ANKARA – Edirne F Tipi Cezaevi’nden MA'nın soruları yanıtlayan Selahattin Demirtaş, 4 Kasım Darbesi’nde tutuklanacakların listesini bildiklerinin altını çizerek, “Tasfiyeyi ve dağılmayı engellemek için cezaevine girmeyi göze aldık. Başka seçenek yoktu; ya teslimiyet ya direniş” dedi.

Türkiye siyasi tarihine “4 Kasım Darbesi” olarak geçen HDP eş genel başkanlarına ve milletvekillerine yönelik operasyonun üzerinden iki yıl geçti. 4 Kasım 2016 tarihinde gözaltına alınan 12 HDP’li vekilden 9’u tutuklandı. Dönemin HDP Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş, Grup Başkanvekili İdris Baluken, milletvekilleri Abdullah Zeydan, Ferhat Encu, Gülser Yıldırım, Leyla Birlik, Nursel Aydoğan ve Selma Irmak cezaevine konuldu. Diyarbakır’daki evinden gözaltına alınan Demirtaş, kendi deyimiyle Edirne F Tipi Cezaevi’ne kaçırıldı. O günden bugüne HDP üzerinde baskı, gözaltı ve tutuklamalar hiç eksik olmasa da hala ayakta kalan, çalışmalarını aralıksız sürdüren ve engellemelere rağmen seçim barajını bir kez daha yıkan HDP siyasette önemli bir aktör olarak duruyor.



Hala cezaevinde tutulan HDP önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 4 Kasım, yargılama süreci, yaklaşan yerel seçimler ve iktidar bloğunda yaşanan çatlaklıkla ilgili avukatları aracılığıyla Mezopotamya Haber Ajans'tan  Berivan Altan'nın sorduğu soruları yanıtladı.


4 Kasım 2016 tarihinde HDP’li seçilmişlere yönelik operasyonda gözaltına alınıp, tutuklanmanız üzerinden 2 yıl geçti. O günlere dönecek olursak, o güne nasıl gelindi?



 HDP ve Kürtlerden açık bir şekilde darbeye karşı durmasına rağmen AKP-MHP ortaklığı darbe girişiminin sağladığı “Allah’ın lütfundan da” yaralanarak nicedir diş bileyip fırsat kolladıkları HDP’yi de aradan çıkarmayı planlamışlardır.


Hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz, 4 Kasım siyasi darbesine giden sürecin başlangıcı Dolmabahçe Mutabakatı’nın AKP tarafından reddi ve inkarıdır. Akabinde, Nisan 2015 ile birlikte İmralı’da Sayın Öcalan ile görüşmelerin sonlandırılması Türkiye’yi bugüne taşıyan siyasi gelişmelerin seyrini belirlemiştir. AKP çözüm süreciyle elde etmeyi amaçladığı Kürt halkının siyasi iradesinin tasfiyesini bu defa aleni ve acımasız bir baskı ve sindirme konseptiyle sağlamayı yürürlüğe koymuştur. 2014 Ekim’de yapılan MGK’de alınan kararla “Çöktürme Planı”nın yürürlüğe konulduğu sondan ortaya çıkmıştır zaten. Bu plan çerçevesinde her alanda “askeri çözüm” mantığıyla tam bir yıkım harekatının startı verilmiştir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin yenilgisi ve HDP’nin zaferi de bu planı acilen yürürlüğe koymalarının telaşına beraberinde getirmiştir. Sonrasında sokağa çıkma yasakları ve sivil yerleşim yerlerindeki orantısız saldırılar ve yıkım da tümüyle bu politik yaklaşımın acımasız uygulamalarıdır. Şehirlerdeki bu yıkımın askeri komuta kademesinin neredeyse tamamının 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminin içinde yer alması da şunu göstermiştir ki; o yıkımlar AKP ve MHP’nin siyasi-hukuki desteğiyle yapılırken, bu komutanlar bir taşta birkaç kuş vurmaya çalışmışlardır. Hem Kürtleri ezmek ve iradelerini kırmak hem HDP’ye oy veren yerleşim birimlerini yıkarak buraları göçe zorlayarak insansızlaştırmak hem iktidara karşı askeri vesayeti ve inisiyatifi güçlendirmek, bu şeklide ülkenin iktidar tarafından yönetilemez olduğu görüntüsü uyandırmak ve askeri darbenin koşullarını hazırlayarak, AKP-MHP’nin desteğiyle önce Kürtlerden kurtulmak, ardından da AKP’den kurtulmak.


