Ölümünün ikinci yıldönümünde sevgili dostum ve yoldaşım İbrahim Ayhan’ın aziz hatırasına ithafen. Saygıyla. Minnetle…




Nejat Uğraş* Gazete karınca köşesinde yazdı: Demokratik politikanın hakikati ve işlevselliği




40’ıncı yıldönümünü geride bıraktığımız 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasının şefi Kenan Evren, darbe yapmalarının bir nedenini de “toplumun ve halkın fazla politize olması”na bağlamıştı. Ve darbeyle birlikte, başta TV (tek kanal vardı o zamanlar) olmak üzere, bütün medya iletişim araçlarıyla topluma ve halka, açıktan, “bundan böyle devlet sizin yerinize politika yapacak” mesajı verilmişti. Devletin ne(ler) yaptığı biliniyor. Tutuklamalar, işkenceler, idamlar, katliamlar yetmemiş, tüm siyasi parti, kurum ve kuruluşlar, dernekler, sendikalar kapatılmış; sokakta, kahvede, otobüste veya kamuya açık herhangi bir alanda “politika” sözcüğünün telaffuzu dahi örf-i idare ve cunta yönetimine itaatsizlik anlamında çok tehlikeli görülerek şiddetle bastırılmıştı.

Örgüt, örgütlenme, mücadele vb. kavramlar ise “bölücülük” ve “terörizm”le özdeşleştirilmişti. Bunun yerine cunta en çok üç “S”yi (seyirlik sporu -özellikle futbolu-, seksi, popüler sanatı) geliştirdi. Depolitizasyon ahlaki çöküntüyle birlikte işletildi. Sistemin etkisi ve denetimi altındaki toplumsal kesim ve gruplarda bu korku, beyin yıkama ve depolitizasyon süreçlerinin izleri halen hüküm sürmekte ve 12 Eylül’ün devamlılığı mevcut iktidarın acentalığında bir “Apartheid ve endogami arzusu gibi biçimlere bürünerek bizi sanrılı bir”[1] Kürtlerden, Alevilerden, eşcinsellerden, sosyalistlerden, mütedeyyin ve müminlerden, kadınlardan yani kendilerinden olmayanlardan yana temizlenmiş bir “toplum karabasanına hapsediyor.” Bütün bunlar yapılırken kolektif vicdanın bastırılması ve ahlaki yozlaşmanın derinleşmesi için toplumun ortakçı özü ve örgütlülüğü bir suç ortaklığına dönüştürülüyor. Toplumun kendini savunabileceği en etkili ve önemli mecra olan demokratik politikayı felç ederek, toplumun temel örgütlenme birimleri lağvediliyor. Toplumun demokratik tasavvur gücü algı operasyonlarıyla dumura uğratılıyor. Demokrasi ve politika kavramları en burjuva anlamlarıyla bile itibar kaybına uğrayarak sinik ve niteliksiz kabuk kavramlar olarak metamorfoza uğruyor.

Bu haseple bireyi ve toplumu savunmak dönemin temel politik yaklaşımı olarak “demokratik politikayı” yaşamsallaştırmayı ve işlevselleştirmeyi bir hakikat olarak farz kılıyor. Savaş ve ırkçılığa dayanan 12 eylülcü zihniyetin devamlılığına karşı demokratik komünal tasavvuru bir direnç hattı olarak örgütleyip, ahlaki-vicdani yozluğa ve çürümüşlüğe karşı ahlaki-politik toplumu tarihsel ve toplumsal temelleriyle ortakçı bir özle behemahal inşaya girişmek gerekiyor. Özellikle Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’nun en güçlü ve en örgütlü gücü olan Kürt siyasal hareketinin bütün seksiyonlarıyla birlikte Öcalan’ın demokratik komünalite ve politika tasavvurunu kat etmesi ve içinden geçerek demokratik politikayı kurumsallaştırması kaçınılmaz olanı gösteriyor. Bu bağlamda Öcalan’ın konuya ilişkin neler söylediğine yeniden dönüp bakmak, ahlaki ve vicdani çürümüşlüğe ve politikasızlığa karşı panzehir görevi göreceği aşikardır.

