Halk akademisine sahip çıkmamışsa, akademi yollara dökülüp onların önünü kesmeli ve bilimi anlatıp yaygınlaştırmalıdır. Dönem bilim yapma fırsatını tarihe borçlu olabileceğimiz değil, tarihi yeniden yazmak üzere felsefe ile temellendirilmiş bir bilime başvurma zamanıdır.

Murat Sevinç, Kemal Gözler adlı anayasa hukukçusunun pozitivist yaklaşımından bahsettiği Diken’deki son yazısında, kendisinin bir anayasa hukukçusu değil anayasa üzerine uzmanlaşmış bir siyaset bilimci, yani “anayasacı” olduğunu belirterek alan dışında kalan benim gibilerin aydınlanmasını sağlamış. Gerisini heyecanla beklediğim bir dizinin ilki olarak kaleme alınmış olan bu yazıda Sevinç, Gözler’in, bilimsel sahnede pozitivizm olarak adlandırılan epistemolojik duruşun bilginin nesnelliğini garantiye almakla yetinmeyip, konu insan bilimleri ve özellikle de anayasa olduğu sürece siyaset dışı bir konuma karşılık geldiği iddiasını eleştirmiş. Bir anayasa tartışmasının salt biçimsel bir tartışma olarak yürütülemeyeceğini; söz konusu toplum sözleşmesinin içinde gerçekleştiği tarih kesitinden soyutlanmış bir şekilde ele alınamayacağını vurgulamış.

Neoliberal iktisatçılarla Marksist iktisatçılar arasındaki kuramsal çekişmenin ana hatlarını olduğu gibi koruyan bu karşı çıkış uyarınca söylenmeye çalışılan şey şu olmuş ki, insanın kendisini yönetecek olan hukuki ilkelere karar verme sürecini değerlerden ve çıkar çatışmalarından azade düşünmek imkânsızdır. Anayasaların hakikati hak ve adalet kavramına yönelik biçimsel yaklaşımlarının doğruya yatkınlığı kadar, birer fikir olarak içinde geliştikleri tarihsel süreçlere has özgün koşullarda yatmaktadır muhakkak. Uzun sözün kısası hukuk da en az iktisat kadar bir insan bilimidir ve değerler, hırslar, arzular, savaşlar ve çekişmelerden azade kılınmış bir olgu alanı olarak resmedilemez. Bunu böyle göstermek ise sadece iktidar yanlılarının çıkarına olup, genellikle de onların takındığı bir tutum olarak öne çıkar.

Bundan birkaç ay önce Murat Sevinç ile Levent Gültekin arasında dönen ve ne yazık ki kısa kesilen tartışma da bu yazıda ele alınan mevzunun yakın akrabası konumundadır. Uzun süredir insanları sınıfsal aidiyetlerine karşılık gelen “kendi odaları”ndan nötr bir alan olarak kimliksizler ortak salonuna davet eden Levent Gültekin’in farkında olmadan yaptığı şey, tam da iktidar makinesinin insanları öğütürken başvurduğu şiddet mantığını tekrarlamaktan ibarettir. “Fıtrat”, “insan doğası”, “çağın ruhu” gibi tarihsellikten arındırılmış kategoriler, söz konusu arındırılmışlığın sonucunda gerçekliğe tekabül edebilme yeteneklerini yitirmişler, bunu telafi edip görüntüyü kurtarmak için ise aşırı şişmiş, enflasyona uğramışlardır. Bu kavramlar sıfırlarının bolluğu ile ters orantılı bir alım gücüne sahip paralar gibi olup, sunmayı vaat ettikleri bilginin neredeyse tamamını kanıtsız bıraktıkları için dinsel bir hüviyete bürünürler. Dinsel bir hüviyete bürünen kavramlar ise açıklama gücünden tamamen yoksun olup ancak ses çıkartmaya, kuru gürültü yapmaya; anlayıştan ziyade duygu yaratmaya yararlar. İdeolojiden bağımsız siyaset, değerlerden ari toplum bilim, belgeci tarihçilik, formel iktisat (ya da ekonomizm) gibi kavramlar, kendi gerçeklik zeminlerinden kopartılıp göğe salınmış meteoroloji balonları kadar sessiz, hafif, uysal ve etkisizdirler; belli bir yüksekliğe ulaştıklarında patlayıp kendilerini imha etmekten başka yapacakları bir şey yoktur.

