Bugün kadınların kendi hayatları üzerinde her türlü şiddetten azade olarak karar verebilme mücadelesi daha görünür bir biçimde kapitalizmin kalbinde, kapitalizme karşı bir mücadele haline geldi.



Dünyanın dört bir yanında;

Topraklarından zorla göç ettirilen, geçimlik işleri ellerinden alınan kadınlar milyonların ekmek derdinde olduğu büyük kentlere göç ediyor, ter atölyelerinde ölümüne çalıştırılıyor...

Kadınların bir çok hakkını yüz yıl önce elde ettiği ülkelerde bugün seçme-seçilme, üreme, boşanma, sosyal güvenceye sahip olma, eşit işe eşit ücret gibi en temel medeni, sosyal ve ekonomik haklar ayaklar altına alınıyor...

Yüksek faizler, ülke ekonomisinin batması, kamu kaynaklarının bir avuç sermayedara peşkeş çekilmesi, sağlığa-eğitime erişimin imkansızlaşması, açlığın yaygınlaşması gibi nedenlerle artık yaşanamaz hale gelen ülkelerden “rüya ülkelere” kitlesel göçler gerçekleşiyor. On binler çıplak ayak ve bir poşet eşyayla binlerce kilometre yürümeyi, hatta yolda ölmeyi göze almış durumda. Yola düşenlerin büyük kısmı kadınlar ve çocuklar...

Yıllardır süren savaşlar; sığınacak bir ev, yenecek bir dilim ekmek, güven, huzur bırakmadı. Eli kanlı teröristler kadınları ve çocukları adeta yağmalanacak “mallar” haline getiriyor, savaştan kaçıp komşu ülkelere sığınanlar, sığındıkları yerlerde insanlık dışı koşullarda yaşamaya ve çalışmaya çalışıyorlar, korkunç bir ayrımcılığın ve düşmanlaştırmanın hedef tahtasındalar…

Dünyanın pek çok yerinde;

Aşırı sağcı, militarist, ayrımcı, kadın, göçmen, LGBT düşmanı, patronsever ve maço yöneticiler iktidara geliyor...

Yoksullar bu yöneticilere, onlardan önce sosyal refah sözü vererek iktidar olan ama halkın verdiği desteği neoliberal politikaların daha sert uygulanması için kullanan yönetimleri “cezalandırmak” için oy veriyor.

Kadınlar, artan yoksulluğun yarattığı korku ve dizginsizleşen düşmanlaştırma politikalarının yarattığı ayrışmayla karşı karşıya.

Dünyanın her yerinde;

Ücretler düşüyor, çalışma saatleri artıyor, iş kazaları, iş cinayetleri yaygınlaşıyor, örgütlenmelere dönük saldırılar yoğunlaşıyor.

Tam zamanlı bir iş bulmak lüks haline gelmiş durumda; kimi ülkelerde kadınlar, “müjde” diye duyurulan yarı zamanları işlerle geçimlerini sağlamak için aynı günde üç dört ayrı işte, günde 18 saati bulan çalışma sürelerine boyun eğmek zorunda kalıyor.

Yoksulluk, açlık, göç, insan ticareti, şiddet alabildiğince arttı...

Bir yandan dünyanın her yerinde zenginlik ve bolluk da artıyor, ama “dünya” için değil; bir avuç insan için...

Bu dünya hali, bir ülkeden diğerine değişen gündelik sorunlar, değişen siyasi figürlere rağmen aynı kötücül halin her yeri sardığı bir cehennem tablosunu gözler önüne seriyor.

Ve bu hal, kapitalizmin her yere sirayet eden çürümüşlüğünün göstergesi...
ŞİDDETLE ‘DEĞİŞEN’ DÜNYA

Biliyoruz ki sermaye için kadınların boyunduruk altına alınması, kapitalist genişleme ve hep daha fazla büyüyecek emek gücü tedarikini güvence altına alabilmek yaşamsal önemdedir. Bu nedenle, kapitalizmde ataerkil toplumsal ilişkilerin varlığı basitçe önceki üretim biçimlerinden aktarılmış örtük bir kalıntı değildir; aksine bu ilişkiler “kapitalizmin sönmeyen ateşinin benzini” olan emek gücünü yeniden üretmek için mutlak surette gereklidir.Kadınların bedenlerinin, emeklerinin, cinsel ve yeniden üretim becerilerinin denetim altına alındığı ve ekonomik kaynaklara dönüştürüldüğü bir düzenin kurulması ve sürdürülmesi için şiddet en önemli araçlardan biri olageldi. Sermaye için her yeniden inşa dönemi, aynı zamanda şiddetin de en çok pervasızlaştığı dönemlerdir.

Bugün de öyle bir dönemden geçiyoruz... Daha fazla kazanmak ve yayılmak isteyen sermaye, değişen dünyanın dizginlerini, “şiddete” yaslanarak ve vahşetin dozundan kaçınmayarak elinde tutmaya çalışıyor...