Neden ve nasıl?


Çünkü, toplumun ortakçı özünde olduğu gibi toplumun demokratikliği esas mesele olup, öz-biçim bağlamının kendisi de doğrudan nitelikle ilgilidir. Öcalan “Toplumların doğasında demokratik eğilimler her zaman mevcuttur. Demokrasi özünde her varlıkta gözlemlediğimiz kendisine ilişkin inisiyatif ve yönelim, yönetim olgularıyla bağlantılıdır. Bunun evrensel bir görünüm olduğu kanısındayım” derken atom altı dünya ve kuantum bilimine başvurarak durumu izaha kalkışır. Şöyle ki;

Varlıkların kendilerine ilişkin bu yönlü inisiyatif ve yönelimlerinin atom altı dünya dahil evrenin her yerinde geçerli olup, oldukça çarpıcı düzeylerde seyrettiği gerçeği bugün kuantum bilimince de kanıtlanmıştır. Kaba, cansız madde anlayışının aksine, evrenin son derece canlı ve özgür gerçekliğine bağlı olarak atom altı dünyada da sezgili, özgür tercihli düzenler söz konusudur. Aynı anda iki farklı şey olmak da bunlar arasında yer almaktadır. Kuantumda, yörüngesini değiştirmek isteyen bir kuantum parçacığı, bir elektron, yeni bir yörüngeye “nihai” geçişini yapmadan önce tüm olasılıkları “el yordamıyla” değerlendirir. Elektronun olası tüm yörüngelere ve aynı anda sanal geçişler yapmasının nedeni, kendisi için en iyi seçim ve geleceği saptamak olduğu şeklinde yorumlayıp, değerlendirmektedir.

Atomlar, yörüngelerine sanal geçişler yapan, uğrayıp giden elektronları bilirler, çünkü elektronlar uğradıkları yörüngelerde izler bırakırlar. Böylece geçmiş birikimin yarattığı hafıza, her zaman el yordamıyla değil de, seçerek yaklaşabilmelerine, yönelebilmelerine, yollarını bu şekilde kısaltarak da tercihlerini yapabilmelerine olanak sağlar. Bu haseple Öcalan, “demokrasinin, evrenin dili olduğunu” belirlemesini yaparken mesnet olarak “doğal canlı türlerinin bu denli çeşitli olmaları, çok sınırlı bir kısmı dışında birbirlerinin varlıklarıyla uyumlu bir bütünsellik oluşturmaları, karşılıklı olarak birbirlerini beslemeleri ve daha genel bir anlatımla evrende özne-nesne dualizminin olmaması da, evrenin dilinin demokrasi olduğuna işaret etmektedir” tespitinde bulunur. Yani mealen der ki, demokrasi, toplum gerçekliğinde farkına varılan ve bilince çıkarılan, evrenin ve doğanın bu eğilimidir. Ve pek tabii ki doğal dünya ile kültürel yaşam arasındaki farklılıklar göz önünde bulundurularak bu gerçeklik dile getirilmektedir.

Demokrasi, en basit ve yalın anlamıyla, toplumsal bağlamda, halkın, kendi kendisini yönetmesi olarak tanımlanmıştır. Tarihin derinliklerine bakıldığında, demokrasinin gerçek anlamıyla, komünlerde doğduğunu ve yaşadığını görmekteyiz. Komünler, yerel toplulukların ortak ihtiyaçlarının ‘doğrudan demokrasi’ yöntemiyle karşılandığı birimler olmuştur.