AKP ve liderliği bu gelişmeleri doğru okuyamamıştır. İç politikada dostunu düşmanını ayırt edememiştir. Aslında İmralı görüşmeleri devam ederken Sayın Öcalan müthiş bir öngörüyle bütün bu olasılıklar konusunda uyarılar yaparak, bu gelişmelerin önünü almaya çalışmıştır. Maalesef; Sayın Öcalan’ın öngörüleri doğru çıkmış ve bütün Türkiye o günden bu yana bir fatura ödemeye başlamıştır.


Bizim dokunulmazlıklarımız da Mayıs 2016’da böyle bir atmosferde ve linç ortamında kaldırılmıştır. Esasında bizi tutuklamayı hiçbir şekilde göze alamıyorlardı, ortaya çıkacak tepkilerden çekiniyorlardı. Fakat dokunulmazlıklarımızın kaldırılmasında iki ay sonra gerçekleşen darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan şok ve dehşet atmosferi AKP’ye bütün muhalefeti tasfiye etme girişimi imkanı vermiştir. HDP ve Kürtler açık bir şekilde darbeye karşı durmasına rağmen AKP-MHP ortaklığı darbe girişiminin sağladığı “Allah’ın lütfundan” da yaralanarak nicedir diş bileyip fırsat kolladıkları HDP’yi de aradan çıkarmayı planlamışlardır. Çöktürme Planı ertelenmiş ve halkın olası tepkisine nedeniyle uygulamaya geçirilememiş. HDP’yi tasfiye operasyonuna da bu şeklide 4 Kasım 2016’da gece saat 24.00 sıralarında 12 milletvekilinin evleri basılıp, adeta kaçırılmasıyla başlanmıştır.


O gece ne yaşandı? İdris Bey aynı anda HDP Genel Merkezi önündeydi ve sizinle telefonla konuşuyordu. Nasıl bir diyalog geçti aranızda, ilk kritiğiniz ne oldu?


Evlerimizin basıldığı gece biz her şeye hazırlıklıydık. Bu operasyonun yapılacağı Ankara kulislerinde açıkça konuşuluyordu. Aslında hepimizin yurtdışına kaçması ve geri kalan HDP yönetiminin de dağıtılması hedefleniyordu. Biz HDP’yi ve halkımızın iradesini cezaevinden de olsa korumak, tasfiyeyi ve dağılmayı engellemek için cezaevine girmeyi göze aldık. Aslında önümüzde başka seçenek yoktu; “ya teslimiyet ya direniş.” Elbette biz de tüm halkımız gibi direnmeyi tek seçenek olarak gördük. Tutuklanacakların isim listesini bile kulislerden biliyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse listede İdris Baluken arkadaşımız yoktu, Burcu Çelik arkadaşımız vardı bildiğimiz kadarıyla. Zaten Burcu arkadaşımızı da sonradan hukuk dışı bir şekilde tutuklayıp, yasadışı bir yargılamayla ceza verdiler. İdris arkadaşımız ise 4 Kasım gecesi Genel Merkeze geçip inisiyatif ele alarak, kararlı bir duruş gösterince onu da hemen o gece listeye dahil ettiler. Sonradan kendisine de aynı şekilde hukuk dışı bir süreçle ağır cezalar dayatıldı.


O gece görüştüğüm bütün arkadaşlarım son derece moralli ve kararlıydılar. Hepimizi aynı saatte planlı bir siyasi operasyon neticesinde kaçırdılar adeta. Fakat hiçbirimiz en küçük bir tereddüt göstermeden, halkımızın onurunu ve iradesini koruma tutumu içerisinde olduk.