Böylesi bir süreçte, kadınlara yönelik şiddet, tecavüz ve cinayet vakalarındaki artış “rasgele” bir sonuç değil. Tersine, bu artış, bu düzenin kuruluşunun hem şartı hem de sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Sermaye, sosyal refah uygulamalarının tümünü minimuma indirerek, hatta işçi sınıfını tamamen ‘kendi yaşama güdülerine bırakarak’ sürdürmeye zorluyor işçi ve emekçi sınıfların yeniden üretiminin koşullarını. Bu, özellikle kriz dönemleri için daha da geçerli.

Bu süreçte kadınlardan beklenen yalnızca bir tampon görevi görmeleri değil, aynı zamanda sermayenin kendisini güvenle yaslayacağı toplumsal ilişkilerin inşacısı ve parçası olmaları... Kadınların insani koşullarda yaşama taleplerini şiddetle bastırmadan bunu yapması ise olanaklı değil.

Sosyal refaha minimum pay ayırarak işçi ve emekçi sınıfların sırtından maksimum kâr elde etmenin hesabını yapan sermaye, ihtiyaçları doğrultusunda şiddetin olağanlaştığı toplumsal cinsiyet rejimini hayata geçiriyor. Kapitalistler, dünyanın dört bir yanında iktidardaki temsilcileriyle kadınların haklarına karşı savaş açmış durumdalar. Ev ve bakım yüklerinin giderek daha fazla kadınların sırtına bindirilmesi, eğitim, sağlık, sosyal hizmet alanlarında yoksulların yok sayılması ve bu alanların kâr yaratacak işletmelere dönüştürülmesinin bedelinin kadınlara ödetilmesi, bedenleri ve hayatları üzerindeki denetimi artırarak kadınların daha bağımlı hale getirilmesi bu savaşın görünümleri.



Bugün;

* Kadınlar, şiddetin bizatihi kendisi haline gelen yaşam ve çalışma koşullarına mahkûm.

* Yalnızca ev içinde değil, kamusal alanda da şiddet niceliksel olarak arttığı gibi vahşet düzeyi bakımından da nitelik ve içerik değiştirdi. Şiddet, artık “özel alanın” sınırlarını aşarak tüm kamusal yaşamı düzenleyen iktidar aygıtları eliyle meşrulaşan ve adeta bir “seyredene ve potansiyel yeni şiddet mağdurlarına da mesaj” kaygısıyla alenileştiriliyor. İsyan etmeye meyilli olana gözdağı vermek için sürekli bir “şiddet hoşgörüsü” ile de karşı karşıyayız.

* Tüm şiddet ve yoksunluk dolu haline rağmen “özel alanın” kadınların “dışarıda” karşı karşıya kalacağı daha büyük ve korkunç saldırılardan sakınma alanı haline getirildiği bu düzen; “evi” ve “aileyi” de yeniden kuruyor. Bu “ev”, giderek imkansızlaşan bir ayakta kalma mücadelesinde, altında her ne yaşanırsa yaşansın kadınların sığıntı olacağı bir “çatı”ya dönüştürülürken, bir yandan da erkeğin “dışarıda örselenmiş özgüvenini” tazelemesi istenen tahakküm alanı haline geldi. Kadınlar ve kadınlık yeniden dizayn edilirken, erkekler ve erkeklik de kullanışlı araçlar ve silahlar haline getirilmek üzere elden geçiriliyor.
ÇOK KATMANLI, ÇOK BOYUTLU

Evet; kadınların, bedenleri ve hayatlarıyla da somut olarak hedefe konduğu bu savaşta, erkekler kadınlara yönelik sistematik şiddetin “hoşgörülen ve desteklenen tetikçileri” haline geliyorlar, yeni cinsiyet rejiminde onlara da ekstra “görevler” biçiliyor.Ancak; böylesi bir tabloda şiddeti tartışırken sadece “nasıl ve kimler tarafından şiddete uğradığımızın” analiziyle sınırlı kaldığımızda çok katmanlı ve çok boyutlu şiddet sorununu doğuran toplumsal süreçler, eşitsizlikler, sınıfsal sancılar, baskı politikaları es geçiliyor; şiddetin öznesi tek başına şiddeti uygulayan “erkekler” olarak kalıyor.
Bugün ataerki ile kapitalizmi birbirinden ayırarak, şiddetin kapitalizmin varoluşu ve devamı bakımından bir “koşul” ve “araç” haline geldiğini görmeden yapılan her analiz, kadınların yaşadığı şiddet deneyimlerini bir tür “olay yeri incelemesine” dönüştürüyor. Nedensellikten koparılan şiddet, kısım kısım ayrılarak bir “inceleme nesnesine” indirgeniyor.

Şiddetin kapsamı ve niteliğine ilişkin değişimleri, kapitalizmin dünkü ve bugünkü yönelimlerinden ayırarak analiz etme çabaları, toplumsal ilişkileri ve değişimleri bütünlüğü içinde anlamayı yokuşa sürüyor. Kadın hareketinin perspektifini de, yalnızca yaşadığımız ilişkilerin düzenlenmesi çabasına hapsediyor.