Demokratik komünalite de mezkur tarihsel-toplumsal temellere dayanmaktadır. İlksel insan topluluklardan günümüze kadar devamla ve sürekli bir devinimle kendisini sürdürebilmesi, ayakta tutması baştan itibaren kolektif vicdana dayanan ilke ve kurallar temelinde mümkün olabilmiştir. Buna da ‘ahlak’ adı verilmiştir. Ahlak, toplumun kolektif vicdanıdır. Ahlakın özü vicdandır. Vicdan, en derin duygu bağları olup, ahlakın özünü oluşturmaktadır. Ahlakın temel rolü, toplumun sürdürülmesi ve ayakta kalması temelinde kurallar koyarak uygulama gücüne sahip olmasıdır. Toplumun yazılı olmayan kuralları olarak ahlak, toplumun ilk inşası sırasında takındığı tutumların bütünlüğü olarak da tanımlanabilmektedir. Bunlar da ilksel toplumun beslenme, barınma, üreme ve korunma için aldığı tedbirler, yaptığı iş ve eylemler bütünlüğüdür. Bu bütünlükler gelenekselleştiği ölçüde ahlak oluşmuş sayılmaktadır.

Toplum ve politika açısından ahlakın yaşamsal önemini temellendirirken yeniden atom altı düzeye başvurabiliriz. Atom altı düzeyde baktığımızda tüm evrende, anlamlı bakılabildiği ölçüde, doğada kendisini ifade eden zekâyı gözlemleyebiliyoruz. Bunlar arasında esnek zekâyı en fazla toplumsal doğada görmekteyiz. Toplumsal doğa, esnek zekâyla en yüklü doğa olarak da tanımlanmaktadır. Daha çok düşünmeyle iş yapmak, sorunları çözmek üzere politika yürütmek bu esnek zekâyla imkan dahilindedir.

Sorunu bu şekilde ele alıp açımladıktan sonra şunu salık vermektedir: “Tabii burada, düşünme ile iş arasındaki ilişki zorunlu olarak kural içerecektir. Çünkü işin nasıl yapılması gerektiği zaten kural demektir. İşte işe ilişkin bu ilk eylemi ahlak kuralı olarak belirleyebiliriz. İş derken ise her türden toplumsal etkinliği kastediyoruz. (…) Bu iş, kural olmadan başarılamaz. Başarısızlık, tüm toplumun ölümü demektir.”

Kaynağını kolektif vicdani temelden alan böyle bir ahlak söz konusu olmadığında, daha doğrusu bastırılıp geriletildiğinde ve etkisizleştirildiğinde, bahsi geçen en esnek zekâ yeteneğinin nasıl ve ne türden istismar ve vahşet örnekleriyle canavarlaşabildiği, tarihin tanık olduğu bütün işkence, kırım ve katliamlarda yeterince açığa çıkmıştır. Bilimsel gelişmenin ürünü olarak atom fiziği ile insanlığın başında patlatılan atom bombası arasındaki çelişki, mevcudiyetin sarih ve sahih fotoğrafıdır adeta…Ezcümle ahlakın işlevi toplumun hayati işlerinin, politikanın kural ve ölçüler yoluyla en iyi tarzda yapılması, yürütülmesi etrafında yaşamsallaşmaktadır.

Oysa sermaye, iktidar ve bilim tekelleri açısından ahlak, toplum aleyhine birikim sağlamak önündeki başlıca engeldir. En iyi haliyle, devletleştirilmiş ahlak olarak hukuktan ibarettir. Asla daha fazlası olmadı. Olamaz da. Hukuk, canlı ahlakın yerini asla tutamaz; ahlakın rolünü işlevini yerine getiremez. Hukuk ile daha ziyade devletli sistemin geleceği güvenceye alınırken, bir de meşruluk kılıfı sağlanır. Elbette bu durum, demokratik politika açısından hukukun demokrasiye duyarlı kılınması çabası ve mücadelesini anlamsız kılmaz. Zaman zaman yapıldığı gibi, büyük mücadeleler sonucu elde edilmiş evrensel hak ve hukuk ölçülerini hatırlatıp, egemenleri bu ölçülere ve kendi yasalarına uymaya davet etme ihtiyacını ortadan kaldıramaz. Bunu mümkün kılan ise, hukukun ahlaka tabi olarak ele alınması ve hukuka yedirilmiş ahlakın toplumun korunmasında ve sürdürülmesinde rol üstlenmesidir. Bundan da vazgeçmemek gerekir.

