk Eren (Gazeteci, DİSK Basın-İş Başkanı) ve Feyyaz Yaman (Karşı Sanat Koordinatörü) ve aynı zamanda paneli kolaylaştıran Nimet Tanrıkulu idi (Barış İçinde Kadın Girişimi ve İnsan Hakları Aktivisti).


Feyyaz Yaman, Nimet Tanrıkulu.jpg





Fotoğraf: Independent Türkçe




Faruk Eren’le başlayan 12 Eylül’ün kültürel kırımı ile ilgili anlatı, bu yazımda Feyyaz Yaman ile sürüyor.

Feyyaz Yaman’ı okuyalım.


Feyyaz Yaman



Feyyaz Yaman / Fotoğraf: Independent Türkçe



 
“Kültürel kırılmaları” özellikle istedim. Çünkü Türkiye’de sanatın tarihini, eğer Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana alırsak, 12 Eylül’ün çizdiği bu tarihe tam bir müdahale olarak, milattan önce ve milattan sonra diye karşı iki ana bölüm olarak ayırabileceğimiz, kesinlikle bir bölünmeye işaret eder. Tam bir kırılmadır.

Neden tam bir kırılmadır?

Çünkü sadece bize özgü de değildir. Yani 12 Eylül darbesi, siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda, küresel bir senaryonun parçası ve devamlılığıdır. Dünyada da bir kırılmaya eş zamanlı olaraktan denk düşer.

12 Eylül öncesinde neoliberal dalga, Şili’ye yapılan müdahale ile birlikte, çok açık ve net bir şekilde programa konulmuş bir senaryonun bir başlangıç durağıydı.

 
Onun bir başına daha işaret edeyim, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1946’da Chicago Ekolü ilk toplantısını yapar. Yaklaşık 50 çok farklı disiplinden bilim insanını; sosyoloji, siyaset, ekonomi, kültür, hatta matematikten Nobel almış birçok insanı bir araya getirilir.

Senaryo şudur; dünyanın iki kutupluluğunun, sosyalizmin yükselişi ve savaştan sonraki kurduğu moral üstünlüğünün üzerine, kapitalizmin ve dünyanın yeniden inşasında nasıl bir politika izlenen bilir, bu kötü gidişata nasıl bir son verilir senaryosunun inşasını konuşurlar.

Bunun çok fazla göreceli kuralları var, fiber netin kullanılması var, ama bu insanların içerisinde dört kişi çok önemli; Milton Friedman, Francis Fukuyama, Friedrich Hayek, Michael Polanyi idi bunlar.

Gerçekten de ekonomik anlamda, özgür piyasa, siyasi müdahaleler, orduların iç yapılarının etkin müdahalelerinin bütün dünya modeli olarak yaygınlaştırıldığı, kararlar alındığı bir alternatif toplantı ve dünya düzenini değiştirme programı. İlk örneğini Şili’de uyguladılar; Salvador Allende’nin yükselişini, halkların direncini kırarak...

Arkasından ekonomik alandaki farklılıklarla birlikte, kültür, medya ve teknolojideki gelişimleri servis ederek, hem Sovyetleri Birliği’ni sıkıştırmayı, halkların dünya ölçeğindeki kazanımlarını, Vietnam’dan Küba’ya, Polonya’dan Türkiye’ye, İran’a kadar her alandaki kazanımları bir merkezden idare ederek, dünyayı tek kutuplu hale getirme programını hayata geçirdiler.

 
Bu konuda şunu söylememiz gerektiğinize inanıyorum; böyle bir iradenin karşısında sol iradenin de, başka bir dünya için, başka bir arayışa geçmesinin özeleştirisi yapması gerektiğine dair tarihsel bir değerlendirmeden de geçiyoruz.

Ne yapılırdı ne yapılmazdı bilmiyorum. Ancak 12 Eylül öncesinde Türkiye solu gerçekten üzerine düşeni en maksimum program halde hayata geçirdi.

Halklalaşan, o anlamında dar siyasetin, partici siyasetin alanlarından sokağa, ekonomiden mimariye, gecekondulaşma yaşam alanının alternatifliğinden sanatın alternatifine, işçi örgütlenmesinden, kültürel olarak sinemaya edebiyata kadar her şeyi topyekûn hayata alternatif olarak yaşama iade etti. Geliştirici bir zenginliğin içinde deneyim olarak gerçekleştiren çok önemli bir pratikti bu.

Ama Celalettin Can’ın da bir tespiti var, onu da ortaya koyarak devam edeyim; gerçekten biz “yeşil kuşak” dediğimiz Sovyet Bloğunun çemberi alanında olan bir kuşağın; kapitalizm ve emperyalizm tarafından çembere alınan bir sosyalizmin, birinci dereceden, zincir olarak halkalarından bir tanesiydik ve ön plandaydık.

Onun içinde bu yok olmayı ve ezilmeyi de çok ciddi bir şekilde göğüslemek zorunda kalığımız bir imha politikasının da karşısında mağdur kalmış bir kuşaktık.