Mahkeme salonunda “O gece bizi kaçırarak götürdüler” demiştiniz; cezaevine nasıl götürüldünüz?


Evet, biz kaçırıldık. Çünkü evlerimizden alındığımızda halen dokunulmazlığımız vardı ve ellerinde hukuken geçerli bir mahkeme kararı yoktu. Dokunulmazlığımızı sözde kaldıran anayasa değişikliği hatalı, Anayasa’ya aykırı ve fiilen uygulanamaz bir değişikliktir. Bireysel itirazlarımız AYM’ye yapılmıştı ve bunun sonucu da beklenmeliydi. Dolayısıyla bizim hukuki durumumuz tutuklulukla açıklanamaz, aleni bir şekilde "siyasi rehineyiz" biz. Beni ve Figen Hanımı 5 Kasım akşamı küçük bir özel jetle önce Kocaeli'ne küçük bir havalimanına indirdiler. Burada Eş Genel Başkanı'mla vedalaştık onu Kandıra'ya götürdüler, beni aynı uçakla Çorlu Havaalanı’na oradan da polis helikopteriyle Edirne Stadyumu’na indirdiler. Oradan da Edirne F Tipi Cezaevi'ne getirildim.


 Cemaat yapılanmasının topladığı “deliller”, “gizli tanık” beyanlarıyla tutuklandınız. Sizler hakkında hazırlanan iddianameleri her duruşmada “kumpas” olarak yorumladınız. En son gizli tanık “Mercek”in de olmadığı ortaya çıktı. HDP’li vekiller nasıl bir hukuk sistemiyle yargılanıyor?


Hiçbirimizin dosyasında tek bir ciddiye alınır delil yoktur. Benim tutuklanma gerekçeme konu edilen fezlekelerin tamamının düzenleyicisi olan savcılar FETÖ’den tutukludur. Milletvekili olduğum dönemde ortam ve telefon dinlemesi kararı veren hakimlerin tamamı, dinlemeyi yapan ve tutanağa geçirilen polislerin tamamı FETÖ’den tutukludur. Mercek diye bir gizli tanığın ifadesini dosyama koymuşlar ki örgütten aldığıma dair 500 sayfalık iddianamede tek doğrudan delil budur, gerisi benim konuşmalarımdır. Bu gizli tanığın beyanına göre 2012 yılında TBMM’de Kürtçe konuşma yapmam için PKK’den bana sözde talimat gelmiş. İddia budur. Ama iki yıldır Ankara mahkemesi bu gizli tanığın tüm beyanlarının gönderilmesi için Diyarbakır Başsavcılığına dört defa yazı yazmasına rağmen bir türlü göndermiyorlardı. En son verdikleri cevapta, böyle bir gizli tanığın da beyanlarının da olmadığını belirtmek zorunda kaldılar. Mahkeme buna rağmen tutukluluğumun devamına karar verdi. Ayrıca TBMM’de o tarihte Kürtçe konuşmayı yapan da ben değildim. Ahmet Türk’tü ama komployu yapanlar bunu karıştırmışlar. Sonuçta, nerden bakarsanız hukuki bir rezalet yaşanıyor yargılamalarımızda.


Yargılama sürecinde özellikle 6-8 Ekim Kobanê eylemleri üzerinden bir algı yaratılmaya çalışıldı ve 53 kişinin ölümünden “sorumlu” tutuldunuz. O süreçten kim veya kimler sorumlu?