Düzen politikacılığı hile, yalan, güç ve çıkar eksenlidir. Artık-ürün ve değerden pay kapma üzerine iktidar ve devlet odaklıdır. İdeolojik aygıtlar, baskı ve zor araçları buna göre şekillenir. Yönetimden ziyade idarecilik vardır. Bunun da özü tahakküm ve sömürünün kalıcılaştırılmasıdır. Oysa tarihsel toplumda ahlaka bağlanan politikanın asıl işlevi en iyi işleri tespit etmek ve yürütmek olarak belirlenir. Topluma gerekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte temel maddi ve zihni ihtiyaçları gidermenin yol ve yöntemlerini sürekli tartışarak kararlaştırmak politikanın rolü ile ilgilidir. Politikanın bu temelde sürekli tartışma ve karar gücünü geliştirerek toplumu zinde ve açık görüşlü kılması, kendini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturması amaçlanır. Onun temel varlık alanı budur. Öcalan, “bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olarak politikasız bırakmaktır. Hiçbir yol bu denli sakıncalı olamaz” derken politikasız toplumu “başı kesilmiş tavuk” metaforuna başvurarak betimler. Daha can vermeden sağa sola savrulan toplum benzetmesi ahlak ve politika olmadan toplumun olamayacağını göstermesi açısından oldukça manidardır.



Tarihten günümüze politika; sosyal, kültürel, ekonomik vb. alanlarda temel ihtiyaçlarımızı gidermek için neler yapılacağıyla ilgili olmuştur. Bu anlamda politika “ortak iş” demektir. Var olan imkânları, en iyi değerlendirme ve seçeneklerden en uygun olanı tercih etme, seçme sanatı olarak da ifade edilir. Gerçekte politika, yaşamsal faaliyetlerin bütünü olarak ele alınır ve çözümlenir. Buradaki temel ayraç parça-bütün ilişkisidir. Parçada bütünü görmek, bütünde parçanın rolünü kavramak esastır. Bu izlekte “politikada darlık olmaz. Darlık sürekli yenilgili ruh halini yaşamanın belirtisidir.” Politika aynı zamanda günlük davranış sanatıdır; günlük yaşamı yaratma, çekip-çevirme pratiği ve iradeliliğidir. İdare edilebilir olan değildir. Sonuna kadar somuttur, hatta ayrıntıdır. Bu anlamda somut durumun somut tahlilini gerektirir. Gerek halkın gerekse de bireyin kendisi, gündelik yaşamını evirip çevirirken doğallığında politika yapar. Bu iradeyi halkın ve bireylerin ellerinden alma, apolitikleştirme devletin “marifeti”dir.

Ahlakın, politikaya sunduğu gelenek gücü ve ölçüler dahilinde, politikanın iş gören, sorun çözen yeni kararlarıyla sürekli bu çerçeveyi genişletip derinleştirilmesi gereği elzemdir. Bu nedenle politika, ahlaki değer ve ölçülere uygun olmalıdır. Tam da bu noktada politikanın ahlaki boyuttan daha fazlasını taşıdığını da belirtmek gerekiyor. Bu bağlamı takip ederek yine Öcalan’a başvuruda bulunduğumuzda, “işleri çok iyi tanımayı, yani bilgi ve bilimi, bir de bulmayı, yani araştırmayı gerektirir. İyi kavramı da buna dahil olunca, ahlaki bilmeyi de gerektirir. Görüldüğü gibi politika çok zor bir sanattır. (…) Politika esas olarak, ahlaki ve politik toplumun her koşul altında bu niteliğini veya varoluşunu sürdürebilmesi için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliği demektir” tespitinde bulunur. Diğer bir anlatımla ifade edecek olursak, “politikanın öz anlamını özgürlük olarak belirmenin, maksadı daha iyi ifade edeceğini” belirtir. Varılmak istenen yer, politikanın işlevselliğini anlatmak açısından yapısökümcü bir güzergahta ilerleyerek bir fenomene dönüştürülür: “Topluma gerektiğince ahlak kuralları sağlamak da politikanın görevleri arasındadır.”