 
68 kuşağına, Fransız Özgürlük Hareketi’ne o anlamda benzetemeyiz. Daha farklı düşünmemiz gereken bir siyasi aktif modeldi.

Bugünün iktidarı, “Her şeyi düzelttik, ele geçirdik, ama kültürel alanda yapamadık” dediği diyor.  İşte Cumhuriyet tarihinde ilk sosyalizm mücadelelerinden yükselerek gelen, 68’lilerden 78’lilerce devralınan bir kültürel sorumluluk, aktörlerin görevlerini yerine getirmesi, siyasete adapte olması gerçekten çok yükseldiği için bugünkü iktidara bu lafı söyleten bir hakikattir.

 
Neler vardı, hemen kısaca karşılaştırmalı söyleyeceğim ve vakit daraldığı için bugünkü değişimin ne olduğuna ilişkin de bağlayarak konuşacağım. Şunlar vardı:

Benim alanım değil, ben plastik sanatlardan geliyorum, ama şu vardı; tiyatroda, sokakta “Özgürlük ve Ekmek” tiyatrosunun aktivitesi vardı. Sokaklarda oynanıyordu. Ressamlar DİSK ile beraber, 1 Mayıslarda, grevlerde duvarlarda kamusal alana açık duvar resimleri geleneğini sürdürüyorlardı.

Yeraltı madenleri için direniş ocaklarının hemen yanı başında bir günlük gazete çıkarılıyordu. Sanatçılar bunu elle yapıyorlardı, yazılarını elle yazıyorlardı, aynı zamanda politikayı, estetiği, karikatürü, sanatı çizerek bir şeyleri anlatmaya çalışıyorlardı. Bu da bir açık alan, sokak, yani kamusal alan direnişiydi.

Kamusal alanı; sivil toplumculuk, Meral Özbek ile beraber sonradan dile getirildi, kuramlaştırdı, anlamlandırdı, ama 78 kuşağı kamusal alanı organik bir varoluş olarak hayatın politikasında, siyasetinde ve estetiğinde gerçekten sokakta yaşadı ve pratik bir eylem olarak, organik biçimde hayata geçirdi.

Ressamlar yürüyüşlerde ellerinde resimlerle yürüyorlardı. Çağdaş Sanatçılar Derneği diye bir grup, 1 Mayıs’ta ayrı bir sendikalı mücadele; kortej olarak yaparak yürüyordu. Arkasından da Yazarlar Sendikası ile birlikte yürüyordu.

 
Bütün bunlar örgütlülüğün nasıl dışa dönük ve halkla bütün olduğunu gösteriyordu. Çünkü direniş hareketleri, halk hareketi olarak iktidarlarla mücadelelerinde, Osmanlı’sından Selçuklu'sundan bu yana muhalif söylemini, her zaman aşağıdan yukarıya bir halk sanatı ve bir halk geleneği olarak sürdürmüştü.

Ozanlarımızın müzikteki varoluşu; Yunus Emre’lerken, Pir Sultan Abdal’lardan bu yana, bütün halk sanatının her alandaki tavrı hep bu gelenekten gelir. Yani kamusal alan, açık alan esasında, sol siyasetlerin ve kültürlerin kendine ait olan alanlarıdır.

Nasıl ki Ümraniye’de bina yapılıyorken, gecekondu alanları inşa edilirken iktidarla çatışılıyor idiyse, gündelik hayatın içerisinde, bu aynı zamanda mimarların mekân kurma anlayışının da bir uzantısıydı. Çünkü bütün üniversitelerin mimarlık fakülteleri de o direnişin yanındaydı; tasarım yapıyorlardı. Üniversitelerdeki diploma ödevleri bunlar üzerine kurulan çalışmalardı.

 
Hatta üniversite yönetimleri öyle sorunlarla karşı karşıya kaldılar ki 'Biz bunları değerlendiremeyiz, bunlar akademik tavra ters düşer. Biz bunları disipline edemeyiz, disiplin içerisine sokamayız' diye itiraz ettiklerinde öğrenciler 'Biz 1 Mayıs’taki mahallesindeki konutların projelerinin çalışılmasını mimarlık sorunu olarak görüyoruz ve savunuyoruz. Onun içinde diploma ödevimizi böyle yapacağız' diyerek boykota gittiler.

Öğrenciler şöyle dediler; 'Bu işin notu ne ise çalışan bütün arkadaşlara o notu eşit olarak aynı şekilde eşit olarak vermelisiniz'. Kabul edilmedi ve diploma ödevlerinden düştüler, zaman kaybettiler, ama öğrenciler 'Olsun' dediler, 'Biz bunu sürdüreceğiz.'

Gerçekten o zaman sanatçılar biraya gelerek, dışarılarda Devlet Güzel Sanatları yarışmaları, müzeleri, sergileri, galeri sistemi var –o zamanlar şimdiki gibi özel galericilik anlayışı da yok, hep devletçi mantık vardı- o devletçi zihniyete karşı, halkın aşağıdan gelen sesini örgütleyen ve onun içinde yer alan bir dili inşa etme görevini üstlendiler öğrenciler.