Kobani’de IŞİD barbarlığına karşı halkın ortaya koyduğu meşru, demokratik tepki o günden bu yana maksatlı bir şekilde terörize edilmeye çalışılıyor. Eve 6-8 Ekim döneminde ciddi provakosyonlar oldu ama ne bunun sorumlusu biziz ne de en küçük bir bağlantımız var. AKP o dönemde de iktidardı, provokasyonları önlemek de, sorumluları ortaya çıkarmak da onların siyasi görevleriydi ama ısrarla bundan kaçtılar. İşin kolayını ve kendilerince siyasi rantı yüksek olanın yani HDP ve beni suçlayarak basit ve ucuz bir yol seçtiler. Oysa o provokasyonları yapanlar ve arkalarındaki güçler tespit edilip üstüne gidilseydi çözüm süreci daha güvenli bir ortamda ilerleyebilir ve belki de sonuca gidilebilirdi. Türkiye 15 Temmuz darbe sürecine de kesinlikle sürüklenmezdi. Fakat bütün bunları serinkanlı bir şekilde ve ciddiyetle tartışıp, üstüne gitmek yerine 53 kişinin ölümünden beni sorumlu tutup büyük bir gaflete düştüler. Halen de 6-8 Ekim’in katilleri ve arkasındaki güçler otaya çıkarılmadı, üstüne gidilmiyor. Sanki ben 6-8 Ekim cinayetlerinden yargılanıyor muşun gibi bir kamuoyu yaratı halkı kandırıyorlar. Bu atmosferin oluşmasına o dönemin HÜDA-PAR yöneticileri de büyük katkı sundu. Maalesef. Hepsi büyük bir oyuna getirildiler. Ben HÜDA-PAR ile siyaseten aynı yerde değilim ama hiçbir zaman düşman olarak da görmedim. Fakat onlar AKP’nin yanında yer alarak, Kürt bir siyasi liderin devlet eliyle linç edilmesi sürecine ya destek oldular ya da sessiz kaldılar. Kürtler adına trajik bir durumdur. Hem evlatlarımızı birbirine kırdırıp vahşice katlettirdiler hem de sorumlusu olarak bizi gösterip Kürdü Kürde siyaseten de düşmanlaştırmaya çalıştılar.


 Her duruşmada “Tahliye talep etmiyorum” diyorsunuz. Neden?



 Duruşmalarda şuana kadar hiç tahliye talep etmedim, bundan sonra da etmeyeceğim. Çünkü ben tutuklu değilim siyasi rehineyim. Benim teknik olarak tutukluluğuma karar veren de bir gün serbest kalmama karar verecek olan da yargı değildir.


Duruşmalarda şuana kadar hiç tahliye talep etmedim, bundan sonra da etmeyeceğim. Çünkü ben tutuklu değilim siyasi rehineyim. Benim teknik olarak tutukluluğuma karar veren de bir gün serbest kalmama karar verecek olan da yargı değildir. Bunu siyasi koşullar belirledi, yine öyle olacak; bundan kuşku yok. Bir de öyle sanki biran önce çıkmaya heveslenen bir görüntü ortaya koyarak halkımıza saygısızlık yapmayı kendime yakıştırmıyorum. 80 yaşında yaşlı annemizden 6 aylık bebeğe kadar zindanlarda on bin yoldaşım varken ben tahliye falan talep etmeyi zül sayarım kendime. Ben o zindandaki analara bin defa kurban ederim kendimi yine de mahkemeye ağız eğmem.


Türkiye’de bir ilkti, cezaevinde cumhurbaşkanı adayı olarak seçim çalışması yürüttünüz.  Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Türkiye’nin rejimi değişti. Yeni getirilen rejimi nasıl tanımlıyorsunuz ve Türkiye halklarını nasıl bir süreç bekliyor?


24 Haziran seçimleriyle birlikte Türkiye’de yeni bir yönetim modeli ve rejime aynı anda geçildi. Model daha çok da tek adam yönetimine dayalı otokrosiye benziyor. Rejim ise din sosuna bandırılmış faşizmdir. Bu yönetim tarzı ve rejim Türkiye halklarına siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan sadece yıkım ve çöküş getirecektir. Bu tarz yönetimlerin kapitalizmle ve neo-liberal politikalarla entegrasyonu çok zordur. Körfez monarşileri, Suudi, Sudan gibi ülkeler bile artık bu modellere dayalı kapitalizmleri yürütemedikleri için bazı “açılımlara” falan gitmek zorunda kalırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 90 yıl sonra bu model ve rejim bel bağlaması tam bir trajedidir. Yani kapitalizm bile yaşayamaz bu modelde, o kadar zehirli bir ortamdır. Sosyal demokrasinin, hukuk devletinin, insan hakları gibi liberal özgürlüklerin hiç yaşama şansı yoktur. Bu şeklide Türkiye her gün daha ciddi krizlerle gittiği yere kadar gidecek artık, halk yeter diyene kadar.