Kavramlar bu noktada hem etimolojik hem de epistemolojik yeni bağlamlar kazanır. Politika ve ahlak son derece birbirlerini etkileyen helezonik bir ilişki sarmalı içerisinde kavranır. Zaten ahlak, toplumun gelişiminde ortaya çıkmış özgürlükçü değerlerin geleneksellemiş ifadesi olarak tanımlandıktan sonra asıl patikaya varılır: “Özgürlük olmadan ahlaktan da söz edemeyiz.” Çünkü özgürlük yokluğunda ancak kölelikten söz edilebilir. Bununla birlikte, özgürlük-bağımlılık evrensel ikileminden hareketle, kime, nereye bağlı olduğunu bilmeyen; toplumsallığının farkında olmayan bir zihniyet, duruş ve eylemin olduğu yerde ve ilişkilerde de özgürlük ahlakından söz edilemezliği kullanışlı bir yönteme ve iradi müdahaleye dönüştürülerek mutlak olandan kaçış çizgileri oluşturulur. Ahlak kime, nereye bağlı ve sorumlu olduğumuzu bilmekse, politika da bu temel üzerinde yeni özgürleşme adımlarının atılabileceği-Mbembe’ye atıfla- “insanlık durumundan yeryüzünün durumuna geçişi” betimler.

Ahlaki ve politik olmak, kolektif vicdan temelinde özgür seçim iradesi gösterebilmektir. Buna özgürlük ahlakı da diyebiliriz. Yalnızca kolektif vicdanı esas alıp, bu temelin üzerinde özgür ve demokratik seçim iradesini tanımayan yaklaşımlar totaliter toplum tasavvuru ile totaliter politik yorumuna dönüşürken, kolektif vicdanı yeterince gözetmeden seçim iradesi ve söylemini öne çıkaran yaklaşımlar liberalizme kapı aralayarak enfekte olmakta ve düzenin sınırları içerisinde mutasyona uğrayarak yozlaşmaktadırlar.

Fırsatlar ve başarı


Politikada fırsatları iyi değerlendirmek başarı için oldukça önem taşıyan bir husustur. Dönemsel, güncel koşulları iyi tahlil edip, taktik yetkinlik ve yaratıcılık göstermeyi gerektirir. Bununla birlikte, kaynağını büyük çoğunlukla ahlaki zayıflıktan alan ilkesizlik, kuralsızlık, tutarsızlık ve fırsatçılık (oportünizm) ciddi güven kaybına yol açarak orta ve uzun vadede başarısızlıklara kaynaklık eder. Özellikle oportünist yaklaşımlar, özel çıkarı genel ihtiyaç ve değerlerden, taktik olanı stratejik olandan, güncel olanı bütün bir gelecekten ayırarak, günü kurtarma adına ilkesizlik ve kuralsızlık politikası olarak kayda geçmiştir. Oysa politika, genel ihtiyaçlar ile özgürlüğü, stratejik olan ile taktik olanı, gelecek ile güncelliği (siyasetin andaki pratiği) en iyi ve başarılı şekilde buluşturarak yetkinliğe ulaşmayı, sanatçı duyarlılığı ile politik sanatın icrası olarak kavramak gerekmektedir.