Ufkunda kadınların kurtuluşuna yer olmadan, çeşitli hakların gaspının engellenmesiyle sınırlı kalan bu çabalar, maruz kaldığımız baskı, sömürü, şiddet karşısında “kadınları güçlendirmekle” açıklansa da, aslında hakların her an geriye alınabilir olduğu koşulların sürmesine neden oluyor. Eşitsizliğin kaynaklarına ve kadınları ezen egemen toplumsal ilişkilerin yapısal nedenlerine dokunmayan her girişim, kendine “burjuva” demokrasisinden başka sığınacak bir yer bulamıyor!

Oysa bugün daha da açık ki; kadınların kendi hayatları üzerinde her türlü şiddetten azade olarak karar verebilme mücadelesi daha görünür bir biçimde kapitalizmin kalbinde, kapitalizme karşı bir mücadele haline geldi. Geldiğimiz noktada; sınıf ve cinsiyetin birbirinden ayrılamaz mücadele alanları olduğunu daha sarih bir biçimde görülüyor.


KADINLAR HAKLARINDAN VE HAYATLARINDAN VAZGEÇMEYECEK!

Bu tablonun elbette bir de diğer yönü var: Son yıllarda kadın hareketinin yükseldiği ve kitleselleştiği ülkelerde kadınların şiddete karşı mücadelesiyle neoliberal yıkım politikalarına karşı mücadelenin taleplerinin ortak ve bir talepler haline geldiğini görüyoruz.Bu mücadelelerin verildiği ülkelerin kadınlarıyla çok benzer koşullarda yaşayan Türkiyeli kadınlar, krizle birlikte bu ortaklıkları daha açık deneyimliyorlar.
Borç yükü altında ezilen bir inşaat işçisinin eşi olan Mehbare, bebeğine bebek bezi bulamadığı için her gün evdeki çul çaputtan bir parça kesmek, kocasının şantiyede verilen yumurtayı yemeyip eve, çocuğa getirmesini beklemek zorunda bugün.

Evlendiği ilk günden beri şiddet gören Nazlı, iki çocuğunu alıp kendine yeni bir hayat kurmaya çalıştığı halısız, sobasız, ocaksız, yataksız evinde, çocuklarını bırakacak yer bulamadığı için iş bulamadığını, parça başı işlerle karınlarını doyurmaya çalıştıklarını anlatıyor. Milyon dolarları inşaat şirketlerine hibe eden hükümet, bu durumdaki milyonlarca kadına sosyal destekte bulunmak şöyle dursun, kadınların nafaka hakkına göz diken eyyamcılarla kol kola yasal düzenleme yapma peşine düşüyor.

Krizi bahane edip işçilerin primlerine göz diken fabrikatör yeni fabrikalar açarken, işçilerin tuvalet molalarını “verimliliği düşürdüğü için” iptal ediyor, fabrikada ustabaşları kadın işçilerin tepesinde “çişiniz geldiyse az sıkıverin kızlar, şurada mesai bitimine üç saat kaldı” diye dalgasını geçebilecek erkte hissederken kendini, işinden olursa eve ekmek götüremeyeceğini düşünen işçiler dişlerini sıka sıka yutmak zorunda kalıyorlar bu lafları.

Gözünü dünyaya ilk açtığından beri gün yüzü görmeyen bir kadın, üç çocuğunu öldürüp intihara kalkışıyor. Kurtarıldığında ilk ettiği laf, “Çok rezil bir hayatım oldu, hiç yaşamadım, benden sonra rezil olmasınlar diye öldürdüm çocuklarımı” oluyor.

Bugün, işsizliğe ya da en kötü çalışma koşullarına mahkûm edilmiş kadınların yüklerine bir de krizin bunalttığı ev ahalisinin “psikolojisini” düşünmek ve düzeltmek düşüyor. “İşsiz kocam sinirlenmesin, kendine, çocuklara bir şey yapmasın diye alttan alıyorum her şeyi, derdimi kendime bile söylemiyorum artık” diyen kadının içini kemiriyor başka bir hayat hayali.

Bir lisede onlarca öğrenciyi taciz eden öğretmeni protesto ediyor kızlı erkekli tüm öğrenciler. Yetkililer ise tacizci öğretmenin görev yerini değiştirmekle yetiniyor; daha önce suçu mahkeme kararlarıyla sabit olan pek çok diğerlerine yaptığı gibi.

Sokaklar, işyerleri, okullar, evler... Tüm yaşam alanlarımız şiddetin kol gezdiği, şiddetin şekillendirdiği, şiddetin bir uslandırma aracına dönüştürüldüğü alanlar haline getirilmeye çalışılıyor.

İşte böyle bir şiddet tablosu yaşadığımız. Bu tablo karşısında dünya kadınlarının şiddete karşı ortak sözünün dillendirildiği 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Gününde Türkiye’den sözümüz:

“Yoksulluğun, sömürünün ve şiddetin karşısında
Haklarımız ve hayatlarımız için bir aradayız!”

Editör: Haber Merkezi