Kavramların içinde serpilip geliştikleri toprakla bağının kesilmesine seyirci kalan bir bilimsel camia, bilginin metalaşıp enformasyona dönüşmesine göz yumuyor demektir. Bilginin enformasyon haline gelmesi ise, o bilginin kaynağı olan bedeni baskılamış, duyguları öldürmüş ve tarihi çoktan unutmuş olan tüketici kitlenin hayret edilesi budalalığını şart koşar. Şiddet ve cehaletin kol gezebilmesi için fikirsel bir varlık olarak bilginin maddi eşleniği konumundaki tarihle bağının kopartılması kâfidir. İdeoloji ötesi siyasi konumlar ile siyaset ötesi hukuk sistemleri çevreye anlaşılmaz kavramlar ve bu kavramların şişirdiği duygular yayarak, içinde diktatörlüğün filizleneceği toprağı gübrelemiş olurlar.

Diğer yandan, hukuk gibi bir düşünce alanını kendine has bir bilişsel uğraş olarak kodlayan tek faktör onu bir bilim dalı olarak üreten tarihsel süreç ile söz konusu sürecin olumsallıklarından ibaret değildir. Durum bu olsa idi, söz konusu zihinsel üretime has olan bilgiyi zorunluluk sıfatıyla nitelememizi sağlayacak kaynaktan yoksun kalmış olurduk, zira tarih, pek çoklarının da kabul ettiği üzere büyük ölçüde olumsallığın hüküm sürdüğü bir alan olarak ön plana çıkar. Bu şu demektir ki, hukuk biliminin bütün hakikati söz konusu bilimin tarihinde yatıyor olsa idi, hukuk kavramının tamamen rastgele oluşmuş ve içeriklenmiş bir kavram olarak düşünülmesi gerekirdi. Akıl da sadece zorunlu bağlantıları düşünebilen bir yeti olduğundan, hak ve adaletten müteşekkil malzemeyi toplumsallık kazanında kaynatan hukuk, diğer tüm bilimler gibi, somutluğunu borçlu olduğu tarihsel olumsallığını bertaraf etmek üzere kurucu konumdaki temel kavramlara ihtiyaç duymuştur. Şu halde, herhangi bir bilimi anlamak için onun tarihine gereksinimimiz olsa da, bu o tarihin bir bilim ve kavramlar tarihi olduğu gerçeğini gölgede bırakmamalıdır. Kavramlar tarihi tamlaması, bunların ima etmekte olduğu zorunluluk içeren birimlerin tekil ve tekrarlanamayacak olaylar alanı olarak tarih içinde şekillenip kendilerini bulduklarını vurgular. Bu anlamda bir kavram tarihi olarak bilim tarihi, tekil / olumsal olanla genel / zorunlu arasındaki, yani olay ve kavram arasındaki maçın üretici beraberliğinden başka bir şey değildir. Ne de olsa kavramların birer meteoroloji balonu gibi uçup gitmelerini önlemek için onları bağlayacak bir yeryüzü kadar, bağlama işini yapacak bir çift ele de ihtiyaç vardır. Başka pek çok bilim için olduğu gibi, hukuk kavramını da siyasi tarihe bağlayacak bir çift maharetli el olarak felsefeye bir rol düşmeye devam edecek gibi görünmektedir.