Türkiye’de 2019’da yerel seçimler var ve iktidar kanadı tarafından şimdiden “Yine kayyum atarız” açıklamaları geldi. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz, yerel seçimler neden bu kadar önemli?



“Nasıl olsa biz oy versek bile boşa gidecek, kayyum atanacak nasılsa” deyip, boykot tavrına zorlamak istiyorlar. Ne DBP ne HDP ne de halkımız bu tuzağa düşmeyecek kadar her şeyin farkındadır.


Yerel demokrasiyi inşası açısından yerel yönetimleri biz çok önemsiyoruz. Ama AKP’nin derdi merkezde elde ettiği gücü yerelle de pekiştirerek, en küçük ir muhalefet odağının bile yaşayıp gelişmesini engellemektir. Bir de 24 Haziran’da adaletsiz, eşit bir yarışta hileyle elde ettikleri sahte sonuçların yerel seçimlerde tuzla buz olmasından ve erken genel seçimleri gündeme taşıyacak bir meşruiyet tartışmasından korkuyorlar. HDP tabanını AKP’ye oy vermeye ikna edemeyeceklerinden emin oldukları için bizim tabanımızı sandığa küstürmeye çalışıyorlar. “Nasıl olsa biz oy versek bile boşa gidecek, kayyum atanacak nasılsa” deyip, boykot tavrına zorlamak istiyorlar. Ne DBP ne HDP ne de halkımız bu tuzağa düşmeyecek kadar her şeyin farkındadır. Yerel seçimlerde halkın belirlediği adayların etrafında tek vücut olup kenetleneceğiz ve en yüksek oylarla mutlaka her yerde seçimi kazanacağız. Sonrasında yaşanacaklar ne olursa olsun önce irademize, onurumuza, kimliğimize, şerefimize ve özgür geleceğimize sahip çıkacağız, kayyum hakaretine sandıkta en güçlü cevabı vereceğiz. Mücadele her halükarda devam edecek zaten. Biz dönemsel görevlerimize sık sıkıya sarılalım öncelikle.


AKP-MHP arasında yerel seçimler öncesinde ortaya çıkan çatlak kamuoyuna yansıdı. AKP’nin tarihine bakıldığında Devlet Bahçeli tarafından atılan her adımda AKP iktidarını sağlamlaştırırken, siz oluşan bu çatlağı nasıl değerlendiriyorsunuz ve muhalefete mesajınız ne olur?


AKP-MHP çatlağı öyle basit bir görüş ayrılığı değil. Yeni bir döneme işaret edecek düzeyde ciddi bir siyasi çatışmanın yaşanacağını gösteriyor. Faşist blok kendi içinde Türkçü-dinci-ulusalcı bir ittifak kurmuştu, şimdi bu güç dengelerinin kendini devlet içinde yeniden ve kalıcı şekilde konumlandırma çatışması yaşanacak gibi. 15 Temmuz’da darbe girişiminden yer almayan güçler bunun diyetini istiyor, Erdoğan da artık bundan kurtulmaya çalışıyor sanki. Tabi bunu yaparken yönünün de demokrasi ve barışa çevirmiyor. Zor araçlarını daha fazla devreye sokarak, yeniden Ergenekon davalarına da başlanırsa şaşırmam doğrusu. Bu hamur daha çok su kaldıracak, faşist bloğun çatırdaması her halükarda demokrasi güçlerine birleşme, kazanma imkanı sunacaktır.


Editör: Haber Merkezi