Selahattin Demirtaş, 'Neden umut forumları düzenlemiyor, aydınlar?' diye sormuş. Ne güzel bir soruydu ve bu soruya aydın yüzünü çeviremezdi.


Evrensel'den Ayşegül  TÖZEREN 

Bayrama rastlayan yaş günüm nedeniyle birkaç arkadaş bir araya gelmiştik. Masadakilerin çoğunluğu seksen sonrasında çocukluğunu geçirmişti, en az ikisi son seçimde oy bile kullanmamıştı. Masada farklı kuşaklardan düşünen, yazanlar olsa da, her biri, hakikatle kurmacanın birbirine karıştığı hakikat sonrası ya da gerçek üstü bir çağda hakiki olan her neyse onun arayışındaydı. Belki bundan, masada, güncel olan edebiyattan da, yaşamdan da, siyasetten de konuşulduğunda, angaje olmayan, uyumsuz cümleler kuruyorduk. Belki tam da bundan, güncelin hummasından uzak kalarak, Barthes’in belirttiği gibi, vakitsiz olarak, çağın yakalanabileceğini düşünüyorduk, bir aydının çağına nasıl bakması gerektiğini tartışırken… Belki bir kez daha bundan, bayramda bir cezaevi kapısına doğru tekerlek çevirecektik.

EDİRNE’NİN KÖPRÜLERİ’NDEN GEÇERKEN


Sabah, Kadıköy’de buluşup, fırından çıkan ilk simitleri alıp, Edirne’ye doğru yola çıktık. Yol boyunca, boyunlarını yere eğmiş ayçiçeklerinin sarısını yeşille mavi arasında izledik. Boyunlarını yere eğmiş çiçekler güne neden bakmıyordu… Yavaş yavaş Edirne’ye girdiğimizde köprüleriyle, binalarıyla bir tarihin arasından geçmeye başlamıştık. Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nin kıpkırmızı tabelasını gördüğümüzde, durduk. Görüşe gelmiş ailelerin arabalarının arasına park ettik. Hapishane o kadar sapa bir yerdeydi ki, özel arabasız ziyarete gitmek çok zordu. Avukat Cihat Duman, yetkililere Selahattin Demirtaş’la görüşmek istediğini ilettiğinde öğle yemeği saatinde geldiğimizi fark ettik. Beklerken, mahpus yakınlarıyla sohbet etmeye başladık. Küçük kırık dökük tenteli bir yer yapılmıştı, onun gölgesine sığındık. Bu sırada avukat ve şair Duman da görüşe girmek üzere, hapishane kapısına doğru yönelmişti. Saatlerdir görüş için bekledikleri belli olan yaşlılar, bir otuyorlar, bir kalkıyorlardı. Yürüyerek, gidip insanın alabileceği su bile olmadığından, bekleyiş sırasında herkes birbirine yiyecek içecek ikram ediyordu. Ziyaretçiler bir diğerine hangi yakınının yattığını soruyor, ancak neden yattığını sormuyorlardı. Orada duyduk, ayıpmış, sorulmazmış cezaevi kapısında…

Güne bakanların, otların arasından, zayıflıktan kemikleri sayılan bir köpek çıktı geldi, belli ki, anneydi. Hemen mahpus yakınlarıyla, beslemeye başladık. Uzun süredir beslenmediği belliydi, zaten hapishanenin olduğu yerde ayrık otlarından, yüzünü eğmiş göğe bakanlardan başka bir şey yoktu, bir de daracık yollar… Hapishanenin girişine bir iki gül ağacı da dikilmişti, bu sene Diyarbakır’ın mayıs güllerini yakalayamadığımı, kocaman kocaman açan çiçekleri izleyemediğimi düşündüm. Edirne’nin ağustos güllerini bir mahpushanenin bahçesinde kokluyordum… Güneş kendisini iyiden iyiye hissettirirken, dakikalar birbirini kovalıyordu. Bazen cezaevi yetkilileri kimliklerle geliyor, görüşçüleri çağırıyor, içeri giriyorlar, dışarı çıkıyorlardı. Sonunda görüşteki avukat arkadaşımız kapıda göründü. Gülümseyerek, yazar Vivet Kanetti, Belma Fırat ve yaşamında ilk kez cezaevi gören Bilal’den oluşan küçük gruba doğru yürüyordu. Duman, geldikten sonra, diğer ziyaretçilerle vedalaştık, fotoğraflar çektirdik ve kent merkezine doğru yola koyulduk.

‘UMUT FORUMLARI’


Fotoğraf: HDP

Arabaya bindiğimiz anda, bir ağızdan soru soruyorduk ve Cihat Duman, “umut forumlarından söz etti,” deyiverdi. Elinde armağan olarak götürdüğümüz kitaplar vardı, görünce, “Veremedin mi kitapları?” diye sordum. Cezaevi yetkilileri, avukatlardan kitap alamadıklarını söylemişler, kargoyla yollayabileceğimizi belirtmişlerdi. Böyle zorlamalara gerek var mı, diye düşündük. Zaten avukat da teslim etse, yanımızda getirdiğimiz, öyküler, şiirler, önce okuma komisyonuna gidecek, orada okunacak ve ondan sonra Selahattin Demirtaş’a teslim edilecekti. “Neyse, kargoyla yollarız,” dedik. Sonra da “umut forumlarını anlatsana” dedik. Adında umut olan her şey insanda coşku yaratıyordu. Selahattin Demirtaş, “Neden umut forumları düzenlemiyor, aydınlar?” diye sormuştu. Ne güzel bir soruydu ve bu soruya hangi inanışa, hangi görüşe sahip olursa olsun bir aydın yüzünü çeviremezdi. Özgür bir tartışma ortamında dünyanın güzelleşmesi için konuşup, görüşlerinden söz etmek… Bunu kim istemez ki? Bir de nasıl gelmeye karar verdiniz, diye sorduğunda, bir dost meclisinde “haydi” deyip yola çıktığımızı duyunca o da heyecanlanmış ve gülümsemiş, “umut forumu” fikri de o sırada ortaya çıkmış.

‘SEN DE KONUŞ’


Dönüş yolu boyunca fazla konuşmadım. Yol arkadaşlarımızdan Belma Fırat’ın bir yazısında geçen Agamben alıntısını düşünüp, durdum: “Asrının ışıklarının kendisini körleştirmesine izin vermeyen, o ışıkların içindeki gölgeleri, en mahrem karanlığı yakalayabilen kişiye çağdaş denebilir ancak.” Bundandı belki, aydının her türlü erke itirazını kaleminin ucunda taşıması, uyuşmazlığı, belleğini hep diri tutmayı bilmesi… Tunca nehrinden, Meriç nehrinden geçse de, Lethe (Unutuş) nehrinden hep uzak durmaya çalışması… Fırat’ın yazısındaki Agamben alıntısının ardından gelen, gölgede kalan hakikati sezdirdiği Paul Celan’ın bir şiirini anımsadım, Selahattin Demirtaş’ın umut forumlarını düşünürken:

“Sen de Konuş
Sen de konuş,
Son olarak sen konuş,
söyle sözünü.”
Editör: Haber Merkezi