Politika için işleri iyi tanımanın, yani bilgi ve bilimin öneminden, yine bulmanın, bunun için araştırmanın önemi son derece belirleyici bir tutumdur. Burada entelektüel (zihinsel) aydınlanmanın rolü ve önemi kendisini gösterir. Çünkü entelektüel aydınlanma ve farkındalık olmadan ahlaki-politik olgunluk ve yetkinlik sağlanamaz. Politik alan güncel aydınlanma ve ahlakiliğin yaşam bulmasıyla kendisini somutlar. Böyle olursa işlevini yerine getirebilir. “Politika bu anlamda günlük aydınlatma ve ahlaki davranma gerçeğidir; aydınlatmanın, ahlakiliğin kendisidir” belirlemesinde bulunan Öcalan’ın meseleye biçtiği kıymetin nasıl bir kavrayışla vücut bulacağını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Politik ve ahlaki temelin olmadığı yerde ise entelektüalizm ancak sermaye, bilgi satıcılığı-hamallığı olarak kullanılabilir. Ki bunun da toplumun aydınlanmasına hizmet etmediği ve etmeyeceği açıktır. Tekelin tarihsel olarak sermaye ve iktidar biriktirme rejimi olmasının yanı sıra, aynı zamanda bunların hizmetinde bir bilgi biriktirme rejimi olduğunu da hatırdan çıkarmayarak zihinsel, ahlaki ve politik görevler ancak birbirlerini besleyen, tamamlayan tarzda iç içe yerine getirildiğinde özgürlük, eşitlik ve demokratlık azami bir düzey kazanabilir.

Hülasa;


Beş bin yıllık tekelci dünya sisteminde gelinen aşamada çok fazla duyulan “politikanın ölümü” sözü aslında doğmakta olan bu yeni politikanın ifadesidir. Bu politika ki tümüyle ahlaksal araçlar yoluyla egemen iktidar oluşumlarından uzak durur ve her koşulda devlet dışı olan ahlaki, demokratik-komünal temelde kendini inşa ederek demokratik modernitenin en aktif bileşeni olur.

Artık toplum ve halk adına, iktidarın fildişi kulelerinde oturarak söz söyleyenlerin oynadığı film kopmuş, sona gelinmiştir. Bunun karşısında özgürlük, demokrasi ve politik olanların kazanılması bakımından yeni bir politik toplumsallık, mücadelenin temel karakteri olmaktadır.

Demokratik politika baskıya dayalı, radikal indirgemeci bir kolektivizm değildir. Hiçbir merkezi belirlenimciliği kapsamaz. Birbirlerine indirgenemez grupların (kolektivitelerin) ve bireylerin birleşik üretkenliğinin, yaratıcılığının ahlaki ve politik ifadesidir. Toplumsallık ekseninde bireyselleşmenin, özgürlük düzleminde olumlanmasıdır. Dolayısıyla demokratik politika, özgür ve eşit bireyler olma süreci olarak da tanımlanabilir. Hiçbir zaman ideolojik dogmatizme, katı merkezi inanç sistemine, basit bir yasal sözleşmeye veya soyut bir eşitliğe indirgenemez. Demokratik politika, demokratik komünalizmin inşasını gerçekleştiren ve tarih boyunca devam eden değerler-toplumuna dayalı inşa sürecinin kesintisiz ve sürekli bir parçasıdır. Tahakkümcü düzen ve dizgelere karşı direniş ve mücadele temelinde kendisini inşa eder. Bu inşa sürecinde özgürlük ideası eşit ve özgür yurttaş bilinciyle devlet-dışı uzamlarda kökleşir. Uzamda bir reddediş ve kopuş, dahi öz yeterlilik ve oluş mücadelesinde demokratik toplum, yaşamsal kolektif faaliyetlerini, demokratik siyasetle eş zamanlı hale getirerek, bütün özgürlükçü potansiyellerini açığa çıkarır ve kendinde gerçekleştirir.




*Yurttaş




[1] Achille Mbembe, Düşmanlık Politikaları, İletişim, s.16





Düşmanlık ilişkisinden kurtulabilecek bir insanlık mümkün mü?

Editör: Haber Merkezi