Dün 14 Eylül'dü. Ben bugün öğrenebilmiştim zindan karanlıklarında.

 

Dün 14 Eylül'dü. Ben bugün öğrenebilmiştim zindan karanlıklarında. O gün cansız soğuk bedenini yine karanlık bir mahzende bana gösterdiler. Uyuyordu, hem de en derininden bir uyku halindeydi. Duymadı beni...

Asker dipçiğiyle başucundan kaldırıldığı da, onu kesip biçen, neredeyse çuvaldızla dikenlerin gözlerine baktım. Hepsi yere indirdi bakışlarını; biz bilmeyiz, büyükler bilir diyorlardı sanki. Askeri cipte, silahlı asker; artık ağlama abla, ne olur diyordu ara ara, fısıltıyla. Evet dün, 14 Eylül'dü.40 yıl sonraki 14 Eylül yani. Dün yine baş ucundaydım. Yine duymadı beni, taş ve beton arasında toprağın altındaydı. Sıcağa ve salgına kesmiş İstanbul'da, Aysel Hoşgit ile birlikte, taşına su verdik toprağına bir demet çiçek ektik.

Suyu toprağın yardımına da koştuk. Ve bir türkü dinletti; uğurlama! Ey sevgili, yare ulaşmadan düşersen eğer..., diye diye başlayan ve mecburen biten... Sonra da 44 yıl önceye gittik, bir yaz sonu gününde başlayan yaşam birliği ilanın yapıldığı yere; Moda çay Bahçesine. Onu andık, o günlerdeki masa, ağaç ve insanlar yoktu ama yine de ruhu, yüzü, sözleri elle tutulur kadar canlıydı, bizimle birlikteydi. Bu dünyadan ve hayatımdan İrfan Çelik geçti! Devrimciydi, komünisttir, zamanın lideriydi. Celladın elinde can teslim etti. Eşimdi, tüm zamanları aşmış sevgiliydi; insandı ve yine tüm zamanları aşmıştı...

Onun önemi buradan geliyor. Dün bu sütunlarda arkadaşları, arkadaşlarım, nasıl öldü diye tartışmışlar. Bir önemi yok aslında, yokluğuyla da dünyaları dolduruyor işte!