 
Atölye kuruluşları ilk böyle başlamıştı. 70’li yılların başında, 50 sanatçı, 20 sanatçı, 10 sanatçı bir araya geldiler; bağımsız atölye kurdular. Ama bugünkü sanat dilinde inisiyatifler olarak konuşulan, kavramlaştırılan şeyi işte o zaman organik olarak yaptılar.  Adını da yeni kamusallığın tarifi, bir gösteri formu olaraktan inisiyatif olarak tanımlamadılar.

Aksine siyasi yapılanmaların örgütlü modeli olarak tanımladılar. Her siyasetin, TKP’lilerin, İGD’lilerin kendi sanatçı politik grupları vardı. Ortak çalıştıkları atölyeleri vardı, dernekleri vardı. Buralarda sanat üretiliyordu, toplu üretiliyordu. Işte DEV-GENÇ’in ayrı atölyesi vardı, Atölye Benek diye çalışıyorlardı, oturup çalışıyorlardı, ekonomisini de beraber üretiyorlardı.  

 
Şimdi bu dayanışmaların adı bugün ‘sivil toplumculuğa’ havale edilerek ‘inisiyatif’ haline geldi. Ama aynı zamanda bir şeyler daha değişti. Halkla bütünleşmiş, kamusallaşmış dilimiz, 12 Eylül darbesiyle elimizden alındı.

O zamanlar generallerin bizlere sorgularda, söyledikleri gibi ‘Siz dışarıya çıktığınızda tanımayacağınız bir dünya bulacaksınız ve ona yabancı kalacaksınız,’ biçimindeki tercihlerini hayata geçirdiler. Bu da bir Küresel politikaydı.

Bir örneğini vereceğim; yine 1946’da Friedman’ların Chicago Ekolü’nün ilk toplantıyı yaptığı yerlerde Düsseldorf’ta da bir toplantı yapılıyordu. Almanya savaş sonrasına adapte edilmek için bir Bianel düzenlemeye kalkıyor, kent ölçeğinde…

Bianel dediğimiz şeyin, bugünkü anlamda ilk üretimi o zamandır. Yani morali çökmüş Alman toplumuna sanat yoluyla bir moral kazandırmak, yeniden bir araya getirmek ve hayata adapte etme politikasıdır yapılan.

Üçüncü serginin yapılışından sonra, yani üçüncü yıldan sonra öyle bir ilgi görüyor ki bu sefer Amerika’dan hemen bir kreatör atanıyor – yukarıda belirtildi, Frankfurt Okulu da aynı zamanlarda Adorno’lar dönmüşlerdir Almanya’ya ve kültürel anlamda yeni yeni başlamışlardır inşaya- …Buraya atanan kreatör birden bütün o formatın, halkçı ve dünyaya, hayata ilişkin gerçekçi temelini değiştirip, bir tema başlıklı sergiler organizasyonuna dönüştürüyor. Hemen arkasına bir Dünya Bankası kredisi ekleniyor.

 
Bugün Bianel dediğimiz yurtdışı kreatörlerin kavramsallaştırdığı, siyasetin sokaktan alınıp, galerilerin beyaz duvarlarına sıkıştırıldığı projenin ilk başlangıcı bu oluyor ve arkasından Dünya Bankası, Deutsche Bank gibi yapılarla destekleniyor. Söz, özgürlük söylemleri ve arayışları kapalı ve icazetli alanlarda konuşulur bir hale dönüştürülüyor. Bu da çok önemli bir politik strateji, sanatı siyasetten ve günlük hayattan koparan bir şey oluyor.

Sadece buradan şu ilaveyi yapacağım; bu genelleme, 12 Eylül’den sonra Türkiye’nin içine alındı; politik olarak örgütlendi. Bugünkü Bienallerin arkasında AKBANK’lar, Deutsche Bank’lar, Koç’lar yine vardır ve “üretim” lafını alırlar, kullanırlar, slogan haline getirirler, ama tabanla, halkla hiç alakası yoktur. Siyaset sadece High Park’taki kürsüden konuşma haline getirilmiştir. Konuşurlar insanlar bir şeyler, ama o da artık tabanından koptuğu için, kurmaca, kavramsal ve şeydir.

 
Bu çok önemli kültürel bir politikadır. Yine Gezi’de gördüğümüz gibi buna alternatif olarak direnen, dilini kuran, özellikle dil üzerinden kendini kuran yapılar bugün de mevcuttur.

Onun için bunun, bu kültürel politikalar içerisinde çok dikkat etmemiz gereken “evrensel bir devamlılık” var. 12 Eylül’ün devamlılığı var.

Ve bu kültürel mücadele de sözlü tarihin kültür tarihi boyunca mücadelesi gibi bugün de kendi alanında aşağıdan bir ses olarak mücadelesini sürdürmektedir.