Şu halde hukuku anlamak için hukuk kavramını meydana getiren siyasi tarihe eğilme zorunluluğu anayasa hukukçusunu anayasacıya ne kadar mecbur bırakıyorsa, söz konusu siyasi tarihi hangi kavramların etkisiyle biçimlenmiş bir tarihsel kesit olarak anlamamız gerektiğini bulup çıkartmak üzere de felsefeye ihtiyacımız olabilir. Kendini tarihten soyutlamamış, tarihin somutluğunu tamamen elden çıkartırcasına kavramın soyutluğuna tutunmaktan kaçınan bir felsefi yaklaşım Murat Sevinç’in yürütmekte olduğu tartışma açısından her daim bağlayıcı olmaya devam edecektir.

Bilginin enformasyona dönüşmesi süreci, nesnesinden başını kaldırıp da kendine bakmaya erinen bir bilimsel etkinlik idealinin galebe çalması sayesinde devamlılık kazanır. Söz konusu devamlılığın kırılması için metabilimsel bir etkinlik olarak felsefenin devreye girmesi ve bilimsel uğraşıya ayna tutması şarttır. Felsefe bu anlamda bilimin vicdanıdır. Aksi takdirde başvurduğu yönteme duyduğu ahmakça güven ve kör bağlılık sayesinde bütün ilgisini nesnesine yöneltmiş ve orada yok olup gitmiş olan bilimsel aktivite, felsefenin ayna tutması sayesinde ortaya koyduğu bilginin zorunluluğunu çocuğu olduğu tarihsel çağın olumsallıkları ile o olumsallık içinde yapılanmış olan bir kavram setinin tutarlılığında temellendirmeyi öğrenir.

Vicdanı olmayan, kendisi hakkında her türlü fikirden yoksun ve zayıf bir karakteri yoldan çıkartıp maniple etmek ne kadar olasıysa, kendini tanımayan ve pozitif bilgi olma iddiasını yegane amaç olarak koyutlayan körleşmiş bir bilimi de kötüye kullanmak o kadar kolaydır. Irkçı emellere alet edilen antropoloji ile bomba yapımında kullanılan atom fiziği, yürütmekte olduğu araştırmayı hangi büyük amaçların hizmetine koşmakta olduğuna dikkat etmeksizin yürütmüş; bu anlamda da araçsal akla teslim olup kendini yanlışın kollarına bırakmıştır. Günümüz Türkiye’si ya da belki de günümüz dünyasında kişisel hak ve özgürlükler kâr hırsı ve verimlilik idealinin gölgesinde kalmış, hukuk bilimi de bu gölgenin karanlığında kalmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye koşullarında büyük amaç, yasama, yürütme ve yargı adacıkları arasındaki boşlukları kapatan sel sularını boşaltarak yargının bağımsızlığını tekrar sağlama almaktır. Uğruna bunca çaba sarf edilmesi salık verilen yargının düşünme organı olarak hukukun gördüğü zararın tazmini ise, onu kavramı ve tarihselliğinde tahkim etmeye; bu tahkimat sürecini de insanlara açık seçik anlatıp onlarla tartışmaya bağlıdır.

Ülkenin kötüye gidişinde bilimlerin ev sahibi olarak akademinin ıskartaya çıkartılmış olması önemli bir faktör olmuşsa, söz konusu gidişi durdurmak ya da geriye çevirmek için yapılacak savaşın büyük ölçüde bilgi uğruna yapılacak bir savaş olması gerekecektir. Bu da akademiyi sokağa taşımayı, bilimsel aktiviteyi orada yürütmeyi ve salık verdiğim temellendirmeyi orada yapmayı gerektirecektir. Halk akademisine sahip çıkmamışsa, akademi yollara dökülüp onların önünü kesmeli ve bilimi anlatıp yaygınlaştırmalıdır. Dönem bilim yapma fırsatını tarihe borçlu olabileceğimiz değil, tarihi yeniden yazmak üzere felsefe ile temellendirilmiş bir bilime başvurma zamanıdır.

(Kaynak Gazete Duvar yazarı Emrah Günok yazdı: Vicdan olarak felsefe** Yrd. Doç, 689 no’lu KHK sonucunda, ikinci dalga barış imzacılarından olduğu için Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümündeki görevinden uzaklaştırıldı.
Editör: Haber Merkezi